Ali Rıza Binboğa haklı çıktı, iyi mi?

“Tırnak makası bile taşımaz hiçbiri. Bunlar mı silahlı terör örgütü? Güldürmeyin beni” denilen adamlardı bunlar… Çok şükür, vatandaşlar olarak çıplak ellerle onları alt etmeyi bildik. “Bitecek ulan o kurşunlarınız!” diye bağırdıklarımızın kurşunu bir süre sonra bitti hakikaten. Levye salladığımız, yumruk savurduğumuz uçakların yakıtı da bitti sabaha doğru… Şu saydıklarımızın hiçbirini unutmayalım diye hepsini yeni baştan hatırlatmak istedim.

İKİ kutuplu dünyada, soğuk savaş döneminin en “serin” yıllarında, bir yanda NATO, bir yanda Varşova Paktı… Batıda başı çeken ABD, diğerindeyse Sovyetler Birliği… İki taraf da baskın çıkmak, güçlü olmak uğruna büyük bir mücadele içinde. Silahlanma yarışı, ekonomi yarışı, uzay yarışı bütün hızıyla sürerken, aynı zamanda spor ve sanatta da kıyasıya kapışma hâlindeler…

Biz Türkiye olarak, Sovyetler ile etrafı hemen hemen sarılmış durumdayız ancak uzaktaki müttefiklerimize sımsıkı bağlıyız. Doğu Bloku içine girmemek için direniyoruz. Bir bataklığa adım atmak gibi gördüğümüz aşikâr.

Gönlünü Sovyetlere bağlamış olan bir kesim de var ama azınlıkta. Bir kesim de Çin yanlısı; onların gönlünde yatan, Mao’nun yolu… Hep birden açıkça “komünizm” diyorlar, “Tek yol devrim” diyorlar da devrimi nasıl yapacaklarını bilmiyorlar.

Biz o zamanlar yeni terlemeye başlayan bıyıklarımızın cılızlığına hayıflanıyoruz. Fakat memleketi kurtarmaya kararlıyız. Hem sağcısı, hem de solcusunun derdi, ülkeyi daha iyi bir yere getirmek. Ya da götürmek…

Ne var ki, sağ ile sol denen kesimler arasında öyle bir çekişme, öyle bir mücadele var ki, sanki ABD ile SSCB bizim topraklarımızda buluşmuş da mini bir savaşa tutuşmuşlar. Ülkede her gün on kişi, yirmi kişi öldürülüyor. Grevlerin, boykotların hâddi hesabı yok. Ekonomi çökmüş. Yetmiş sente muhtaç kaldığımızı Başbakan’dan öğreniyoruz. Benzin yok, şeker yok, tüp yok, sigara karaborsa, tekel önünde kuyruğa girip bir saat bekleyince bir ya da iki paket veriyorlar. Samsun, Maltepe…

Zamlar yağmur gibi… Ayda bir, iki ayda bir fiyatlar artıyor. “Enflasyon” diye bir canavardan söz ediyorlar. Herkesi yutuyormuş, her şeyi eziyormuş. Zamlar öyle üç beş oranında değil, en azı yüzde otuz, yüzde elli… Yüzde yüz bile yadırganmıyordu, zira bazı ürünlere yüzde üç yüz zam geliyordu. Buna can mı dayanır?

Lisedeyiz. Dersler ya boş geçiyor, ya boykot yapılıyor. O kadar büyük şımarıklık, azgınlık var ki… Akla hayâle gelmeyecek olaylarla karşılaşıyoruz. Bizim okul, kendilerini komünist zanneden kesimin elinde. Kendilerinden olmayanları zevk olsun diye pataklıyorlar. Bir gün sınıfta ders işlenirken, kapıyı dışından çivilediler. Üç dört tane onluk çivi… Öğretmen ve öğrenciler içeride kaldı. Kadıncağız hamileydi üstelik. Müdür gelip açmasaydı, kadın belki o sıkıntı içinde hamileliğini bitirecekti. Ter içinde kaldığını ve ağladığını hatırlıyorum. Biz dışarıdan baktık, kaldık. Önce şaka gibi başlayan bu garip eğlencenin ardından galiba o hoca tayin isteyip gitti.

