
EMİNİM, sizde de
oluyordur; Canınız bir şeyler ister ama ne istediğini bilemezsiniz. Tatlı, tuzlu,
acı, ekşi derken tatları hatırlamaya çalışır ve içinizdeki o açlığı neyle telâfi
edeceğinizi bulmaya çalışırsınız.
Benzer
bir durumsa şöyle: Bir şeyler yapmak istiyorsunuz ama ne yapacağınızı
bilemiyorsunuz. “Acaba film mi izlesem, müzik mi dinlesem, kitap mı okusam,
şöyle bir dolaşsam mı, bir arkadaşımı mı arasam?” gibi, daha önce
yaptıklarınızı hatırlamaya çalışır ve içinizdeki o isteğin hangisiyle
giderilebileceğini bulmaya çalışırsınız.
Sözlerle
ilgili böylesi durumlar da karşınıza çıkmıştır. Birkaç kişi oturmuş sohbet
ediyorsunuzdur, öyle bir ortam olur ki, söylenecek söz bulamazsınız; sanki
konuşulacak, söylenecek bir söz artık yoktur. Eskiler böyle anları aşmak için “Mavi
renk nedense hâlâ mavi” veya “Havalar da bu mevsimde hep böyle oluyor nedense”
gibi sözler söylerlerdi.
Canımızın
hangi lezzeti istediğini, ne yapmak istediğini bilemediğimiz hâlimiz böyle de
ne yemek istediğimizi, ne yapmak istediğimizi, ne söylemek istediğimizi
bildiğimizi zannettiğimiz çok mu farklı sanki?
Almanya’da
büyük bir markete girdik. Bir taraftan yüksek sayılabilecek müzik sesi, bir
taraftan kalabalık arasında o büyük marketi geziyorduk, her zamanki merakım
olan elektronik ürünlerin olduğu reyona doğru gittik. Cihazlarla ilgili
konuşurken küçük bir ses kayıt cihazı dikkatimizi çekti. Üstelik 150 avrodan 85
avroya düşmüş fiyatı. Neredeyse bir saniye bile düşünmeden hemen aldım. Bir şey
alma ihtiyacımı tatmin etmiş olsam gerek ki başka bir şey almadım. Alışveriş
sonrası o cihazı birkaç kez kullandım fakat daha sonra hiç elime almadım.
Düşünüyorum da, onu niye aldığıma, o parayı niçin verdiğime bir anlam
veremiyorum. Hâlbuki bilerek karar vermiş, isteyerek almıştım. Eğer onu o gün
almasaydım, büyük bir ihtimâlle yazılarımdan birinde o ses kayıt cihazını
alamayışımdan dolayı hissettiğim hüzünle ilgili hatıramı okuyor olurdunuz.
Allah’ım, bu ne yaman bir çelişkidir!
O
yıllarda henüz kör olmamıştım. Kapalı mekânlarda sigara yasağı falan da yoktu.
Bilmem hatırlar mısınız, hastane koridorlarında “Sigara içilmez” levhaları
olurdu. Çocuk aklımla bile fark ettiğim çelişkili bir görüntüyü hatırlıyorum.
Tam da o levhanın altında, elinde sigarasıyla önlüklü bir hekim… Sigaranın
zararlı olduğunu hekimlerden duyar, biliriz. Zararlı olduğunu bile bile bu
hekimler niçin içerler ki sigarayı? Hani akılsız, bilgisiz veya aşağılık
kompleksinde deseniz, ne öyleler, ne de bir komplekse girmeyecek meslek
gruplarının başında hekimlik gelir. O hâlde niçin sigara içerler? Sadece onlar
mı? İçen hemen hemen herkes bilgi, bilim, akıl yönlerinden beni ceplerinden
çıkarırlar ama sigarayı yine de içmeye devam ederler. Peki, neden?
Sigara
veya alışveriş falan öyle de, ya yemek, obezite meselesi çok mu farklı?
