Alışkanlıkları bırakmak (1)

Daha güzel bir otomobil ve daha lüks bir konut dış duyuların etkisiyle insanı tetiklerken, hayâl gibi iç duyularla etkilenen insan bir ömür paranın peşinde köle olmaktan kurtulamıyorsa, durup düşünmek gerekir. AVM’lerden çıkmayan, sürekli alışveriş yapan, tüketim çılgını, sürekli döviz ve altın peşinde koşup madde biriktirmenin kölesi olmuş karakterden kurtulmak, akla uygun olandır.

MESAFE, etkileşen sistemlerin davranışlarını belirleyen en etkin özelliklerden biridir. Maddeler arasındaki yakınlık, cisimlerin yekpare; uzaklık ise, sistemi oluşturan elemanların birbirinden bağımsız olarak incelenmesini gerektirir. İnsan sosyal bir canlı olduğundan, kişinin toplum içerisindeki davranışlarını da “mesafe” belirler.  

Elektron, proton ve nötron gibi elemanların etkileşim mesafeleri belli düzeyde tutularak atom, molekül, madde ve eşya oluşur. Arkadaş, yoldaş ve komşulukta insan için en önemli unsur, makbul mesafenin korunmasıdır. Mesafenin gerek fazla yakınlık, gerekse uzaklık hâllerinde ise istenmedik sonuçlar oluşabilir.

Mesafenin en anlamlı olduğu yerlerden biri, hiç şüphesiz insan ile madde arasında olanıdır. İnsan sosyal hayatta ihtiyacı haricindeki maddeye ne kadar mesafe koyarsa, o kadar mutlu ve özgür olur. Madde ile arasına mesafe koyamayan kişi, maddede fâni olmuş ve her şeyi maddede arar hâle gelmiştir. Meslek ve iş icabı madde ile uğraşan kişileri konunun dışında tutuyoruz.

Maddede fâni olan kişi, insanda fâni olamaz. Çünkü varlığını maddede anlamlaştırmak, insanlar arasında ve toplum içinde madde, görsellik ve kürk meselesi ile var olmak demektir. Fâni olunan maddenin en belâlısı, sarı madde olan altındır. Bu öyle önemli bir konu ki, Kur’ân-ı Kerîm’de en uzun sûre olan Bakara Sûresi’nin ana teması bu konu üzerinedir.

Burada insanın paraya, maddeye ve dünyaya olan mesafesi en manidar şekilde işleniyor. Sarı altın üzerinden dünyanın tercih edilmesiyle bir toplumun Yaratanına kafa tutmasına ve dünyanın başına nasıl belâ olduğuna açık deliller sunuluyor.

Finans merkezlerinin Batı’dan Doğu’ya kaydığı, ülkelerin sarsılmaya başladığı ekonomik darboğaza girilen dünyada bu durumdan Türkiye de ciddi bir şekilde etkilenmeye başladı. Pandemi de bunun katalizörü oldu. Bilindiği üzere ekonomi, sosyal hayatın idamesi açısından en önemli mihenklerden biridir. İnsanların dayanma gücü kalmadığında gözleri hiç bir şey görmez. Böyle bir kasırga oluştuğunda dayanma ve sabır gücü en yüksek ülkelerin başında Türkiye gelir. Ancak bu aziz toplumun dayanma ve sabır gücü sonuna kadar zorlanıyor.

Türkiye, ekonomik açıdan kendisine yetebilecek 7 ülkeden birisidir. Ancak günlük hayatta dış dünya ile etkileşimin çok fazla oluşu, potansiyelini yeterince kullanamaması ve bazı ekonomik odakların oklarını millete doğrultması, gerginliği arttırmaktadır. Türkiye’nin bu tür ekonomik saldırı ve olayları hiçbir ülkede olmadığı kadar kolay ve rahat atlatmasının bir yolu olmasına rağmen bunu kullanamaması ise akılları hayrete düşürüyor.

Ekonomik saldırı, alışverişlerin tehdit unsuru olarak kullanılması, döviz kurlarının sürekli yükselmesi, altının tırmanış rekorları kırmasının tek nedeni, toplumların alışkanlıklarına esir olmasıdır. Yukarıdan itibaren yazımızın ana temasını oluşturan “mesafe” ise, tam olarak alışkanlığın omurgasını oluşturur!

Kelime anlamı olarak alışkanlık, “arkadaşlık, ünsiyet ve yakınlık” anlamlarına gelir. Diğer bir ifadeyle mesafe, “bir kimseye yakın oluş, alışma hâli gibi durumlarda alışkanlık” anlamına gelir. Bu tanımlardan hareketle, alışkanlığın ana unsurunu “mesafe” oluştururken, kişinin iç ve dış duyuların etkileriyle “davranışlarını tekrar etmesi” ise alışkanlığın sürdürülebilir olmasını sağlar.    

Daha güzel bir otomobil ve daha lüks bir konut dış duyuların etkisiyle insanı tetiklerken, hayâl gibi iç duyularla etkilenen insan bir ömür paranın peşinde köle olmaktan kurtulamıyorsa, durup düşünmek gerekir. AVM’lerden çıkmayan, sürekli alışveriş yapan, tüketim çılgını, sürekli döviz ve altın peşinde koşup madde biriktirmenin kölesi olmuş karakterden kurtulmak, akla uygun olandır. 

