KANAATİMİZCE tefekkür, insana lütfedilen ve bu
sayede insanı insan yapan en büyük nimet. Fakat yine başka bir tahminimizce,
günümüz insanının en çok ihtiyaç duyduğu eksikliği ve yitiği…
Bu düşüncelerle ayrı bir özen gösterdiğimiz
tefekkür deryâmızla farklı bir yolculuğa çıkmak istedik. Nitekim farklı
adlandırmalarla da anılan tefekkür, aslında bir nevi “âlemlerin seyri” ya da “âlemler
arası seyir”…
Bilindiği üzere seyir, iki farklı anlamda da
kullanılmakta. İlki “bir yerden başka bir yere gitmekte oluş” mânâsındayken,
diğeri “hoşlanarak, zevk alarak, eğlenerek bakmak”... Nitekim biz de her iki anlamda
kullandığımız bu “âlemler seyri”nde birçok kavrama ve bu kavramlar arasındaki
ilişkiye dair düşüncelerimizi belirtmek istedik…
Buna binaen çoklukla rûh, su ve rüya üzerinde
duracağımız bir yazı serisi ile kanaatlerimizi açık ve anlaşılır bir şekilde
ortaya koymakta muvaffak olmayı umuyoruz.
Rûh
ve tefekkür
İlk
bahis olarak rûh ile başlamak gerekirse, rûha dair yapılmış yorumların yoğrulması
üzerine başlangıç aşamasında rûhun bu âleme göçü/geçişi ile alâkalı birkaç kelâm
etmek elzemdir diye düşünmekteyiz. Nitekim “rûh”, mevzubahis
geçiş esnasında yani anne karnındaki insanın ilk hâline üflendiğinde
tahminen küçük bir insan bedenine hapsedilmiş gibi olur. Fakat rûh, başka âleme
geçiş olan bu duruma hemen alışamayacağından, dokuz ay civarı bir “adaptasyon süresi” geçirir.
Doğum sonrası ise bu adaptasyon devam ederek insanın aklını, mantığını kullanmaya
başladığı an itibariyle dünyevî ve İlâhî olarak öğrenmeye ve mesul olmaya
başlar. Bu böylece sürer gider…
“Rûh” çıktığında ise gerideki beden
için ‘Öldü!” denilir. Ve o beden, bu dünyada kalıp muhtemelen
ekosisteme geri döner. Rûhsa boyut değiştirir yani bu dünyada ölür,
ancak başka boyuta yeniden doğar.
Bu
evrende ölenin öteki evrende doğduğunu söylemek mümkün. Ya da farklı bir
deyişle, evrenler arası geçiş kapısının en meşhur söylenişiyle adı, “doğum ve
ölüm”…
Kapının
önünde “Öldü!” denilen, arkasında “Doğdu!” diye
karşılanmakta. Nitekim insanoğlunun kozmik serüveninde “üç dünya”dan
söz edebiliriz. Bunlardan ikisinin ortasında bulunan yerin adıdır dünya yani “mülk
âlemi”. Elbette bir öncesi, rûhların dünyası… Elest Bezmi ve bir sonrası da
malûm, âhiret âlemi...
Bu
tasnifte orta dünyada doğan insanın bir önceki rûhlar dünyasından bu âleme ölüm
hâliyle yolcu edilmekte olduğu düşünülürse, ömrünün arkasından ölen insan da
âhiret dünyasında yeniden doğacak denebilir.
Bu
noktada “üç
dünya”nın arasındaki “iki geçit”ten de söz edebiliriz ki
bilindiği üzere buna, “berzah geçidi/âlemi” deniliyor. Yani
ölümün akabinde intikal edilen ve âhiret âlemine doğru yapılan yolculuğun sürdüğü
ara bölgenin adı. Düşüncemiz o ki, rûhlar dünyasında ölerek orta dünyaya inen
insanın yukarıda sözü edilen yaklaşık dokuz aylık “ana rahmi” süresine de “insanın birinci
berzahı” denilebilir. Aynı insanın ikinci berzahı ise malûm,
ölümüyle başlayan kabir hayatı.
