Âlemler seyrinde (2)

Hayatın sonunda, biriken bilgi/ömür datası, artık kapasiteli bir sâbit disk hâlini almış olan ruhla birlikte yukarı çekilir. Arkadaki cesette/bedende kalansa toprağın hâfızasında olan temel element bilgisinden ibârettir. Bu nedenle beden, aslına dönmekte hiç zorluk çekmez ve birkaç yıl içinde toprağa dönüşür.

SERİMİZİN ilk bölümünde belirttiğimiz üzere toprak âleminin maddelerinin/nesnelerinin/mahlûkatının tamamı, bu dünyada programları belleklerine yüklenmiş şekilde, “kimlikli ve kişilikli” olarak varlar. Yani demirin demir programı, bakırın da bakır programına göre kodlanmış olduğu söylenebilir.

Bu bağlamda devam edersek, dünyada var olan 118 element de ayrı ayrı programlarda…

Daha evvel de söylediğimiz “Her şeyden önce (madde olarak) su vardı” sözüne binaen, 118 elementin akabinde ortaya çıkan ilk madde “su”…

Molekül kapsamında en kolay ulaşılabilen yapı, suyun yapısı; bundan dolayı suyun programı ortaya çıktığında sıfır noktasında. Yani ne oksijenin programını taşıyor, ne de hidrojenin programını. Su, bu noktada bir anlamda defter misâli boş…

İlk andan sonrası ise, duruma göre yazılacak suyun hayat hikâyesi… Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Su, yeni kayıtlar için hazır sayfalar… Yani “Mahfuz”un boş sayfaları/levhaları… Ve bu nedenle ırmaklar, denizler, göller ve tabiî ki canlıların bünyesindeki hücre sıvıları, ömürleri sırasında içinde bulundukları “tas”a göre kendini tasarlayan ve bu arada gördüğünü/duyduğunu kayda geçiren bir defter olmak durumunda…

Bu noktada Japon araştırmacı Masaro Emoto’nun ünlü “Sudan Gizli Mesajlar” deneyinden bahsetmek gerekir.

Deneye göre, su moleküllerinin düşüncelerimizden, duygularımızdan ve kullandığımız kelimelerden etkilendiğini bulan Dr. Emoto, suyun söylenen sözlere, hissedilen duygulara, gösterilen görüntülere ve dinletilen müziğe göre nasıl bir değişim gösterdiğini birbirinden muhteşem su kristali fotoğraflarıyla gözler önüne seriyor.

Deney esnasında bir süreliğine iki farklı suyun ilkine iyi sözler, diğerine kötü sözler söyleniyor. Daha sonra su molekülleri mikroskopta incelendiğinde görülüyor ki su kristalleri, ilkinde bir halı motifi gibi yerli yerinde. Lâkin ikincisinde, kristalin simetrisi bozulmuş durumda…

Bu ilginç deney sayesinde su hakkında öğrendiğimiz bilgiler tefekkür dünyamızda ayrı derinliklere dalabilme imkânı sunuyor ve biz de kazabilmek adına sorularımızı yineliyoruz.

Anlatımda yer alan suyu ve su etkisini, Nuh Tufanı’ndaki, abdest alırkenki ya da ölünce yıkandığımız su ile tasavvur etmeye girişiyoruz. Ve yine akabinde kadim bir efsanenin konusu olan “âb-ı hayat”ın (ölümsüzlük suyu) hâfızası olduğu düşüncesinden yola çıkarak, ruh ile intisabını merak ediyoruz.

Su için, ruh genetiği (ruh molekül ya da DNA) dediğimiz proto ruhun olgunlaşması için gerekli olan “İlâhî yaratılış bilgisi”nin saklandığı bir yer diyebilir miyiz?

Mevlâna’nın dediği “Hamdım, piştim, yandım!” mottosunda kullanılan, hamken pişen, hattâ yanan şey, “su” mudur?”

Galiba…

Malûm, “Ruhun şekli var mı?” sorusu, her zaman insanların kafasını meşgul etmiştir. Ancak kanaatimizce ruhun şekli yok! O, tıpkı su gibi su diyebiliriz. Nasıl ki su, girdiği kabın şeklini alıyorsa, ruh da girdiği insan bedeninin biçimini giyinmesiyle sâbit. Ve galiba saydam bir görüntüye sahip olsa gerek. Bununla birlikte, insanın bedeni topraktan oluştuğu için bedenin kaydı mevcût. Ya da şöyle denilebilir ki, beden, dünyadaki tüm elementlerin temel kayıtlarını da beraberinde taşımakta. Ama ruh, dünyaya ait değil; Cennet boyutundan ithal ve bir teknoloji veya İlâhî bir kozmik cevher olmak durumunda…

