Âlemler seyrinde (1)

Her şey, Yüce Allah’ın buyruğu doğrultusunda gelişiyor ve gerektiğinde ateş yakmıyor, su boğmuyor. Boğmayan su, ana rahmindeki sıvının hâfızasında kayıtlı bir bilgi olarak duruyor. Yani ateşin de hâfızası var, suyun da.

KANAATİMİZCE tefekkür, insana lütfedilen ve bu sayede insanı insan yapan en büyük nimet. Fakat yine başka bir tahminimizce, günümüz insanının en çok ihtiyaç duyduğu eksikliği ve yitiği…

Bu düşüncelerle ayrı bir özen gösterdiğimiz tefekkür deryâmızla farklı bir yolculuğa çıkmak istedik. Nitekim farklı adlandırmalarla da anılan tefekkür, aslında bir nevi “âlemlerin seyri” ya da “âlemler arası seyir”…

Bilindiği üzere seyir, iki farklı anlamda da kullanılmakta. İlki “bir yerden başka bir yere gitmekte oluş” mânâsındayken, diğeri “hoşlanarak, zevk alarak, eğlenerek bakmak”... Nitekim biz de her iki anlamda kullandığımız bu “âlemler seyri”nde birçok kavrama ve bu kavramlar arasındaki ilişkiye dair düşüncelerimizi belirtmek istedik…

Buna binaen çoklukla rûh, su ve rüya üzerinde duracağımız bir yazı serisi ile kanaatlerimizi açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymakta muvaffak olmayı umuyoruz.

Rûh ve tefekkür

İlk bahis olarak rûh ile başlamak gerekirse, rûha dair yapılmış yorumların yoğrulması üzerine başlangıç aşamasında rûhun bu âleme göçü/geçişi ile alâkalı birkaç kelâm etmek elzemdir diye düşünmekteyiz. Nitekim “rûh”, mevzubahis geçiş esnasında yani anne karnındaki insanın ilk hâline üflendiğinde tahminen küçük bir insan bedenine hapsedilmiş gibi olur. Fakat rûh, başka âleme geçiş olan bu duruma hemen alışamayacağından, dokuz ay civarı bir “adaptasyon süresi” geçirir. Doğum sonrası ise bu adaptasyon devam ederek insanın aklını, mantığını kullanmaya başladığı an itibariyle dünyevî ve İlâhî olarak öğrenmeye ve mesul olmaya başlar. Bu böylece sürer gider… 

“Rûh” çıktığında ise gerideki beden için ‘Öldü!” denilir. Ve o beden, bu dünyada kalıp muhtemelen ekosisteme geri döner. Rûhsa boyut değiştirir yani bu dünyada ölür, ancak başka boyuta yeniden doğar.

Bu evrende ölenin öteki evrende doğduğunu söylemek mümkün. Ya da farklı bir deyişle, evrenler arası geçiş kapısının en meşhur söylenişiyle adı, “doğum ve ölüm”…

Kapının önünde “Öldü!” denilen, arkasında “Doğdu!” diye karşılanmakta. Nitekim insanoğlunun kozmik serüveninde “üç dünya”dan söz edebiliriz. Bunlardan ikisinin ortasında bulunan yerin adıdır dünya yani “mülk âlemi”. Elbette bir öncesi, rûhların dünyası… Elest Bezmi ve bir sonrası da malûm, âhiret âlemi...

Bu tasnifte orta dünyada doğan insanın bir önceki rûhlar dünyasından bu âleme ölüm hâliyle yolcu edilmekte olduğu düşünülürse, ömrünün arkasından ölen insan da âhiret dünyasında yeniden doğacak denebilir. 

Bu noktada “üç dünya”nın arasındaki “iki geçit”ten de söz edebiliriz ki bilindiği üzere buna, “berzah geçidi/âlemi” deniliyor. Yani ölümün akabinde intikal edilen ve âhiret âlemine doğru yapılan yolculuğun sürdüğü ara bölgenin adı. Düşüncemiz o ki, rûhlar dünyasında ölerek orta dünyaya inen insanın yukarıda sözü edilen yaklaşık dokuz aylık “ana rahmi” süresine de “insanın birinci berzahı” denilebilir. Aynı insanın ikinci berzahı ise malûm, ölümüyle başlayan kabir hayatı.  

