KİMSECİKLERİN bilmediği ve görmediği
bir yanı vardır insanın. Çetin cevizler gibi sağlam bir kabuğu... O kabuğun
içinde korunur, güçlenir, dinlenir, yaralarını sarar, saklanır, düşünür,
Yaratanı ile baş başa kalır. Vicdanıyla hesaplaşır, geçmişe sığınır, geleceği
tasarlar. Her şey o mahrem alanda gerçekleşir.
Akşam
olur, kapılar kapanır. Açlık, tokluk, sevinç, keder; her şey içerde kalır. Surlar
çekilir, kapılara muhafızlar konulur. Şehir içeride kalır, düşman dışarda.
“İçim
yanar meşe koru, dışım güler düşman zoru” derdi anacığım, hiç unutmam. Daha çok
yanmamak için yanarken gülmeyi öğrenir insan. Reddedilme korkusuyla sevda, dilin
ucundan döner, yutkunarak saklanır. Settar olan O. Gizlenen ama apaçık olan O.
Herhâlde bizde de var bir gizlenme tutkusu, seyredilmek hevesi kadar. “Kol
kırılır, yen içinde kalır”… Kemik kaynar, iyileşir kimseler görmeden. Sağ el
verir sol el görmeden.
Dalı
kırılan ağaç, üstüne basılan çimen, öldürülüp üstüne bir “Oh!” çekilen
sivrisinek dahi her hücresiyle hayata tutkun ve mahremiyetini koruyor. “Hücre”
dedim ya, alacağı gıdayı seçiyor ya da reddediyor. Öyleyse ben de özel ve
korunmuş bir alanda yaşamayı hak ediyorum. “Kendimle baş başa kalacağım saatler
ve kuytular olmalı” diyorum. İnsan bu ya, görülmemek ister bazen; Meryem gibi
unutulup gitmek ister.
Evimden
çıkıyorum, kapıya sıkıştırılmış ya da arabama binmeye çalışırken sileceğe
takılmış broşürleri görünce sabır çekiyorum. Trafikte şerit ihlâli yapan
birinin mahremiyet saldırısı yüzünden kaza atlatarak varacağım yere varıyorum. Telefondan
bir bilgi aramak isterken reklâm hücumundan asıl aradığıma ulaşmak için epey
bir mücadele veriyorum. Caddeye çıktığımda, yerlerde ahlâksızların telefon
numaralı davetiyeleri ayağıma takılıyor. Telefonum çalıyor ve telesekreter ha bire
bir şeyler tanıtıyor, pazarlamanın en arsız ve saygısız hâliyle uğraşıyorum.
Gözümü karşı duvara çevirip yeniden başka manzara bulmak için çırpınıyorum;
çünkü duvarı sprey boyayla çirkin cümlelerle karalamışlar.
İnsan
sokağa çıkarken, hatta evde bile kıyafetine dikkat eder, göze saygısından.
Evine bir misafir geleceğinde derler toplar, başka gözlere hürmetinden. Görüntü
kirliliğine sebep olan ben olmayayım. Güzeli sunmak varken aman! İmanın en
aşağı mertebesi yoldan bir ezayı kaldırmakmış. Göze batan her şey gönle de
batar. Ne bir kalbin, ne bir aklın, ne de bir evin mahrem alanında istenmeden
yer almak istemem. Görmek isteyen, önce gönlünde yer açar zaten. Arsızca göz
önünde yer işgal etmeye ne gerek var? Kulağın hakkı da gözden kalır değil hani.
Herkesin uyuduğu bir vakitte evin önünde kulak zarı patlatan satıcılar,
trafikte çalan kornalar, gece yarılarına kadar susmayan düğün şarkıları, komşu
gürültüleri ve daha saysam neler neler... Yazık! Kulağımın, ruhumun, dinginlik
hakkının çalınışına yazık!
İsteyen
su şırıltısı, kuş cıvıltısı dinlesin, isteyen istediğini katsın ruhuna. Demem o
ki, zorla başka kulağa girmenin bir bedeli olmalı. “Onlara gözler, gönüller,
kulaklar verdik” diyerek Sahibi Kendisini hatırlatıyorken, göze kulağa hürmet,
Hakk’a hürmettir. İnsan, ana karnında yalnızdır, Rahmân olan Yaratanıyla
rahimde doğmayı bekler. Rahim mahremdir, beden mahrem... Çepeçevre korunmuştur
her tehlikeden; sonra doğar ve onu itip kakarlar, yaralarlar. Çünkü özgürlük
sınırlarını çiğneyecek kadar hâdsizlerle bir arada yaşamak zorundadır. Göz, her
şeye bakarak hırsız olsun diye durmuyor yuvasında. Gözün yaratılma sebebi,
kayıtsız şartsız seyretmek değildir çünkü. İzinsiz, gönülsüz bir başkasına gözümüzü
dikip bakmak, onu göz hapsine almaktır. Bir bakışla birinin özgürlüğünü
katletmek, insanı zulme ve zorbalığa sürükler. Özgürlüğün tadı, kıymeti neyle
kıyaslanabilir ki? Gözün tepeden bakışı, harama bakışı, hapsedici bakışı, ezici
ve alaycı bakışı öylece kalacak mı sorgusuz sualsiz? Ekranda her görüntüyü, her
videoyu sınırsızca izlemek mi gözün hakkı?
Dilin
de göz gibi ihlâl taşkınlığı oluyor ne yazık ki! İftirası, lâf çarpması, alayı,
hakareti, küfrü yalanı... Ama dile düşmek az çile değildir çekene. Ağızdan
çıkanı kulak duymalı ki söz güzel bir şekle bürünsün, tatlansın. Yoksa söz ok
olur, dönmez yerine. Zamansa gelmez geriye; telâfi için nefesi tükense de gönül
tamir olmaz. Dilin ucuna kadar gelen sözü bile son bir tartmak, aklın görevidir
bilene.