Bu
bağlamda ek olarak ana rahmi, o dünyanın karnındaki kabir işlevini görür
ve sulak bir alandır. Mukabilinde kabir ise dünyanın karnındaki ana rahmi
gibidir. Yani her ananın karnında bir kabir, her kabirde bir rahim saklıdır
diyebiliriz. O hâlde, “Gerek ilk, gerek ikinci berzahta misafirlik süresi
muhtemelen 9 ay 10 gündür” denilebilir. Tabiî ki boyutların kendi zamanı
ölçüsünde…
Bilindiği üzere bebek, anne karnındaki zamanını
bir suyun
içinde geçirir. Yani adaptasyonunun ilk evresinde suyun içindedir. Bağlı olarak,
insan doğduğunda vücûdunda yüzde 90’lara varan su molekülü bulunur. Öldüğünde
ise bu oran yüzde 50 civarına düşmekte. Bu noktada bir soru sormak gerekirse, aklımızda
yaşam ve ölüm arasındaki geçen zamana, suyun doğrudan ve kozmik olarak bir
etkisi olduğu düşüncesini yeşertebilir miyiz? Muhtemelen…
Kozmolojik
yaratılış anlatılırken, hemen her teolojide, “Hiçbir şey yokken, (madde olarak) sadece su vardı!” denir. İslami
anlayış içerisinde de yaşamın başladığı yerin “su” olduğu hususunda kayıtlar
bulunmakta. Yukarıda da söylendiği üzere, ana rahmi, özel bir suyla dolu gölcük
gibidir. Rahmin misafiri olan bebek de bu gölcüğün balığı şeklinde. Ve buradaki
hayatta, her insanın ilk evresi bağlamında 9 ayı geçen bir süre yaşanır.
Doğal
olarak, ciğerleri bulunan ve fakat solungaçları olmayan bebeğin bu sıvı
içerisinde 9 aylık bir süreyi boğulmadan nasıl geçirdiği bir sır gibidir.
Elbette biyoloji uzmanları bebeğin vücûdu için gerekli olan oksijeni annesinin
kanından temin ettiğini söyleyeceklerdir. Fakat bu yeterli bir cevap mıdır,
bilmiyoruz.
Din
dairesinden bu konuyla alâkalı bir pencere açmak gerekirse, Hazreti İbrâhim’e
ait bir kıssa bize yardımcı olacaktır.
Zamâne
Babil’inin ünlü bir vilâyeti olan Harran’da vali derecesinde olduğunu söyleyebileceğimiz
Nemrut’un inancına itiraz eden Hazreti İbrâhim, cezaya çarptırılır. Cezası,
yakılarak infaz edilmektir. Bu bağlamda kent meydanına dağlar gibi odun
yığılır. Odunlar ateşe verilir.
Hazreti
İbrâhim ateşin ortasına mancınıkla atılır. Bu cehennemî ateş saatlerce yanar;
herkes yangın sonrasında korlar arasından Hazreti İbrâhim’in kömürleşmiş
cesedinin çıkacağını beklemektedir. Lâkin yangının sonunda görülür ki, ateşin
ortasında bir alan açılmıştır güllük gülistanlık… Hazerti İbrâhim ise orada, Allah’a
ibâdetle meşguldür… Görenler şaşırırlar. Çünkü Allah, İbrâhim’in (as) yangının
ortasına atıldığı esnada ateşe emreder: “Ey ateş, İbrâhim’e karşı serin
ol!”
Bunun
üzerine ateş, Yaratan’ın emrine uyarak, yanan ama yakmayan bir kimliğe bürünür.
İşte tıpkı rahimdeki bebeklerin durumu da buna benzer. Yüce Allah, “Ey su, sana
emanet edilen bu bebeğe karşı ölümcül olma!” buyurmuş olmalı ki su boğmuyor
ateşin yakmadığı gibi.
Yani
her şey, Yüce Allah’ın buyruğu doğrultusunda gelişiyor ve gerektiğinde ateş
yakmıyor, su boğmuyor. Boğmayan su, ana rahmindeki sıvının hâfızasında kayıtlı
bir bilgi olarak duruyor. Yani ateşin de hâfızası var, suyun da. Bu anlamdan
olmak üzere, ateş yakmaya, su da boğmaya kodlanmış bidâyette. Fakat istisnalar
bu kayıtları/kaideleri değiştirebilmekte ve suyun ya da ateşin bu özelliği, bir
anda altüst edebilmekte…
Bugünlük
bu kadar efendim…
Gelecek yazımızda kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah…