MESAFE, etkileşen
sistemlerin davranışlarını belirleyen en etkin özelliklerden biridir. Maddeler arasındaki
yakınlık, cisimlerin yekpare; uzaklık ise, sistemi oluşturan elemanların
birbirinden bağımsız olarak incelenmesini gerektirir. İnsan sosyal bir canlı
olduğundan, kişinin toplum içerisindeki davranışlarını da “mesafe” belirler.
Elektron,
proton ve nötron gibi elemanların etkileşim mesafeleri belli düzeyde tutularak
atom, molekül, madde ve eşya oluşur. Arkadaş, yoldaş ve komşulukta insan için
en önemli unsur, makbul mesafenin korunmasıdır. Mesafenin gerek fazla yakınlık,
gerekse uzaklık hâllerinde ise istenmedik sonuçlar oluşabilir.
Mesafenin
en anlamlı olduğu yerlerden biri, hiç şüphesiz insan ile madde arasında
olanıdır. İnsan sosyal hayatta ihtiyacı haricindeki maddeye ne kadar mesafe
koyarsa, o kadar mutlu ve özgür olur. Madde ile arasına mesafe koyamayan kişi,
maddede fâni olmuş ve her şeyi maddede arar hâle gelmiştir. Meslek ve iş icabı
madde ile uğraşan kişileri konunun dışında tutuyoruz.
Maddede
fâni olan kişi, insanda fâni olamaz. Çünkü varlığını maddede anlamlaştırmak, insanlar
arasında ve toplum içinde madde, görsellik ve kürk meselesi ile var olmak
demektir. Fâni olunan maddenin en belâlısı, sarı madde olan altındır. Bu öyle
önemli bir konu ki, Kur’ân-ı Kerîm’de en
uzun sûre olan Bakara Sûresi’nin ana teması bu konu üzerinedir.
Burada
insanın paraya, maddeye ve dünyaya olan mesafesi en manidar şekilde işleniyor.
Sarı altın üzerinden dünyanın tercih edilmesiyle bir toplumun Yaratanına kafa
tutmasına ve dünyanın başına nasıl belâ olduğuna açık deliller sunuluyor.
Finans
merkezlerinin Batı’dan Doğu’ya kaydığı, ülkelerin sarsılmaya başladığı ekonomik
darboğaza girilen dünyada bu durumdan Türkiye de ciddi bir şekilde etkilenmeye
başladı. Pandemi de bunun katalizörü oldu. Bilindiği üzere ekonomi, sosyal hayatın
idamesi açısından en önemli mihenklerden biridir. İnsanların dayanma gücü
kalmadığında gözleri hiç bir şey görmez. Böyle
bir kasırga oluştuğunda dayanma ve sabır gücü en yüksek ülkelerin başında
Türkiye gelir. Ancak bu aziz toplumun dayanma ve sabır gücü sonuna kadar
zorlanıyor.
Türkiye,
ekonomik açıdan kendisine yetebilecek 7 ülkeden birisidir. Ancak günlük hayatta
dış dünya ile etkileşimin çok fazla oluşu, potansiyelini yeterince
kullanamaması ve bazı ekonomik odakların oklarını millete doğrultması, gerginliği
arttırmaktadır. Türkiye’nin bu tür ekonomik saldırı ve olayları hiçbir ülkede
olmadığı kadar kolay ve rahat atlatmasının bir yolu olmasına rağmen bunu
kullanamaması ise akılları hayrete düşürüyor.
Ekonomik
saldırı, alışverişlerin tehdit unsuru olarak kullanılması, döviz kurlarının
sürekli yükselmesi, altının tırmanış rekorları kırmasının tek nedeni,
toplumların alışkanlıklarına esir olmasıdır. Yukarıdan itibaren yazımızın ana
temasını oluşturan “mesafe” ise, tam olarak alışkanlığın omurgasını oluşturur!
Kelime
anlamı olarak alışkanlık, “arkadaşlık,
ünsiyet ve yakınlık” anlamlarına gelir. Diğer bir ifadeyle mesafe, “bir kimseye
yakın oluş, alışma hâli gibi durumlarda alışkanlık” anlamına gelir. Bu tanımlardan hareketle, alışkanlığın ana
unsurunu “mesafe” oluştururken, kişinin iç ve dış duyuların etkileriyle
“davranışlarını tekrar etmesi” ise alışkanlığın sürdürülebilir olmasını sağlar.
Daha
güzel bir otomobil ve daha lüks bir konut dış duyuların etkisiyle insanı
tetiklerken, hayâl gibi iç duyularla etkilenen insan bir ömür paranın peşinde
köle olmaktan kurtulamıyorsa, durup düşünmek gerekir. AVM’lerden çıkmayan,
sürekli alışveriş yapan, tüketim çılgını, sürekli döviz ve altın peşinde koşup
madde biriktirmenin kölesi olmuş karakterden kurtulmak, akla uygun
olandır.
