Algın neyse osun

En iyi düşünce, duygu ve davranış, bu algının gereği ile yapılan ve bu algıyla tutarlı olan düşünce, duygu ve davranışlardır. Bu algıya sahip olup gereğini yaptıkça çevreniz de, ilişkileriniz de, iç dünyanız da ona göre şekil alır. Hâsılı, artık her bakımdan eşref-i mahlûkat olursunuz!

YAKINIMIZ olan bir genç, başka ülkelerden öğrenci getirtip okutma çalışmasını yapanlar hakkında, “Hayrına yapmıyor herhâlde” dedi…

Aklıma, “Hayrına yapmıyorsa sence niçin yapıyor?” şeklinde bir soru geldi ve sordum. O cevabını düşünürken, benimse dudaklarımdan şu kelimeler döküldü: “Müslümanlar her ne yaparsa yapsınlar, ‘hayrına’ yaparlar, Allah rızasını gözetirler…”

Sohbetimiz derinleşti. Biz Müslümanların algılarında değişiklik oldu. Orucun faydalarını konuşur olduk. Abdestin faydaları, zekâtın toplumsal faydası, namazın günlük hayatımızı düzene sokması gibi konular bir çırpıda söyleyivereceğimiz başlıklar oldu. Belki de insanın ne olduğu sorusu gündemimizde olmadığından, “Daha dün akşam selâmlaştık, son derece sağlıklı ve neşeli görünüyordu, ölüvermiş!” ifadeleriyle beden merkezli düşündüğümüzü ve eceli devre dışı bıraktığımızı itiraf ediyoruz. “Kendi algımıza göre biz neyiz? Kendimizle ilgili algımız doğrulara dayanan bir algı mı, yoksa bize empoze edilen bir algı mı?” gibi sorular, sanırım kendimizle buluşmamızı sağlayacak cevapları taşıyor olsa gerek.

İnsanın algısı değişebilir mi? Evet, değişebilir. Algı, içinde bulunduğumuz şartlara ve topluluklara göre oluşur. Algının doğrulara dayanıp dayanmadığını ise doğru sorularla bulabiliriz. Örneklerimizi engellilikten seçelim. Eğer Soyadı Kanunu şimdi çıksaydı, sizce “Topal”, “Sağıroğlu” veya “Kör” gibi soyadlar alınır mıydı? Bence alınmazdı. Bırakın soyunun adı yapmayı, günlük hayatta bile şu an kullanılması istenmiyor. İşte o zamanki algılara göre bunlar sarışın, esmer, maviş gibi sıfatlardı ve insanlar o şekilde kendilerini veya birbirlerini tarif ediyorlardı. Peki, niçin sakat, topal, kör, sağır olmaktan gocunmuyorlardı?

Eğer kendi medeniyetimizin insan tarifiyle pozitivist Batı medeniyetinin insan tarifini karşılaştırırsak, mesele daha kolay açıklığa kavuşacaktır. Pozitivist Batı medeniyetine göre insan, maymunun gelişmiş versiyonudur ve müdahalelerle arzu edildiği şekle ve standarda getirilebilir. O yüzden zekâ testleri çıkmış, o yüzden bedene müdahale edilmiştir. Hatta insana ne düşüneceği ve hissedeceği, nasıl düşüneceği ve hissedeceği ve nasıl davranacağı öğretilebilir ve ona istenen şekil verilebilir diye kabul edildiğinden şu anki eğitim sistemi geliştirilmiş ve çocuklar küçük yaştan itibaren formatlanmaya çalışılmıştır. Tabiîdir ki, kazın ayağı öyle olmadığından her seferinde duvara toslanmış, bu felsefeye kuvvetli bir şekilde iman etmiş Hitler Almanya’sı ile Komünist Sovyetler kaybolup gitmiştir. Diğerlerinin durumu da hiç iyi görünmüyor.

Verdikleri eğitimle çocukları şekillendirmeye kalkan rejimler, arzu ettikleri sonucu elde edememişlerdir. Bedene müdahale etmeyi en tabiî işlemlerden biri gibi görenler hâlâ ölümü yok edememişlerdir. Hatta sakatlığı ortadan kaldırmak üzere çıkmış pozitivist Batı medeniyeti, yüzde 15’leri geçen sakat nüfus tablosu karşısında ancak seyirci durumundadır. Batı etkisiyle çocuklarına istedikleri şekli vermeye kalkışan Müslüman anne babalar da hayâl kırıklığı içindedirler. “Allah’ım, nerede eksik yaptık da bizim çocuğumuz böyle oldu?” sorularını sık sık duyuyorum. Bizler nasıl Rabbimizin kulları ve O’nun kanunlarına tâbi isek, çocuklarımız da öyleler. İşte bu algılarımızı bir an evvel değiştirmek mecburiyetindeyiz.