Öğretmenler, polisler, memurlar ikiye bölünmüştü. Sokaklar, mahalleler ayrılmıştı. Yanlışlıkla başka mahalleden geçenin vay hâline!

Başımızın üstünden kurşunların vınlayarak geçtiği de oldu, yanımızda olmadık işlerin çevrildiği de. Birkaç defa büyük badireler atlattık…

Sanatçılar da iki grup olmuştu. Hayır, üç… Bir kesim solcu -ki bunlar çoğunluktaydı-, bir kesim sağcı, bir kesim de rengini belli etmeyenler… “Ne sağcıyım, ne solcu; futbolcuyum futbolcu” diye bir slogan bile üretilmişti. Estarabim, hem sağdan, hem de soldandı.

Bazıları onu “Estar Abim” anlar, öyle sanırdı ama kimse ne olduğunu tam olarak bilmezdi; Erkin Koray’dan başka…

Bir Ali Rıza Binboğa vardı. Genç bir şarkıcıydı. “Kim öğretti alfabeyi, a, be, ce…” diyen… Fakat o şarkıdan önce olsa gerek, daha meşhur şarkısı, “Yarınlar Bizim” idi. Zira herkes yarınların kimin olacağını gerçekten merak ediyor; her kesim, yarınların, kendilerinin olmasını arzu ediyordu.

O şarkının sözleri, “Özgürlük ve barış” diye başlıyordu. (Ne güzel!) Sonra “Tüm insanların” diyordu. Ardından, “Özlemi olacak” diyordu. “Yarınlarda” diyerek ilk kıtayı tamam ediyordu. “Allah Allah!” demiştim ilk duyduğumda. Yarınlarda özgürlük ve barış herkesin özlemi olacaksa, bunu sırıtarak söylemenin anlamı nedir? Ağlayarak söylenecek bir ifade bu! Fakat o şarkıcı, ısrarla gülümsüyordu söylerken. Belki de ben yanlış anlıyordum…

Sonrası şöyleydi: “Anam, bacım, kardeşim/ Eşim, dostum, yandaşım/ Daha da mutluyuz yarınlarda…”

Haydaa…

Yarınlarda özgürlük ve barış herkesin özlemi olacaksa, nasıl hep beraber daha da mutlu olacağız?

Dur bakalım, sonra ne diyecek?

“Ağlamak yoohohook gülmek var/ Düşmanlık yoohohook dostluk var…”

Eee?

Yarınlar pek karışık be! Sene 1975 ve şimdiden belli ne olacağı? Adam görmüş. Görmüş de bakın devamında neler söylemiş:

“Yarınlarda seni sevmek var/ Yarınlarda mutlu günler var/ Yarınlar benim yarınlar senin/ Yarınlar onun yarınlar bizim…”

Burada şarkı sözlerini yazarken değiştirmemeye çalışıyorum. Ama değerli sanatçımız aslında “Yarınlar” diyemiyordu. Dikkatli kulak verenler, “Yarinlar” dediğini hemen yakalayabilirdi. “I” değil, “i” kullanırdı. Arşivden kaydını bulup dinleyebilirsiniz.

***

70’ler çok ağır geçti. Ardından 80’ler geldi. Yirmi sene öncesinde kaldığını zannettiğimiz darbeyle beraber geldi 80 senesi. 12 Eylül Darbesi, ülkenin üstünden silindir gibi geçti. Solcuların zannettiği gibi devrim olmadı maalesef! Ülke hep NATO’ya bağlı kaldı.

80 öncesinde sabahtan bir sağcı gencin öldürüldüğü silahla, öğleden sonra bir solcu genç öldürülüyordu. Balistik raporuyla ortaya çıktığında “Vay!” deyip geçtik. O “vay”ın ardından galiba anasından bahis açan da olmuştu.

Aynı silah tacirleri, aynı TIR veya gemi ile getirdikleri silahların yarısını bir kesime, yarısını öbür kesime satıyormuş. Bunu da öğrendik. Sonra darbenin olgunlaşmasının beklendiğini darbe komutanının ağzından duyduk. “Ne demek ulan bu?” diye birbirimize sorduk.