Bir
başka ülkenin kara sularına girmiş bir ticaret gemisi bile, izinsiz ise savaş
gemisine dönüşür ve masumiyetini kaybeder. Ne dil, ne göz, ne kulak, ne el, ne
ayak yaptığından habersiz. Amacı bellidir her tavrın, her bakışın, her sözün.
Dünyalık mıdır, ahretlik midir, bilir sahibi.
Sessizce
düşünmek isterim bazen her insan gibi. Huzurumu bozacak her şeyden kaçmak
isterim. Susmak isterim yahut. “Söz gümüşse, sükût altın” mertebesine boşuna
yükselmemiş ya… O zamanlarımda soru soranlar, arayanlar, konuşanlar sussunlar
isterim. Kulağımın mahrem limanına demir atmak isterim.
Damak
zevkini bilen sahtekârların para uğruna midelere zehir doldurduklarını görmek
üzüyor beni. Bütün zararlı yiyecek içeceğin tadı muhteşem. Öyleyse gümrükten
silah sokmak gibi bir şey bu. Boğaz ihlâli ve her lokma savaş gemisi...
Damağımın, midemin mahremiyetini irademle korumak zorundayım. İrade öyle hafife
alınacak bir güç değil elbet. Ona sahip çıkıp namerde teslim etmemek gerek. “Çok
lezzetliydi, dayanamadım” cümlesi yerine “İrademe hâkim oldum, yemedim” demek
daha çok yakışır insana.
Ana
karnında ve mezarda iki karanlıkla yapayalnız baş eden ve Rabbiyle halvete
çekilen insan, anlasın ki kıymetli. Kıymeti, mutlak akılda var oluşunda sır,
kıymeti toprak oluşunda, hem sevabında, hem günahında sır. Sırrı ateşten gömlek
ve sırdan öte aşikâr. O Allah ki, Cebrail’i suhufta, dört kitapta, Kur’ân’da
gizlemiş. Mikail’i yağmurda ve rüzgârda, İsrafil’i kaderde ve zamanda, Azrail’i
ise canda gizlemiş. O öyle bir sırlamış ki Kendini, göz alabildiğine aşikâr
imiş. Keramet tahtında insan için dizler çöktüren, meleklerden ötelere götüren
Allah, eşref olan, günahına Cehennem yaratılan, sevabına Cennet ve Cemâl vaat edilen
insan... Gönlü mahremdir onun, fütursuzca herkes istediğini söyleyemez. Yolgeçen
hanı gibi gelen geçen uğrayamaz. Onun gizlisi de, açığı da Alîm olan Allah’a
ayan. İnsan muhkem kaleleriyle bir devlet, korunmuş gökyüzüyle bir dünya ya da
kâinat... Ve ona açılan bir kapı vardır ve bir anahtar...
Modern
zaman insanı, ne yediğinin, ne giydiğinin, ne gördüğünün, ne duyduğunun, ne
söylediğinin farkında mı acaba? Yediğimiz karın doyurmuyor, giydiğimiz
bedenimizi korumuyor, gördüğümüz gözümüzü ışıtmıyor, söylediğimizi kulağımız
işitmiyor, duyduğumuz gönlümüzü arıtmıyor. Üstelik bu kadar kendimize hasretken,
kimseden saklanacak gidecek yerimiz de yok. Çırılçıplak ve savunmasız
ortalardayız, aslında tok değiliz, aç açıktayız. Hayvanat bahçesinde seyredilen
ve türünü örnekleyen bir canlıyı düşünüyorum da… “Farkımız olmalı” diyorum…
“Fotoğraflama
ile kayıt altına aldığımız mutlu karelerin mahremiyeti var mı?” diye de
düşünüyorum. Yok, hem de hiç yok, öyle değil mi? Paylaşma tutkumuz mu açığa
çıktı, kime neyi kanıtlama peşindeyiz, bilmiyorum. İçimizin kuytuları keder
doluyken gülücüklerle pozlar veriyoruz. “Dışı seni, içi beni yakar” desem
yeridir. Yemeğimiz herkesin canını çektire çektire geçiyor boğazımızdan, gezip
dolaştığımız her yer, doğum günü kutlamalarımız, çocuğumuzun her bir anısı
gözler önünde. Bunlar şimşekleri çekmiyor mu dersiniz? Nazarı kıskançlığı
mayalamıyor mu? Eşi olan eşini, çocuğu olan çocuğunu, evi olan evini, arabası
olan arabasını, yiyen yediğini, içen içtiğini paylaşıyor. Ben de kaçamadım bu
belâdan doğrusu, ucundan kıyısından bulaşıyor insan. Mahremiyet haklarımıza en
başta kendimiz sahip çıkmalıyız ama nedense özelimize herkesi biz davet
ediyoruz. Sonra da çilesini biz çekiyoruz.
Yeni
yaşam tarzına alışamamış bir kalple eskileri arıyorum her geçen gün. Perdeler
kapanırdı akşamla beraber, herkesin yediği içtiği, güldüğü ağladığı kendineydi,
hayır dualarla bakılırdı bebeğin yüzüne. Allah ne verdiyse “Elhamdülillah”
derlerdi; sofra mahremdi, ev mahremdi, vücut mahrem.
Alenî bir mahremiyet anlayışının kucağına düştük ister istemez. İnsan eşreftir hâlbuki, uluorta pazara sermez her şeyini. Kendine has tavrıyla anlam katar hayata. Kıymeti, pahası İlâhî Nazarda sırlanmış, nurlanmıştır insanın. Hayâ ne güzel şubesidir imanın…