Bu koşuşturmaca birilerinin elinde insanlara yönelmiş bir silah olarak duruyorsa, yapılacak tek şey, mevcut alışkanlıkları bırakıp yerine değer yargılarımızla barışık, doku ve mayamıza uygun alışkanlıkları koymaktır. Döviz, altın, ekonomi ve market zincirlerinin topluma yöneltilmiş birer silah olmaktan çıkartılıp saldırıları püskürtmenin ve silahı tutana geri çevirmenin yolu, mevcut alışkanlıkları terk etmektir.

Alışkanlıkları terk etmek öyle kolay bir iş değildir. Yazıda bu ifade geçince, buna olumsuz bakıldığını ve alışkanlıkları terk etmekle ekonominin alâkasının ne olduğu ile ekonomik saldırıların nasıl püskürtüleceği arasında bağ kurmanın kolay anlaşılmaması mümkündür. Bunun içinse detaya inmek ve istenmedik “alışkanlıkların” ne olduğuna odaklanmak gerekiyor. 

İstenmedik alışkanlığın nasıl terk edileceğine odaklanmak ve gerekenin yapılmasının nasıl ve niçin zorunlu hâl aldığını idrak etmek lâzım. Diğer bir ifadeyle, ekonomik açıdan mevcut alışkanlıkları terk etmenin ön bilgisinden sonra, alışkanlığın insan beyninde nasıl bir oluşum içinde olduğunu görmek gerekir.  

Bir kimsenin ya da bir nesnenin başka bir kimse ya da nesne üzerinde oluşturduğu düşünce, yön ve eğilim gibi değişime yol açan güce “etki” denir. Bu etkinin insanda oluşturduğu durum ve duruma verilen karşılığa ise “tepki” denir. Bu tepkinin davranış ve ardından alışkanlığa dönüşmesi, beyin ile bağlantı kurmasıyla mümkündür. Bu tepkinin tekrarlanmasıyla “alışkanlık” oluşur. Peki, bu alışkanlık insanın kendi istediği, doku ve mayasına uygun bir his mi, yoksa etki gücünü elinde tutanların kişi ve insanlarda oluşturduğu bir yaptırım mı? 

Bu alışkanlıklar doku, maya, kültür, medeniyet ve geleneğimizle ilgili değillerse, nasıl alışkanlık hâline gelirler? Bunu anlamanın en güzel yolu, gıda örneği üzerinden yürümektir. Bir ürünün sürekli olarak tüketilmesi ve alışkanlık hâline gelmesi için beyin ile bağlantı kurması gerekir. Etki gücünü elinde tutarak toplumları ve insanları köleleştirip tüketim çılgını hâline dönüştürmek için ürün ile beyin arasında sürekli bir bağlantı kuruluyor.    

Batı kaynaklı, sağlık açısından yararı olmayan maddeler özellikle yiyeceklerin içerisine konuluyor. Bu işlem insanımızı, toplumu ve gençliği “alıştırmak” için kasıtlı olarak yapılıyor. Bu maddelerin dozu öyle ayarlanıyor ki genelde Dünya Sağlık Örgütü veya yerelde gıda ve kontrol birimlerine takılmıyorlar. Çünkü bu birimlerin çoğu atomik düzeyde ölçüm yapamıyor. Oysa etki gücünü elinde bulundurup beyinle bağlantı kuranlar atomik ölçekte çalışıyorlar.

Bu durumu bir örnekle açıklamak daha uygun olacaktır: Resmî kanalla Hollanda’dan alınan ve “1’e 40 verecek” diye ithal edilen buğday tohumlarının bizde işe yaramadığı ortaya çıkmıştı. Alınan buğday tohumları denetlenmiş ve hiçbir engele takılmamıştı. Hollandalılar tohumluk olarak ithal edilen buğday üzerinde oynama yapmışlardı. Hollanda’dan ithal yoluyla alındığı söylenen buğday ile farklı bir yolla Hollanda’nın aynı ofisinden alınan diğer buğday incelendiğinde ise atomik düzeyde farklılık olduğu tespit edildi. Hangi gıda olursa olsun, Batı’dan gelen özellikle yiyecek ve içeceklerde, amacın ticaretten öte bir hedef olduğunu görmek gerekiyor.

Beyinle kurulan bağlantı sonrasında sadece “alışkanlık” olarak kalınsa iyi, ancak durum hiç de öyle değil. Bu alışkanlıklar zamanla davranış hâline dönüşüyorlar. Davranışları Batılı gibi olan toplum, nasıl olur da kendisi gibi davranabilir?

Beyinde oluşan alışkanlıkları yöneten merkezde iki mekanizma çalışır: Bunlardan biri alışkanlığın tekrar edilmesi ve gerçekleşmesini sağlayan odak, diğeri ise alışkanlık ve davranışın engellenmesini sağlayan merkezdir. Beyindeki alışkanlıkları yöneten merkezden alışkanlığın tekrar edilmesini sağlayan mekanizma, davranışın engellenmesini sağlayan mekanizmadan daha önce etkin hâle gelmektedir. Bu nedenle istenmedik alışkanlıkların ve topluma silah gibi yönlendirilen tehdidin terk edilmesi, aciliyet arz etmektedir.