Bu bağlamda ek olarak ana rahmi, o dünyanın karnındaki kabir işlevini görür ve sulak bir alandır. Mukabilinde kabir ise dünyanın karnındaki ana rahmi gibidir. Yani her ananın karnında bir kabir, her kabirde bir rahim saklıdır diyebiliriz. O hâlde, “Gerek ilk, gerek ikinci berzahta misafirlik süresi muhtemelen 9 ay 10 gündür” denilebilir. Tabiî ki boyutların kendi zamanı ölçüsünde…

Bilindiği üzere bebek, anne karnındaki zamanını bir suyun içinde geçirir. Yani adaptasyonunun ilk evresinde suyun içindedir. Bağlı olarak, insan doğduğunda vücûdunda yüzde 90’lara varan su molekülü bulunur. Öldüğünde ise bu oran yüzde 50 civarına düşmekte. Bu noktada bir soru sormak gerekirse, aklımızda yaşam ve ölüm arasındaki geçen zamana, suyun doğrudan ve kozmik olarak bir etkisi olduğu düşüncesini yeşertebilir miyiz? Muhtemelen…

Kozmolojik yaratılış anlatılırken, hemen her teolojide, “Hiçbir şey yokken, (madde olarak) sadece su vardı!” denir. İslami anlayış içerisinde de yaşamın başladığı yerin “su” olduğu hususunda kayıtlar bulunmakta. Yukarıda da söylendiği üzere, ana rahmi, özel bir suyla dolu gölcük gibidir. Rahmin misafiri olan bebek de bu gölcüğün balığı şeklinde. Ve buradaki hayatta, her insanın ilk evresi bağlamında 9 ayı geçen bir süre yaşanır.

Doğal olarak, ciğerleri bulunan ve fakat solungaçları olmayan bebeğin bu sıvı içerisinde 9 aylık bir süreyi boğulmadan nasıl geçirdiği bir sır gibidir. Elbette biyoloji uzmanları bebeğin vücûdu için gerekli olan oksijeni annesinin kanından temin ettiğini söyleyeceklerdir. Fakat bu yeterli bir cevap mıdır, bilmiyoruz.

Din dairesinden bu konuyla alâkalı bir pencere açmak gerekirse, Hazreti İbrâhim’e ait bir kıssa bize yardımcı olacaktır.

Zamâne Babil’inin ünlü bir vilâyeti olan Harran’da vali derecesinde olduğunu söyleyebileceğimiz Nemrut’un inancına itiraz eden Hazreti İbrâhim, cezaya çarptırılır. Cezası, yakılarak infaz edilmektir. Bu bağlamda kent meydanına dağlar gibi odun yığılır. Odunlar ateşe verilir.

Hazreti İbrâhim ateşin ortasına mancınıkla atılır. Bu cehennemî ateş saatlerce yanar; herkes yangın sonrasında korlar arasından Hazreti İbrâhim’in kömürleşmiş cesedinin çıkacağını beklemektedir. Lâkin yangının sonunda görülür ki, ateşin ortasında bir alan açılmıştır güllük gülistanlık… Hazerti İbrâhim ise orada, Allah’a ibâdetle meşguldür… Görenler şaşırırlar. Çünkü Allah, İbrâhim’in (as) yangının ortasına atıldığı esnada ateşe emreder: “Ey ateş, İbrâhim’e karşı serin ol!”

Bunun üzerine ateş, Yaratan’ın emrine uyarak, yanan ama yakmayan bir kimliğe bürünür. İşte tıpkı rahimdeki bebeklerin durumu da buna benzer. Yüce Allah, “Ey su, sana emanet edilen bu bebeğe karşı ölümcül olma!” buyurmuş olmalı ki su boğmuyor ateşin yakmadığı gibi.

Yani her şey, Yüce Allah’ın buyruğu doğrultusunda gelişiyor ve gerektiğinde ateş yakmıyor, su boğmuyor. Boğmayan su, ana rahmindeki sıvının hâfızasında kayıtlı bir bilgi olarak duruyor. Yani ateşin de hâfızası var, suyun da. Bu anlamdan olmak üzere, ateş yakmaya, su da boğmaya kodlanmış bidâyette. Fakat istisnalar bu kayıtları/kaideleri değiştirebilmekte ve suyun ya da ateşin bu özelliği, bir anda altüst edebilmekte…

Bugünlük bu kadar efendim…

Gelecek yazımızda kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah…