SERİMİZİN
ilk bölümünde belirttiğimiz üzere toprak âleminin maddelerinin/nesnelerinin/mahlûkatının
tamamı, bu dünyada programları belleklerine yüklenmiş şekilde, “kimlikli
ve kişilikli” olarak
varlar. Yani demirin demir programı, bakırın da bakır programına göre kodlanmış
olduğu söylenebilir.
Bu
bağlamda devam edersek, dünyada var olan 118 element de ayrı ayrı programlarda…
Daha
evvel de söylediğimiz “Her şeyden önce (madde olarak) su vardı” sözüne
binaen, 118 elementin akabinde ortaya çıkan ilk madde “su”…
Molekül
kapsamında en kolay ulaşılabilen yapı, suyun yapısı; bundan dolayı suyun
programı ortaya çıktığında sıfır noktasında. Yani ne oksijenin programını
taşıyor, ne de hidrojenin programını. Su, bu noktada bir anlamda defter misâli
boş…
İlk
andan sonrası ise, duruma göre yazılacak suyun hayat hikâyesi… Buradan
hareketle şunu söyleyebiliriz: Su, yeni kayıtlar için hazır sayfalar… Yani “Mahfuz”un
boş sayfaları/levhaları… Ve bu nedenle ırmaklar, denizler, göller ve tabiî ki
canlıların bünyesindeki hücre sıvıları, ömürleri sırasında içinde bulundukları “tas”a
göre kendini tasarlayan ve bu arada gördüğünü/duyduğunu kayda geçiren bir
defter olmak durumunda…
Bu
noktada Japon araştırmacı Masaro Emoto’nun ünlü “Sudan Gizli Mesajlar”
deneyinden bahsetmek gerekir.
Deneye
göre, su moleküllerinin düşüncelerimizden,
duygularımızdan ve kullandığımız kelimelerden etkilendiğini bulan Dr. Emoto,
suyun söylenen sözlere, hissedilen duygulara, gösterilen görüntülere ve
dinletilen müziğe göre nasıl bir değişim gösterdiğini birbirinden muhteşem su
kristali fotoğraflarıyla gözler önüne seriyor.
Deney
esnasında bir süreliğine iki farklı suyun ilkine iyi sözler, diğerine kötü
sözler söyleniyor. Daha sonra su molekülleri mikroskopta incelendiğinde
görülüyor ki su kristalleri, ilkinde bir halı motifi gibi yerli yerinde. Lâkin
ikincisinde, kristalin simetrisi bozulmuş durumda…
Bu
ilginç deney sayesinde su hakkında öğrendiğimiz bilgiler tefekkür dünyamızda
ayrı derinliklere dalabilme imkânı sunuyor ve biz de kazabilmek adına
sorularımızı yineliyoruz.
Anlatımda
yer alan suyu ve su etkisini, Nuh Tufanı’ndaki, abdest alırkenki ya da ölünce
yıkandığımız su ile tasavvur etmeye girişiyoruz. Ve yine akabinde kadim bir
efsanenin konusu olan “âb-ı hayat”ın (ölümsüzlük suyu) hâfızası olduğu
düşüncesinden yola çıkarak, ruh ile intisabını merak ediyoruz.
Su
için, ruh genetiği (ruh molekül ya da DNA) dediğimiz proto ruhun olgunlaşması
için gerekli olan “İlâhî yaratılış bilgisi”nin saklandığı bir yer diyebilir
miyiz?
Mevlâna’nın
dediği “Hamdım, piştim, yandım!” mottosunda kullanılan,
hamken pişen, hattâ yanan şey, “su” mudur?”
