Aldanmak ya da adanmak, işte bütün mesele bu!

Bütün fikredişleri ve hissedişleri dengede tutmak için emrine uymamız gereken bir odak bulmak zorundayız. İşte bu mihrak ancak ve ancak Allâhu Teâlâ’nın hükûmetinde olduğumuzu keşfetmekle ve O’nun; hem düşünceyi hem de hissedişi biçimlendiren buyruklarına riayet etmekle bulunabilir. İnsanın emirberi akıl, kalp ve ruhtur. İşte bu askerlerin uymakla yükümlü bulunduğu yegâne öğreti de İslâm’dır.

İMAM-I GAZALİ, aklı noksan kılan hakikate ek olarak, şehvet ve öfkenin emrinde ve itaatinde bulunduğu vahametinden bahseder. Hak olanın ise nefsânî duyguların aklın emrinde bulunması olduğunu ifade eder. Ki bu; düşünceyi şekle sokmak için kimyasal bir eriyikten geçirmeye ve sonuçta elde edilen verinin de düşünceyi tasdik etmesine ne kadar da yakın bir tespittir. Çünkü akıl, hakikaten de duygunun esiridir. Ve bu duygular, insanı günaha ve harama sürükleyen bir tutku ve ihtirasla var olduğunda, aklî verileri çürütmesi an meselesidir. İnsanı ömrünce hataya ve suça sürükleyen de bu değil mi zaten? Buradan bakınca kalbin sesi zannedilen pek çok duygunun, nefsin baskılaması olduğu ile yüzleşemeyen hiç kimse, içine düştüğü bataklığın, varlığını yutacağı riskini de saptayamaz. Bu da bir balçık içinde acılı ve yavaş bir mânâ ölümünün yegâne müsebbibidir. 

İşte ölmeden önce ölmenin iki zıt ayrımındayız. Ölmeden önce riyazetin mertebelerine erişebilenler için gerçekleşen ölüm, dünyevî zaafların ve insanı hırs, kibir, ihtiras çukuruna düşüren bütün hissedişlerin ayaklar altına alınması ile kutlu bir ölümdür. Bu, insanın içindeki dünya iptilasını evvela moleküllere bölmek ve bu molekülleri, içinde taşıdıkları atomlarla birlikte yeni ve faydalı mürekkeplere nakletmektir. İşte böyle bir ölüm, zamanı kıymetli bir azimete bağlar. Ölmeden evvel ölmenin bir başka yolu da materyalist bir zihniyetle ruha, kalbe ve tüm bunların meydana getirdiği manaya suikast ile gerçekleşir. Çünkü materyalist zihniyet, aklın ötesini kabul etmediğinden, aklın emrinde bulunduğu hayvanî duyguları da yok sayar. Yok saymak, ona tam tekmil bir boyun eğiştir. Zira düşmanı yok sayan, onun bütün tuzaklarına açık bir vaziyettedir. Artık düşmandan gelecek taarruza karşı kendini savunmaya da geçmeyeceğinden ve aldığı yaraların sebebini de bilemeyeceğinden, gafildir. Bu gaflet, nefesin kesilmesi, kalbin durması ve bedenin soğuması ile gerçekleşen ölümden önce, değerler bakımından, ruhun yetkinliğine ket vurma yoluyla ve insanı soylu bir var oluşa eriştiren bütün anlamlar için, dehşetli bir ölümdür.

İnsan kendi duygusunun esiri olduğu müddetçe, varlığını defalarca öldürmekte, hiçbir surette hakiki bir “yaşamak” fiiline erişememektedir. Yaşamak, hiçbir zaman iddia edildiği üzere zevk, sefa, saadet ve neşe sarmalı içinde açıklanamaz. Safi nefsin tatmini ile istikameti belirlenen ömür parçaları, hem zamanı beyhude bir akışta tüketmeye hem de ademiyet şerefini yeraltından devşirilmiş karanlığa mahkûm etmeye delildir. Böyle bir kalp atış öyküsü, fani ömrü hiçlik mâkâmında avutmaktan da öte, ahireti ve ahirete gidişte geçilecek bütün merhaleleri, azap ikliminin tabiatına mahkûm etmektedir. İşte hiçlik denilen rütbenin de iki zıt güzergâhında bulunmaktayız. Çünkü hiçliğin de tıpkı ölmeden önce ölmek eyleminde olduğu gibi müjdeli ve azaplı iki istikameti mevcuttur. Ve tüm bu dilemmalı güzergâhlar, birbiriyle kenetlenmiş vaziyettedir. Riyâzet ile, ölmeden ölüme kavuşanlar, hiçliğin kesret mâkâmında dinlenir. Ne yazıktır ki bedenin ölümüne erişmeden ruhunu, mânâsını ve kıymetini öldürenler, hiçliğin, insanı öğüten yokluğunda ömür tüketirler. Her iki kavramın birbirine zıt iki yolunda insan; ya adanmışlığın serencamı olan cennet müjdesine erişir ya da aldanmışlığın mücbir istikameti olan cehennem çukuruna sürüklenir. 

Aklın duyguları ve talepleri yönetebildiği, ket vurabildiği, kesip biçip törpüleyip biçimlerden biçimlere sokabildiği bir öğreti aranıyorsa, bu ancak İslâm’dır. Duyguların, ihtirasların, isteklerin ve her türlü nefsanî duyuşun akla baskın olduğu bir yok oluş serüveni isteniyorsa bu, İslâm’ın dışında kalan bütün anlatılar ve bütün öğütler için kabul edilebilir. İslâm, aklı ve mantığı kâinatın her bir habbesinde var etmekle, katiyen akla aykırı bir yaşam biçimini savunmaz. Ama aklı ele geçiren düşman ordularının (ihtiras, hırs, kibir, arzu, öfke vb.) idrakine davetle, yara almadan ve ölmeden önce insanı yok oluşa götüren bir anlam katliamına duçar olmadan yaşamanın sırlarını öğretir. İşte bu vaziyet; mantığı ve önermeleri yok saymak değil, sürekli değişmekte ve insanı meçhule savurmakta olan duygu hezeyanlarının akla hükmetmesine mani olmaktır. 

Öyleyse bütün denklemler, çıkarımlar ve hesabî tarikler insanı duyguların emirberi yaptığında son derece geçersiz ve faydasızdır. Aynıyla, bütün hissedişler, aklî yolları bu minvalde geliştiriyor ve insana aldatıcı bir istikamet belirliyorsa yine geçersiz ve faydasızdır. Nezaketi ve nahifliği bir an için rafa kaldırırsak bahsettiğim bu her iki yol da son derece zararlıdır. Fakat ne var ki bütün fikredişleri ve hissedişleri dengede tutmak için emrine uymamız gereken bir odak bulmak zorundayız. İşte bu mihrak ancak ve ancak Allâhu Teâlâ’nın hükûmetinde olduğumuzu keşfetmekle ve O’nun; hem düşünceyi hem de hissedişi biçimlendiren buyruklarına riayet etmekle bulunabilir. İnsanın emirberi akıl, kalp ve ruhtur. İşte bu askerlerin uymakla yükümlü bulunduğu yegâne öğreti de İslâm’dır. Bunun inkârı ise aklın kalbe zulmettiği ya da kalp ile ruhun aklı aldattığı bir kaybedişten öteye götüremez insanı.