ÖNCEKİ yazımızda
toplumu, insanımızı ve gençliği/geleceği ekonomik açıdan tehdit eden
alışkanlıkları niçin bırakmamız gerektiğine beynin çalışma mekanizması
açısından bakmıştık. Buna altın, para, mâkâm, arsa ve sıfatın insana din
kardeşinden daha sevimli gelmesi durumunda da bazı alışkanlıkları terk etmek
gerektiğini eklemek gerekir. Çünkü ekonomik ve teknolojik açıdan tehdit
altındayken kültürel açıdan da tehdit altında olduğumuz unutulmamalıdır.
Ortam,
bütün canlılar ve organizmalar için hayatta kalma şartlarını belirler. Alışkanlıklar,
o alışkanlığı oluşturan ortam, şart ve olgulara çok güçlü bir şekilde bağlıdır.
Pandemi süreci, alışkanlıkların zorunlu hâllerde değişebileceğini gösterdi. İllere
yakın yerlerdeki küçük köy ve kasabalarda bir yıl içinde yüzlerce villa inşâ
edilmesi bunun en güzel örneğidir.
Yanlış
alışkanlıkların daha fazla kanayan yara olmadan ivedilikle terk edilmesi ve
buna formel olarak destek verilmesi gerekir. Bunun için Sağlık Bilim Kurulu’na
benzer şekilde her alanda bilim kurulları oluşturulmalıdır. Ekonomi, teknoloji
ve kültürel açıdan yanlış alışkanlıkların terk edilip yerine gelecek doğruların
inşâsına yardım edecek kurullar olmalıdır her biri.
Aziz
milleti tehdit eden olumsuz alışkanlıkların bizim maya, doku, değer, gelenek,
kültür ve medeniyetimize uygun olarak yeniden şekillenmesi için sosyal,
iktisadî ve medenî projeler devreye sokulmalıdır.
Şimdilerde
insanımızı, toplumu ve yapımızı ekonomik açıdan tehdit eden bazı market
zincirleri, siyâsî oluşumlar, finans merkezlerindeki kayma hareketliliği ve
dönüştürülen gençliğe dair istenmedik alışkanlıkların toplumun her kesimince
süratle terk edilmesi zorunlu bir hâl almıştır. Finans merkezlerinin kayması
büyük bir kırılmayı da beraberinde getiriyor. Bu merkezlerin Batı’dan Doğu’ya
kaymasında tetikleyici unsur, uzman doktoralı elemanların yetiştirilmesidir.
Çin bunun en bariz örneğidir.
Doktoralı
elemanlar üniversitelerde yetişir. Bu nedenle Türkiye’nin son 20 yıl içinde
açtığı üniversitelerle birlikte toplam üniversite sayısının 200’den fazla
olması doğru, isabetli ve takdir edilesi bir atılımdır. Her ilde üniversite
atılımına itiraz edenlerin hiçbir bilimsel tutarlılığı yoktur. “Millet doktora
yapmasın, üniversitelerde konuşlanmasın” zihniyetinde olan tipi bizden ama çipi
bizden olmayanların paranoyak itirazlarıdır bunlar.
Bu
nedenle acilen terk edilmesi gereken yanlış alışkanlıklar “ekonomik, teknolojik
ve kültürel” olarak üç grupta sınıflandırılabilir.
Demokrasilerde
idareciler seçimle gelip seçimle giderler. Ekonomi kötü giderken, gizli siyâsî
ve ekonomik emelleri olanlarsa devreye girerler. Ekonomik açıdan olumsuz değişimin
en az olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir. ABD ve AB ülkelerine göre gelir
oranının düşük olması, bu değişim oranının düşük olmasının nedenlerinden biridir.
Pandemiyle
birlikte ekonomik sıkıntı her ülkeyi etkilediği gibi Türkiye’yi de ciddi
şekilde etkilemeye başladı. Fırsatçılar işin başına geçip canhıraş şekilde kin
ve nefretle saldırıyorlar.