“Aslında”, “esasen”, “hattı zatında”, “mamafih”, “binaenaleyh”, “filhakika”… Deve de hakika… Anlamayan kimse yoktu da telâffuz etmek zor geliyordu. Kabullenmek çok daha zordu. Meğer oluyormuş, olabiliyormuş.

80’lerden sonra ne geldi dersiniz? Elbette 90’lar teşrif etti ülkemizi. 70’leri muhtıra ile atlatmıştık. Seksenlerde de birtakım ihtar içeren mektuplar görmüştük. Fakat 90’lar tam da “Kazasız belâsız geçiyor kaosa bulanmış yıllara rağmen” derken, çok sürmedi, 27 Şubat güm diye çöktü.

Burada yine “aslında” diye söze başlamak gerekir, haydi başlayalım!

Aslında pek de güm diye çökmemişti. Göstere göstere geldi. Kanırtarak gitti. Bin yıl sürecekti. Olmadı, kısmet değilmiş. O omzu kalabalık, kendini vatan hizmetinde gösteren, fakat hep başkasının ekmeğine yağ süren, ne yaptığını da çok iyi bilen heriflerin her biri öldüğünde, ben etrafımda kim varsa herkese kahve ısmarladım. Hiç unutmam, ilki 99 Depremi’nden kısa süre önce terk-i dünya eylemişti. Bana pahalıya patlamıştı onun göçüşü; zira o gün bulunduğumuz yerde kahve çok yüksek fiyata satılıyordu.

70’li yıllarda 2000’li yıllar çok çok uzakta addediliyordu. Öyle ki, “Uzay Yolu”, “Uzay 1999” gibi televizyon dizileri yapılmaktaydı. 80’li yıllarda da aynı anlayışın devam ettiğinin delili olarak ülkemizde çıkan “2000’e Doğru” dergisini göstersek, yeterli gelecektir.

O şarkının sözleri, “Özgürlük ve barış” diye başlıyordu. (Ne güzel!) Sonra “Tüm insanların” diyordu. Ardından, “Özlemi olacak” diyordu. “Yarınlarda” diyerek ilk kıtayı tamam ediyordu. “Allah Allah!” demiştim ilk duyduğumda. Yarınlarda özgürlük ve barış herkesin özlemi olacaksa, bunu sırıtarak söylemenin anlamı nedir? Ağlayarak söylenecek bir ifade bu! Fakat o şarkıcı, ısrarla gülümsüyordu söylerken. Belki de ben yanlış anlıyordum… 

90’lar bitti, dünya yeni bir milenyuma girdi ve 2000’li yıllar başladı. Uzay Yolu, Uzay 1999 gibi dizilerdeki gibi bir hayat neredeyse hâlâ aynı mesafede. Arada cep telefonu, bilgisayar gibi yenilikler yakaladık. Onun dışındakilerin hepsi hayâl olarak kaldı; kalmaya devam ediyor. İlerideki maçlara bakacağız artık…

Bu arada dünyada büyük ve önemli gelişmeler oldu. Doğu Bloku dağıldı. Pek çoğunun kanaatine göre komünizm çöktü. (Aksini savunan da mevcût.)

Sovyetler Birliği, birlik olmaktan çıkıp da “çokluk” olmaya yüz tutunca, Doğu Almanya ile Batı Almanya arasındaki “Utanç duvarı” denen duvar yıkıldı. İki Almanya birleşti.

ABD’nin yüzsüzlüğü arttı. Kendini dünyanın tek hâkimi, dünyanın jandarması, dünyanın efesi sanmaya başladı. İki kule verdi, iki ülke işgal etti. Yetmedi, yeni ülkeleri hedef aldı. Onları da bölmeye, parçalamaya ve sonra da yutmaya niyetlendi. “İki kule” dediğimiz, malûm, 11 Eylül’de yıkılan Dünya Ticaret Merkezi’nin iki gökdeleni... Uçaklar çarparak yıkmışlardı. Dünyaya “İslâmî terör” kavramını yaymak için bundan iyi fırsat olamazdı. “Fırsat” denilen şey, bazen kendi ayağıyla tıpış tıpış gelir, bazen de taraflardan biri kendi eliyle olgunlaştırır, oluşturur. Bendeniz bu iki kule konusunun ikinci şekilde olduğunu düşünenlerdenim.