Sağlıktan tutun da inanca kadar, bilimden tutun da estetiğe kadar herkes ve her
şeyin dediği, “Çok yemeyin, obez olmayın” değil mi? Peki, bize bu yanlış
hareketleri kim yaptırıyor veya biz niçin yapıyoruz? İşte demeye çalıştığım “algısal
açlık” bu!
Psikolojide
bedene dayalı davranış meydana getirmek için “klasik şartlama” denen bir
yöntemden bahsedilir. Bunun hayvan deneyleri çok meşhurdur. Meselâ bir fareye
ışığı yakmasını öğreteceksiniz. Fare düğmeye bastıkça yiyecek veriyorsunuz.
Fare acıktıkça yiyecek almak için düğmeye basıyor. Dolayısıyla acıktıkça
düğmeye basarak âdeta yemek siparişi veriyor. Bunun başka bir uygulaması da
var. Meselâ hayvana bir ses veya ışık yayıyor, ondan sonra yiyecek veya ceza
veriyorsunuz, hayvancağız onu duydukça veya gördükçe başına ne geleceğini
biliyor. Ona göre davranışlar gösteriyor. Malûmunuz, “ayı oynatma” denilen de
benzer bir yöntemle yapılıyor.
Yine
kör olmadan önceki gördüklerimden birini daha arz edeyim: Bir tıraş bıçağı
reklâmıydı. Bir erkek tıraş oluyor, kapının önüne çıkar çıkmaz çok alımlı bir
hanımla kol kola giriyor ve keyifli keyifli gidiyorlar… Tıraş olmamış başka bir
erkek de onların ardından bakakalıyor. Klasik şartlama yöntemine göre
değerlendirme yaparsak, “Bu marka tıraş bıçağıyla tıraşını olursan böyle güzel kadınlar
seni de tercih ederler” denilmiş oluyor. Sonra da biz garibanlar şu marka tıraş
bıçağını alalım, şöyle muameleler görelim, bu marka elbiseyi giyelim, böyle
beğenilelim, falan yiyeceği alalım da öyle olalım diye gece gündüz debelenip
duruyoruz.
Ah
dostlar, ben şimdi neye yanayım? Hayvanlara yapıldığı gibi klasik şartlama
yapılarak birileri tarafından güdüldüğüme mi yanayım, onca saçma sapan şeyi yiyip
içtiğime, giydiğime, kullandığıma mı yanayım? Bana hayvan muamelesi yapanlara,
ailemi, dinimi, imanımı, değerlerimi ihmâl etme pahasına para kazandırdığıma mı
yanayım? Öyle bir ahlâksız düzen ki, beni reklâmlarla klasik şartlamaya bağlar,
ürünün fiyatına ekleyip parasını benden alır. Ambalajlamayla klasik şartlamayı
güçlendirir, ambalajın parasını benden alır ve üstelik sonra o çöpleri geri
dönüşüme atmak için yine beni çalıştırır. O da yetmez, o kıyafetleri
temizlemek, ütülemek, kurutmak için makineler yapar, parasını benden alır. Onca
yemeği yedirip paramı sömürdüğü yetmemiş gibi, bir de obezlikten kurtulmak için
bana çeşit çeşit spor aleti, çay, şurup satar. Bende “algı” oluşturarak her
şeye “açlık” hissettiren düzenle yani “algısal açlık” ile başa çıkabilmem
mümkün mü?
Elbette
mümkün!
İşin
çok evveliyatını bilememekle beraber bunun gibi hâller ve fiiller binlerce
yıldan beri var ve medeniyetimiz bunların çaresini de bulmuş durumda. “Zaruret,
hacet-i asliye, iktisat, israf ve kanaat” gibi pek çok kurtuluş veya korunma
reçetesi ve yöntemleri var. Bunları araştırma, öğrenme fırsatı bulamazsanız,
bakarsınız, o konunun da sohbetini birlikte ederiz. Bunların sohbetini de sık
sık yapmak lâzım. Çünkü ne kadar az muhtaçsanız o kadar hürsünüz, kendinizsiniz
ve insan onuruna mütenasip bir hayat yaşayabiliyorsunuz demektir.