Fiyat
artışları diğer ülkelerle kıyaslandığında bazılarının anlaşılabilir ölçekte
olduğu görülürken, bazılarının fırsatçılıkla durumdan vazife çıkardıklarına, ayrıca
gizli emelleri olanların da burada etkin olduklarına şahit oluyoruz. Bu durum
açıkça “Türkiye’yi durdurmak üzere halkı isyan etmeye zorlama ve terör
örgütleri üzerinden saldırı şiddetinin arttırılmasına bağlı bir plân olarak
işliyor. Dâhilde ABD ve AB’den gelen talimatlara göre pozisyon alanlara
bakıldığında, etki gücünü elinde tutanların Batılı “alışkanlıklara” sahip
oldukları ve bunların “davranışa” dönüşerek eylem oluşturdukları görülmektedir.
Türkiye bunu tersine çevirmek için bir adım atıyor mu?
Ekonomik
Kurtuluş Savaşı’nda başarı için ne yapmalı?
Market
zincirlerinin sürekli fiyat artışıyla ortaya koydukları tehdit, omuzlarında
yükseldiği bu aziz millete karşı büyük bir hatadır. Hukuk açısından bir savaşa
dönüşen bu durumun toplum nezdinde gemlenmesi ise milletimizin market
alışkanlıklarını değiştirmesiyle mümkündür. Gereksiz
market ihtiyacı derhâl alışveriş listesinden çıkarılmalıdır. İhtiyacımız
olmayan hiçbir ürün, ne kadar ucuz olursa olsun alınmamalıdır.
Sağlıksız
ve bağımlılık oluşturan Batı merkezli gazlı
içecekler, kendi kültürümüzde olan ve mümkünse el yapımı ayran ve şalgam
ile yer değişmelidir. Dondurulmuş ve
vakumlanmış gıdalar hızla terk edilmelidir. Bunların muadilleri olan
yöresel gıdalar tercih edilebilir.
Diyetisyen
ve gıda mühendislerinden oluşan bilim kurulu, sağlıklı yöresel ürünler
noktasında öncülük ederken marketlerdeki gıda ürünlerinin son kullanım tarihi
ve raf ömrü üzerinden bir politika geliştirmelidir. Kısa ömürlü ürünlerin
evlerde yapılabilirliği ortaya konulurken, marketlerde bu ürünlerin tarihinin geçmesi,
zincir marketlerin kendilerine çekidüzen vermelerine ve ayılmalarına yardım
edecektir. Sağlıklı beslenmenin reçetesi yayınlanıp zorunlu alışverişler dışındaki
yanlış alışkanlıklar derhâl terk edilmelidir.
Özellikle
plastik ve petrol ürünü mutfak malzemeleri
derhâl bırakılmalı, yerine ağaç ve yöreye uygun kaplar kullanılmalıdır. Bu
ürünler hem sağlıklı, hem de bize ait değerlerin yeniden canlanmasına yardımcı
olup dışa bağımlılığı azaltacaklardır. Bu ürünlerin daha pahalı ve ulaşımı zor türde
oldukları düşünülebilir, ancak bunların çoğu el yapımıdır. Sanayide endüstriyel
ağaçların işlenebileceği tezgâhlar bunları çok rahat bir şekilde işleyebilirler.
Semt pazarları
haftanın tek gününden ikiye, gerekirse üçe çıkarılıp, bu pazarlarda, en azından
ülkede üretilen ürünlerin halkla daha fazla buluşması sağlanmalıdır. Türkiye’nin gıda
açısından kendisine yeten dünyadaki 7
ülkeden biri olduğunu bir kez daha düşündüğümüzde, bu kadar ekonomik kıskaca
girmemizin yanlış alışkanlıklardan olduğunu görmek gerekir.
Köylerde
yumurta ve ekmek gibi temel gıdaların mahalle bakkallarından alınması doğru
değildir. 4-5 tavuk bir ailenin bütün yumurta ihtiyacını karşılarken, her evde
un, ekmek ihtiyacını aylarca karşılayabilir.
Devletin
açtığı kooperatif marketlerdeki fiyatlar ile zincir marketler arasındaki fark
da hatırı sayılır olmalıdır. Ayrıca bu marketler çoğaltılarak yeni iş alanı olmalı
ve işsizlik azaltılmalıdır. Kooperatif marketlerde fiyatlar elbette zincir
marketlerden ucuz; fiyat farkı ise sembolik. Bilimsel olarak bu, anlamlı
durmuyor.
