
TEMMUZ 2021... Ailece
çıktığımız yaz yolculuklarından birindeyiz yine. Bu mevsim, bu yolculuklar
bizim için gökyüzüne kavuşmakla eşdeğer. Yazın şimdiki vakitlerinde arabaya
atlar, hiç bilmediğimiz şehirlerin yollarını tutarız. Dağların, taşların, ulu
ulu ağaçların gövde gösterileri eşliğinde süzülür yollar gözlerimizin önünde.
Biz ruhumuzu yola revan kılmış sakince izler, şahitliğimize şükrederiz araba
camından ötelere…
Sivas’tayız.
Daha önce de uğradığım bu şehir bende göğe uzanan medrese ve cami kapılarıyla
özdeşleşmiş hâlde. Tanışıklık ve özlem iç içe geçmiş hâlde kavuşuyorum ona. Yol
beni Gök Medrese’ye götürüyor. Ne ile karşılaşacağımdan habersizim, çünkü daha
önce geldiğimde restorasyon görüyordu burası. O mükemmel yapıya gözlerimi
süremeden, masmavi ibrişim taşlarını, kocaman avlusunu temaşa edemeden
dönmüştüm bu diyardan. Şimdi ben, mağrur bakışlarla giriyorum içeriye.
Sağ
tarafta taştan, küçük bir odaya süzülüyorum. Aynalı camekânda içime işleyen o
şeyle karşılaşacağımdan habersizim henüz. Ali’nin defteri bu. Eski harflerle
nakış nakış işlenmiş küçük bir hatırattan bahsediyorum. Cam fanusta özenle
saklanmış, misafirlerin nazarına sunulmuş bir hayattan bahsediyorum. Ali kimdi?
Buraya ne zaman geldi? Mezarı nerede? Neydi, ne oldu, nasıl yaşadı, nasıl öldü?
Ve dahası… Aklımda tüm bu sorularla bu küçük defterin karşısında çakılıp
kalıyorum. Gözlerimden yaşlar boşanıyor. İnsan hayatına akıl sır erdiremiyorum.
İnsanoğlunun
yaşamının başlangıcı gerçekten belirlenebilir mi? Ali buraya geldi, bu beldeye
ayak bastı, bu medresenin kapısından girdi. İşte karşımda gerçek mahiyeti ile
bir el yazısı duruyor. O hiç görmediğim, hiç sesini duymadığım, gözlerine
bakmadığım, yüzlerce yıl sonra bir yolculuk esnasında hatıratına rastladığım
insanın karşımda dipdiri durduğunu hissediyorum. Bir şey eksik ki, o konuşuyor,
ben onu anlayamıyorum.
Eski
harflerle doldurulmuş bu sahifeler, bu mürekkep lekeleri, bu uzun ince harf
kıvrımları bana, bize bir şeyler anlatmak istiyor lâkin sağır kulaklara
ulaşmıyor bu sesler. İnci gibi sıralanmış kelimeler ne anlatıyor, hangi
tasvirleri, hangi hayat hikâyelerini, hangi sevdaları, düşüp kalkmaları
barındırıyor içerisinde, bilemiyorum, anlayamıyorum onu. Gözlerim daha da
ıslanıyor.
Burada,
karşımda, elimle uzansam dokunacağım uzaklıkta böylesi bir gerçeklikle
karşılaşmış olmak beni sarhoş ediyor. Başımın döndüğünü hissediyorum yavaştan. “İnsanoğlunun
bu serüveni, hayatta kalma telaşı ne denli ilginç!” diyorum, “Ne denli boş!”
diye yineliyorum içimden. Bu bir ömre sığdırmak için insan, nelerden vazgeçip
neleri heba ediyor? Ve sonra ardından kalan yalnızca bu birkaç sahife işte! Bu
düşünce beni daha da sersemletiyor. Ayetleri hatırlamaya çalışıyorum. Ateşin ve
nurun varlığı, ötelere uzanacak olmanın inancı beni sakinleştiriyor. Ali orada.
Gök
Medrese’nin göğe uzanan taş duvarlarının arasından koşarcasına çıkıyorum
dışarı. Kaçıyorum belki de. Hayattan ve ölümden… Yaşamaktan, yoldan,
yürümekten, hatıralardan, el
yazılarından, Ali’den... Yarım saat geçmiyor, şehrin meydanında, elimde bir
parça kâğıt ve kalem, ilk bulduğum taşa oturup karalayıveriyorum sıcağı
sıcağına:
“Ali’nin hatıra defteri… Yalnızca adı kalmış, kaleminden dökülen satırlar camekân içinde sergilenirken eski yazıyı okuyamayan biz, ona boş gözlerle bakıp geçiyoruz. İlim yolunda mıydın, ne zaman geldin, nereye gittin, mezarın nerede? Hayatının başlangıcı da, bitişi de meçhul bir şahsın ‘Ali’ ismine bakıp iç geçiriyoruz. Zaman ne denli ilginç bir olgu, insan ne denli unutulmaya yüz tutmuş…” (22 Temmuz 2021)