Galiba…
Malûm, “Ruhun şekli var
mı?” sorusu, her zaman insanların kafasını meşgul etmiştir. Ancak
kanaatimizce ruhun şekli yok! O, tıpkı su gibi su diyebiliriz. Nasıl ki su,
girdiği kabın şeklini alıyorsa, ruh da girdiği insan bedeninin biçimini
giyinmesiyle sâbit. Ve galiba saydam bir görüntüye sahip olsa gerek. Bununla
birlikte, insanın bedeni topraktan oluştuğu için bedenin kaydı mevcût. Ya da
şöyle denilebilir ki, beden, dünyadaki tüm elementlerin temel kayıtlarını da
beraberinde taşımakta. Ama ruh, dünyaya ait değil; Cennet boyutundan ithal ve
bir teknoloji veya İlâhî bir kozmik cevher olmak durumunda…
Bedenin
çözümlenmesi gereken karmaşık yapısına mukabil, ruhun ilk programının
(içgüdüsel kodları) da çok basit olduğu söylenebilir. Zaten “insanın
içerisindeki pozitif ses” derken “ruh”tan söz edildiği bilgisi de işte o
pozitif sesin sahibi olarak ruhun, sadece pozitif olanı tanımaktaki işlevselliğine
yöneliktir. Bu bağlamda ruhun (bir nevi) “dataları” arasında negatif bir kayıt
birikiminden söz etmek namümkün. Ama beden öyle değil; bedenin ürettiği dünyevî
duygu/bedenî doyumlar nefsî ise, hiç de öyle sayılmaz. İşte bu noktada, ayrı
dünyaların cevherleri olan ruh ile bedenin, ana rahminde -tâbiri caizse- aynı
kaba koyulma işlemi sırasında, salt pozitif olanla sırf negatif olanın
adaptasyonu için bir akışkan/geçirgen ara alana ihtiyaç hissedilmekte. Bu ara
alan içinse en uygun madde, bir anlamda “cinssiz ve nötr olan” sudur. Ve ana
rahmindeki su, içinde şekillenen iki ayrı dünyanın varlığını, kendi akışkanlığı
içerisinde mezcederek karıştırmakta ve birbirine kaynaştırmakta…
Ruh
ile alâkalı olarak Levh-i Mahfuz üzerinden bir yorumlama, düşünce dünyamıza
farklı bir pencere açacaktır. Nitekim Levh-i Mahfuz, en kısa söylemi ile
geçmiş, şu an ve gelecekteki tüm insanlığın kolektif beynidir. Eğer Levh-i Mahfuz’un
önünü geometri, arkasını ise matematik olarak kabul edersek, buradan
çıkartacağımız sonuca göre ruhun bir geometrisi yok ama matematiği ya da
aritmetiğinin var olduğu yönündedir. Zaten ruhun içinde bulunduğu şeydir onun geometrisi
ya da beden…
Yani
geometri zaman içinde iş yapar ve bu istikamette ya günah ya da sevap işler. Ve
bütün sonuçlar, tıpkı bedene benzeyen bir nevi “ruh çipi”ne
işlenir. Geceler veya tam yerinde ifade için “uyku”, bu aktarım içindir.
Hayatın sonunda, biriken bilgi/ömür datası, artık kapasiteli bir sâbit disk hâlini
almış olan ruhla birlikte yukarı çekilir. Arkadaki cesette/bedende kalansa
toprağın hâfızasında olan temel element bilgisinden ibârettir. Bu nedenle
beden, aslına dönmekte hiç zorluk çekmez ve birkaç yıl içinde toprağa dönüşür.
Peki,
ruhun yalnız başına olması mümkün mü? Öyle zannediyoruz ki, hayır!
Kanaatimiz
o ki, ruh, çekildiği evrenin/boyutun, temel yapı malzemesi her neyse ondan
mamul ve bir başka kalıbın içine yerleşir/yerleştirilir. Yani her âlemde o
âlemin elbisesini giyinmiş olan bir ruh görüntüsünden söz edebiliriz. Ve ek
olarak diyebiliriz ki, şayet ruhun yalın hâli varsa, o hâl ancak üç boyutun/dünyanın,
arasında/ara âlemde yani “Kalû Belâ dönemi”nde belki…
Daha
da açık belirtmek gerekirse, ruh henüz düşünce boyutundayken veya İlâhî murâd
hâlindeyken, bir “yalın/bedensiz ruh” olsa gerek…
Ruh
ne zamanki mülk âlemine geçerken veya soyutluktan somutluğun içine dâhil
olurken berzahta giyinir, bu berzahın tutkalı su olur. Zaten ruhun, dünyadan
sonraki yolculuğunda da başka başka âlemlerin başka başka elbiselerini giyeceği
kanaatine sahibiz. Ve berzahın kendi suyundan söz edebiliriz. Mezcedici,
yapıştırıcı, benzeştirici su…
Bu
anlamda mahşer gününün diriliş ânında ruhların da yalın olmayacağı tasavvur
edilirse, “ikinci dirilişte” de ruhun, mahşerin kurulduğu âlemin elbisesi içerisinde
olacağı muhakkak. Eğer mahşer, toprak zeminli yeni âlemde yaşanacaksa, ruhun
ara elbisesinin de toprak beden olarak tahmin edilmesi zor değildir.
Lâkin ruh, ondan sonrası için Cennet ya da Cehennem döneminde de söz konusu âlemlerin gerektirdiği bedenler içerisinde var olacaktır. (Kaldığımız yerden devam edeceğiz…)