“Ekonomik
Kurtuluş Savaşı” verilirken, bazı çiftçilerin ürettiği ürünler satılmayınca, bu
ürünleri devlet alıyor ve sosyal devlet olma gereği ihtiyaç sahibi vatandaşlara
dağıtıyor. Ancak bu durumun bir de tersi var. Vatandaşlarımız ürettikleri
ürünleri depolarlarsa, aylarca saklayıp parasıyla millete satmadığında bir
yaptırımla karşılaşmadılar. Zira depoda tutulan ürünler, millete karşı silah
olarak kullanılmış olmadı mı?
Türkiye
gibi kendi kendine yetebilen bir ülkenin en azından gıda sıkıntısı çekmesi, ortada
bir yanlışlık olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Ekip
biçilen bağ ve bahçeler beton yığını hâline dönüştürüldü. “İhale Yasası” en
fazla değiştirilen yasalardan biriyken, buna hiçbir itirazın olmaması akla
durgunluk veriyor. Yerel yönetimlerde, hangi arsaların ne olacağı önceden biliniyor.
Dememiz
o ki, şehir, ilçe, kasaba ve köylerde işleyen yönetimlerdeki yanlış
alışkanlıklar da derhâl terk edilmelidir. Bir belediye başkanı 5 evi varken
oturduğu mâkâm koltuğundan 40 ev edinerek kalkıyorsa, bunu toplama, çıkarma,
çarpma ve bölme ile açıklayamazsınız! Matematiği bile tersyüz eden kötü
alışkanlıklardan vazgeçilmedikçe daha çok kafamız ağrır!
Daha
çok yatırım!
Yiyecek,
gıda ve yöresel ürünlerde bu ülkenin iki ana sorunu bulunuyor: Birincisi, her
bölge/semt sadece kendisine yetecek kadar yöresel ürün üretiyor. Diğeri ise, bu
ürünlere akademik bilgi katacak AR-GE yapılmıyor. Her ilde üniversite olduğu
düşünüldüğünde, gıda ve ürünler üzerinde AR-GE yapılmamış olması, üniversite-sanayi
işbirliğinin gelişmediğini gösteriyor. Bu nedenle üniversite yönetimine ciddi
işler düştüğü açıktır.
Yöresel
ürünlerin orijinal özelliğini bozmadan endüstriyel olarak seri üretimi çok
kolaydır. Devlet bunu doğrudan desteklemelidir. Siyâsî yapılar, “seçim” mihenginden
geçildiği için, sandıktaki tercihi etkileyecek yönde atılım ve yatırım
yapıyorlar. Bu ise niceliğin egemenliğinden başka bir şey değildir. Oysa
nitelik, ehliyet ve liyakat odaklı seri üretim çok daha uzun süreli bir çözüm
olup ekonomiye can verir, enflasyona ciddi darbe indirir.
Bina,
yol ve köprü yaparak ekonomiye ciddi can verilirken ihmâl edilen gençlik, bu
eserleri ne derece umursuyor? Biz bina, yol ve köprü yaparken, Batı ise
gençliğin beynine girerek alışkanlık oluşturup bu alışkanlıkları eylem ve davranış
hâline dönüştürüyor ve karşımıza dikiyor. Sanırım bu durum görülmüyor.
Tüm
bu olumsuz gidişatın panzehri, toplumun önünde olanlar başta olmak üzere,
toplumun her kesiminin yanlış alışkanlıklarını acilen terk etmesindedir.
Doğru
yoldaki hiçbir insan dünyada açlıktan ölmez. Eğer açlıktan ölen insanlar varsa,
bu açlıktan değil, ölen insanlıktan kaynaklanmaktadır. Yabancı devletlere “Yatırım
yapmayın!” diye yazı göndermenin akıl, mantık, vatanperverlik ve siyâsî
tarafgirlikle açıklanacak bir durumu olamaz. Çözümü hariçte ve başkasında arama
gafletinden derhâl vazgeçilmelidir!