Bedenin çözümlenmesi gereken karmaşık yapısına mukabil, ruhun ilk programının (içgüdüsel kodları) da çok basit olduğu söylenebilir. Zaten “insanın içerisindeki pozitif ses” derken “ruh”tan söz edildiği bilgisi de işte o pozitif sesin sahibi olarak ruhun, sadece pozitif olanı tanımaktaki işlevselliğine yöneliktir. Bu bağlamda ruhun (bir nevi) “dataları” arasında negatif bir kayıt birikiminden söz etmek namümkün. Ama beden öyle değil; bedenin ürettiği dünyevî duygu/bedenî doyumlar nefsî ise, hiç de öyle sayılmaz. İşte bu noktada, ayrı dünyaların cevherleri olan ruh ile bedenin, ana rahminde -tâbiri caizse- aynı kaba koyulma işlemi sırasında, salt pozitif olanla sırf negatif olanın adaptasyonu için bir akışkan/geçirgen ara alana ihtiyaç hissedilmekte. Bu ara alan içinse en uygun madde, bir anlamda “cinssiz ve nötr olan” sudur. Ve ana rahmindeki su, içinde şekillenen iki ayrı dünyanın varlığını, kendi akışkanlığı içerisinde mezcederek karıştırmakta ve birbirine kaynaştırmakta…

Ruh ile alâkalı olarak Levh-i Mahfuz üzerinden bir yorumlama, düşünce dünyamıza farklı bir pencere açacaktır. Nitekim Levh-i Mahfuz, en kısa söylemi ile geçmiş, şu an ve gelecekteki tüm insanlığın kolektif beynidir. Eğer Levh-i Mahfuz’un önünü geometri, arkasını ise matematik olarak kabul edersek, buradan çıkartacağımız sonuca göre ruhun bir geometrisi yok ama matematiği ya da aritmetiğinin var olduğu yönündedir. Zaten ruhun içinde bulunduğu şeydir onun geometrisi ya da beden…

Yani geometri zaman içinde iş yapar ve bu istikamette ya günah ya da sevap işler. Ve bütün sonuçlar, tıpkı bedene benzeyen bir nevi “ruh çipi”ne işlenir. Geceler veya tam yerinde ifade için “uyku”, bu aktarım içindir. Hayatın sonunda, biriken bilgi/ömür datası, artık kapasiteli bir sâbit disk hâlini almış olan ruhla birlikte yukarı çekilir. Arkadaki cesette/bedende kalansa toprağın hâfızasında olan temel element bilgisinden ibârettir. Bu nedenle beden, aslına dönmekte hiç zorluk çekmez ve birkaç yıl içinde toprağa dönüşür.

Peki, ruhun yalnız başına olması mümkün mü? Öyle zannediyoruz ki, hayır!

Kanaatimiz o ki, ruh, çekildiği evrenin/boyutun, temel yapı malzemesi her neyse ondan mamul ve bir başka kalıbın içine yerleşir/yerleştirilir. Yani her âlemde o âlemin elbisesini giyinmiş olan bir ruh görüntüsünden söz edebiliriz. Ve ek olarak diyebiliriz ki, şayet ruhun yalın hâli varsa, o hâl ancak üç boyutun/dünyanın, arasında/ara âlemde yani “Kalû Belâ dönemi”nde belki…

Daha da açık belirtmek gerekirse, ruh henüz düşünce boyutundayken veya İlâhî murâd hâlindeyken, bir “yalın/bedensiz ruh” olsa gerek…

Ruh ne zamanki mülk âlemine geçerken veya soyutluktan somutluğun içine dâhil olurken berzahta giyinir, bu berzahın tutkalı su olur. Zaten ruhun, dünyadan sonraki yolculuğunda da başka başka âlemlerin başka başka elbiselerini giyeceği kanaatine sahibiz. Ve berzahın kendi suyundan söz edebiliriz. Mezcedici, yapıştırıcı, benzeştirici su…

Bu anlamda mahşer gününün diriliş ânında ruhların da yalın olmayacağı tasavvur edilirse, “ikinci dirilişte” de ruhun, mahşerin kurulduğu âlemin elbisesi içerisinde olacağı muhakkak. Eğer mahşer, toprak zeminli yeni âlemde yaşanacaksa, ruhun ara elbisesinin de toprak beden olarak tahmin edilmesi zor değildir.

Lâkin ruh, ondan sonrası için Cennet ya da Cehennem döneminde de söz konusu âlemlerin gerektirdiği bedenler içerisinde var olacaktır. (Kaldığımız yerden devam edeceğiz…)