Bizim medeniyetimizin “İnsan eşref-i mahlûkattır” anlayışı her geçen gün haklılığını ispatlamaktadır. Her insan diğerinden farklıdır, özgündür. Her insanın potansiyeli vardır. Beden, insana verilmiş bir emanettir. Onu hor kullanmamalıyız. En temelde yer alan bu yaklaşıma göre hâl ve hareketlerimiz şekillenmelidir. Eğer kabulümüzle, yaklaşımımızla yaptıklarımız, sözlerimiz, düşüncelerimiz ve duygularımız ahenkli ve tutarlı olmazsa işin içinden çıkılmaz, hatta gülünç durumlara düşeriz. Hem Müslüman olup Allah’a inanacak, hem de namazı faydalı bulmazsak kılmayacağız. Yani Allah’a şöyle bir acziyet atfetmiş oluyoruz: “Allah namazı emretti emretmesine de gereksiz bir şey. Dolayısıyla Allah bizi gereksiz şeylerle meşgul ediyor. Biz de o yüzden kılmıyoruz. Allah bizden gerekli ve anlamlı şeyler istesin, biz de yapalım.” Bu cümlenin anlamı şu: “Biz bir şeyin gerekli ve doğru bir şey olup olmadığını bilecek kapasitedeyiz. Hatta kapasitemiz öyle fazla ki Allah’tan bile daha iyi biliyoruz.” Ne kadar komik, değil mi? Eğer böyle acziyeti olsa o zaman ilâh olamaz ki… Bunlar gibi daha neler neler!

Gelelim kendimizle ilgili algımıza…

Acaba bizim algımıza göre, biz maymunun gelişmiş bir versiyonu mu, yoksa eşref-i mahlûkat mıyız? Düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız nasılsa gerçek algımız da odur. Eğer dil alışkanlığıyla değil de inanarak, “İnsanlar onca talebeyi hayrına mı okutuyorlar sanıyorsun?” diye Müslümanlara hakkında bir söylemde bulunuyorsak, demek ki biz, “İnsan eşref-i mahlûkattır” anlayışını kabul etmiyoruz. Çünkü o anlayış, her şeyin Allah rızası için yapıldığını, yapılması gerektiğini peşinen kabul eder. Örnek olarak seçtiğimiz “Hayrına mı yapıyorlar?” ifadesi gibi, bizlerin algı gereği yaptığı o kadar çok davranış, ürettiği düşünce ve hissettiği duygu vardır ki bundan boğazına kadar “İnsan maymunun gelişmiş versiyonudur” anlayışının içinde olduğumuz sonucu çıkar. İşte bunun gibi algılarımıza göre olan duygu, düşünce ve davranışlarımızla hayat tarzımızı belirler ve ona göre yaşarız. Bu da bizim hayatımızda öyle sonuçlara yol açar ki ya huzur, mutluluk ve keyif içindeyizdir yahut karanlıkta veya onun gibi bir yerlerde yani kendi algımızla inşâ ettiğimiz bir ortamdayızdır artık.

Şöyle basitçe formülleştirelim: Fıtrî özelliklerimiz, şartlarımız ve çevremizde olup bitenlere göre bizde bir algı meydana geldi ve o algıya göre hareket ettik, hissettik, düşündük, yaşadık… Dolayısıyla ne gibi düşünüyorsak, hissediyorsak, davranıyorsak o olmuşuzdur. Yani algımız neyse o... Tüm bunlardan sonra şunu kolayca diyebiliriz: Başta kendimizle ilgili algımız olmak üzere çevremizdeki, aklımızdaki ve duygularımızdaki her şeyle alâkalı algılarımızı değiştirebiliriz. Özellikle empoze ve dayatma ile adeta enjekte edilen algılardan kurtulup özgürleşebilir, kendimize gelebiliriz.

Son örneğim de kendimden olsun…

Yazılarımızı okuyanlar veya bizi tanıyanlar bilirler ki, şahsen kör, genel kategori olarak söylersek engelli, sakat veya özürlü biriyim. Sakat, özürlü veya engelli algısını, aşağı yukarı tarif ve tasvir edecek kadar hepimiz biliriz. Bir başka ifadeyle, “Sakat, özürlü veya engelli kişi kimdir? Onları özellikleri, yapıp yapamadıkları ile nasıl tarif edersiniz?” diye birine sorsanız epey cevap alırsınız. Bu algıyla ilgili epey araştırma da var zaten. Bu algının iyi mi, kötü mü olduğunu anlamak içinse şunu sormanız yeterlidir: “Sakat, özürlü veya engelli olmak ister misiniz?” “Evet” şeklinde bir cevabın duyulacağına pek ihtimâl vermiyorum. Dolayısıyla insanlar bu konuda iyi veya kötü bir algıya sahipler ve pek tabiî ki ona göre davranacak, düşünecek ve hissedecekler. Bana da öyle davrandılar ki, neredeyse kendi algılarındaki sakata, özürlüye veya engelliye dönüştüreceklerdi beni de. Yani o olmak istemedikleri sakata… Hamdolsun, birtakım farkındalıklarımızla bundan kurtulduk.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliyorum: İnsanların olmak istemedikleri bir durum olan sakat özelliğine sahibim ve bundan hiç mi hiç şikâyetçi değilim. Aksine, Allah’a hamd ediyorum. Birtakım doğruları fark ederek kendi algımı ürettim ve yaşama zevkine, mutluluğuna, keyfine vardım. Ve bu farkındalığımı sizinle paylaşmak istedim.

Netice olarak tecrübelerime, bilgilerime ve düşüncelerime göre kendimizle ilgili en iyi ve en doğru algı, eşref-i mahlûkat olduğumuz algısıdır. En iyi düşünce, duygu ve davranış, bu algının gereği ile yapılan ve bu algıyla tutarlı olan düşünce, duygu ve davranışlardır. Bu algıya sahip olup gereğini yaptıkça çevreniz de, ilişkileriniz de, iç dünyanız da ona göre şekil alır. Hâsılı, artık her bakımdan eşref-i mahlûkat olursunuz!