“İki ülke” dediğimiz ise, Afganistan ve Irak oluyor. “Diğer ülkeler” dediğimize gelince, elbette Suriye ve İran…

Bu tespitleri, fakir kardeşiniz, 11 Eylül saldırısında kuleler yıkıldıktan kısa bir süre sonra yazmış idim. “Keşke yazmamış olsaydım” diyemem. Fakat övünülecek bir yanı yok. Görmek için biraz dikkat etmek yeterliydi.

O naçiz ve nazik tespitte, netîcenin bize kadar uzanacağı ve esas hedefin Türkiye olduğu da kayıtlara geçmişti. Birkaç defa tekrar etmişliğim de vardır. Hâlâ aynı fikirdeyim. Yeri geldi, bir kere daha tekrar etmiş bulundum.

Dikkat etmeyenler de gördü ki, ABD Afganistan ve Irak’a saldırırken, daha ilk Körfez saldırısı sırasında da, sonraki saldırılarında da bir tez ortaya atıyor, bir vaatte bulunuyor. Bu tezler nükleer silah, kimyasal silah vesaire olurken, vaatler ise “özgürlük ve demokrasi götürmek” oluyor.

ABD hep özgürlük ve demokrasi vaat ettiği yerlere ne götürüyor, bir bakın! İki gözünüz doğuştan kapalı olsa bile görürsünüz ne götürdüğünü: Kan, gözyaşı, ölüm… Hem, demokrasi kimin umurunda?

***

Batı ülkeleri, istisnasız, demokrasiyi ve özgürlüğü yalnızca kendileri için isterler. Başka ülkelerdeki demokrasi ve özgürlük noksanlıkları, arızaları, kusurları hiç önemli değildir. Hattâ daha da makbuldür onlar için. Hangi ülkenin halkının görüşünü dikkate almışlardır ki umurlarında olsun onların demokrasiye kavuşması?

Türkiye mi? Mısır mı? Diğer ülkeler mi? Afrika’da, Asya’da, Güney Amerika’daki hangi ülkede ABD destekli -veya ABD plânlı- darbe olduysa, halkın seçtiklerini devirerek yerine kendi istedikleri adamları getirdiler ve yine o şekilde davranmaya devam ediyorlar. Cümlenin ilk kısmına örnek diye Evren ve Sisi’yi, ikinci kısma örnek olarak da Hafter’i göstersek yeterli gelecektir.

Şayet “Gelmez” diye düşünen varsa, yazıyı baştan bir daha okusun!

Ne var ki, bizim Ali Rıza Binboğa haklıymış. 70’ler için yarınlar olan bir dönemdeyiz ve “özgürlük ve barış” hakikaten tüm insanların özlemi oldu. Hem de fena şekilde…

Bizi de onlar arasına katmak isteyenler, son on yıl içinde defalarca plân yaptılar. Her hamle geri püskürtüldü. Yargı darbesi, cart darbesi, curt darbesi derken, bir baktık, kendimizi 15 Temmuz’da ülke tarihinin en kanlı darbe teşebbüsü içinde bulduk. “Karınca bile ezmez” denen kişiler, tanklarla vatandaşları eziyordu. Arabaların üstünden geçiyordu. Uçaklar, helikopterler havadan, toplu hâlde darbeye direnenlerin üstüne ateş açıyordu.

 “Tırnak makası bile taşımaz hiçbiri. Bunlar mı silahlı terör örgütü? Güldürmeyin beni1” denilen adamlardı bunlar… Çok şükür, vatandaşlar olarak çıplak ellerle onları alt etmeyi bildik. “Bitecek ulan o kurşunlarınız!” diye bağırdıklarımızın kurşunu bir süre sonra bitti hakikaten. Levye salladığımız, yumruk savurduğumuz uçakların yakıtı da bitti sabaha doğru…

Şu saydıklarımızın hiçbirini unutmayalım diye hepsini yeni baştan hatırlatmak istedim. Her neka sürçü lisan ettimse, affola…