Bu
koşuşturmaca birilerinin elinde insanlara yönelmiş bir silah olarak duruyorsa,
yapılacak tek şey, mevcut alışkanlıkları bırakıp yerine değer yargılarımızla
barışık, doku ve mayamıza uygun alışkanlıkları koymaktır. Döviz, altın, ekonomi
ve market zincirlerinin topluma yöneltilmiş birer silah olmaktan çıkartılıp
saldırıları püskürtmenin ve silahı tutana geri çevirmenin yolu, mevcut
alışkanlıkları terk etmektir.
Alışkanlıkları
terk etmek öyle kolay bir iş değildir. Yazıda bu ifade geçince, buna olumsuz
bakıldığını ve alışkanlıkları terk etmekle ekonominin alâkasının ne olduğu ile
ekonomik saldırıların nasıl püskürtüleceği arasında bağ kurmanın kolay
anlaşılmaması mümkündür. Bunun içinse detaya inmek ve istenmedik
“alışkanlıkların” ne olduğuna odaklanmak gerekiyor.
İstenmedik
alışkanlığın nasıl terk edileceğine odaklanmak ve gerekenin yapılmasının nasıl
ve niçin zorunlu hâl aldığını idrak etmek lâzım. Diğer bir ifadeyle, ekonomik
açıdan mevcut alışkanlıkları terk etmenin ön bilgisinden sonra, alışkanlığın insan
beyninde nasıl bir oluşum içinde olduğunu görmek gerekir.
Bir
kimsenin ya da bir nesnenin başka bir kimse ya da nesne üzerinde oluşturduğu
düşünce, yön ve eğilim gibi değişime yol açan güce “etki” denir. Bu etkinin
insanda oluşturduğu durum ve duruma verilen karşılığa ise “tepki” denir. Bu tepkinin davranış ve ardından alışkanlığa
dönüşmesi, beyin ile bağlantı kurmasıyla mümkündür. Bu tepkinin tekrarlanmasıyla “alışkanlık” oluşur. Peki, bu
alışkanlık insanın kendi istediği, doku ve mayasına uygun bir his mi, yoksa
etki gücünü elinde tutanların kişi ve insanlarda oluşturduğu bir yaptırım mı?
Bu
alışkanlıklar doku, maya, kültür, medeniyet ve geleneğimizle ilgili değillerse,
nasıl alışkanlık hâline gelirler? Bunu anlamanın en güzel yolu, gıda örneği
üzerinden yürümektir. Bir ürünün sürekli olarak tüketilmesi ve alışkanlık
hâline gelmesi için beyin ile bağlantı kurması gerekir. Etki gücünü elinde
tutarak toplumları ve insanları köleleştirip tüketim çılgını hâline dönüştürmek
için ürün ile beyin arasında sürekli bir bağlantı kuruluyor.
Batı
kaynaklı, sağlık açısından yararı olmayan maddeler özellikle yiyeceklerin
içerisine konuluyor. Bu işlem insanımızı, toplumu ve gençliği “alıştırmak” için
kasıtlı olarak yapılıyor. Bu maddelerin dozu öyle ayarlanıyor ki genelde Dünya
Sağlık Örgütü veya yerelde gıda ve kontrol birimlerine takılmıyorlar. Çünkü bu
birimlerin çoğu atomik düzeyde ölçüm yapamıyor. Oysa etki gücünü elinde bulundurup
beyinle bağlantı kuranlar atomik ölçekte çalışıyorlar.
Bu
durumu bir örnekle açıklamak daha uygun olacaktır: Resmî kanalla Hollanda’dan
alınan ve “1’e 40 verecek” diye ithal edilen buğday tohumlarının bizde işe
yaramadığı ortaya çıkmıştı. Alınan buğday tohumları denetlenmiş ve hiçbir
engele takılmamıştı. Hollandalılar tohumluk olarak ithal edilen buğday üzerinde
oynama yapmışlardı. Hollanda’dan ithal yoluyla alındığı söylenen buğday ile
farklı bir yolla Hollanda’nın aynı ofisinden alınan diğer buğday incelendiğinde
ise atomik düzeyde farklılık olduğu tespit edildi. Hangi gıda olursa olsun, Batı’dan
gelen özellikle yiyecek ve içeceklerde, amacın ticaretten öte bir hedef
olduğunu görmek gerekiyor.
Beyinle
kurulan bağlantı sonrasında sadece “alışkanlık” olarak kalınsa iyi, ancak durum
hiç de öyle değil. Bu alışkanlıklar zamanla davranış hâline dönüşüyorlar.
Davranışları Batılı gibi olan toplum, nasıl olur da kendisi gibi davranabilir?
Beyinde oluşan alışkanlıkları yöneten merkezde iki mekanizma çalışır: Bunlardan biri alışkanlığın tekrar edilmesi ve gerçekleşmesini sağlayan odak, diğeri ise alışkanlık ve davranışın engellenmesini sağlayan merkezdir. Beyindeki alışkanlıkları yöneten merkezden alışkanlığın tekrar edilmesini sağlayan mekanizma, davranışın engellenmesini sağlayan mekanizmadan daha önce etkin hâle gelmektedir. Bu nedenle istenmedik alışkanlıkların ve topluma silah gibi yönlendirilen tehdidin terk edilmesi, aciliyet arz etmektedir.