Alçakların kara lekesi, müminlerin ak pâk zaferi!

Devletimize karşı giriştiği mücadeleyi işgalci bir darbe girişimine dönüştürene kadar açılmayan dimağlar, bu alçak teşebbüsün gerçekleşmesiyle dumura uğradılar. Bizse bu dumur ortamını çözmek ve en azından yazarak Allah yolunda cihat edenlerden olmak için tüm kalbî hislerimiz ve elbette bunun yanında analitik görüşlerimizle birlikte bütün bu süreci “yazı” ve “takvim” marifetiyle not ettik, tarihe geçirdik.

ŞAHİT olmak, tanık olunan hâdisenin içerisinde bulunmanın yanında, o olayı tüm gerçekliği ve tüm hisleriyle bir hafızaya kaydetmeyi gerekli koşul kılar. Bir noktada hâdiseye beş duyuyla hâkim olmak yeterli değildir. Kayıt altına almak, hâdisenin tamı tamına gerçekliğini korumak içindir.

İnsan için şahitliklerini kaydetmenin en önemli hamlesi yazıyı bulmak olmuş. Bu hamle, kendisiyle birlikte bir de “takvim” adlı keşfin ortaya çıkmasını sağlamış. Ve insan, tanık olduklarını aktarırken bu iki keşfin getirilerini sonuna kadar kullanarak bir açıklama getirebilir olmuş.

Takvim ve yazının kullanıldığı en derinlikli alan “tarih”. Bir olay veya şahsiyetin tarihe bıraktığı iz, olay veya şahsiyetin sahip olduğu özellikler ölçeğinde değerlendirilir ve bu değerlendirmeler doğrultusunda kaydedilir. Bu kayıt sırasında kullanılan iki nitelikli deyim vardır. Biri tarihe “altın harflerle”, diğeri de yine tarihe “kara bir leke olarak yazılmak” şeklindedir.

Birtakım olaylarsa, sahip oldukları optik özelliklerle çift, hatta birbirinden farklı görüntüler yansıtabilirler. Bu olaylar yalnız altın harflerle yazılmadıkları gibi, sadece kara birer leke olarak da anılmazlar. Bu olaylar birer kırılma noktası, hatta birer milât hüviyetindedirler. Söz konusu olaylarda çeşitli rollere sahip olanlarsa, büründükleri karakterlerle altın veya leke olma arasında kendilerine yer edinirler.  

Bütün zaman ve mekânı kuşatan hitabıyla Kur’an, bu durumu Âl-i İmran Suresi’nin 140 ve 141’inci ayetlerindeki şekliyle şöyle içermektedir:

“Eğer birtakım kayıplara maruz kalmışsanız, bozguna uğrayarak bir yara almışsanız, o kavme de benzeri bir acı, bir sıkıntı dokunmuştu. Böyle zafer günlerini, galibiyetleri, iktidarları ve devleti, insanlar arasında hak ettikleri oranda Biz dağıtıyoruz. Allah’ın, sizden sözde iman edenlerle hakkıyla iman edenleri ayırt etmesi, içinizden Kur’an’ı bilen ve tebliğ eden, çözüm getiren, güvenilir örnek önderler ve doğruları konuşan şahitler çıkarması ve şehit olabilecekleri görmesi için bozguna uğrayıp yara aldınız. Allah, kurduğu düzene isyan eden, Allah’ın kullarını, Allah yolunu ve Allah yolundaki faaliyetleri engelleyen zalimleri sevmez.

Allah’ın, iman edenleri günahlarından temize çıkarması, kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Allah’a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkârda ısrar eden kâfirleri de helâk etmesi için bozguna uğrayıp yara aldınız.”

İnsan nezdinde altın ve leke olarak anılmanın hükmü hakikat kaynağı Kur’an’da böyle açıklanırken, söz konusu ayetlerin devamındaki 142’inci ayette, tarihin bu en net imtihan şeklinin tüm nesillere gelip çatacağı haberi veriliyor:

“Yoksa Allah, içinizden hayatlarını ortaya koyarak, konuşarak, yazarak ve hesapsız servet harcayarak cihat edenleri tanımadan, sabrederek mücadele edenleri ortaya çıkarmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?”

Rabbim ebed müddet selâmet versin, Türkiye Cumhuriyeti, devleti ve milletiyle birçok iniş ve çıkış ve de yine birçok başlangıç ve bitişle yaşayageldi bugüne dek. Nasıl herhangi bir canlının başlangıçları ve bitişleri varsa tıpkı öyle. Ve tıpkı, nefes alıp vermek gibi…

Ne müthiş bir yaratış ki, nefes almak ile vermek arasında heyecan verici bir rabıta mevcut. Almadan verilmez, vermeden de alınmaz. İkisinden biri olmadığında ortaya sorun çıkar. Hatta ikisinden biri olmadığında nihaî bitişle karşılaşılır. Peki, devletler nasıl nefes alıp verirler?

İnişlerle çıkışlar ve başlangıçlarla bitişler, devletlerin soluk alışverişidirler. “Böyle zafer günlerini, galibiyetleri, iktidarları ve devleti, insanlar arasında hak ettikleri oranda Biz dağıtıyoruz” şeklindeki yaklaşım, inişin ve çıkışın hangi ölçüde gerçekleştiğini görmek bakımından önemli bir ipucu verir.

Milâdî takvimler 29 Ekim 1923’ü, Hicrî takvimlerse 12 Rebiülevvel 1342’yi gösterdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilk nefesini almıştı. O günden itibaren soluk alıp verme seyrinde muazzam bir deveran yaşamaya başladı. Hak ettikleri oranda, iktidarlar ve cemiyet nazarında sürekli bir dağılım gerçekleşti. Bu dağılım gerçekleşirken beşerî tercihler devredeydi elbette. Hayrı isteyenlerin karşısında şerrin bekçiliğini yapanlar da vardı. Ve onların sahip oldukları beşerî tercihler sebebiyle bu ülke darbe de gördü, iktisadî buhran da.

Bu darbe ve buhranların nefes verdirip de aldırmadığı dönemlere rağmen, huzur ve güven için gayret gösteren hayır niyetliler sayesinde kalkındığı günler de gördü bu ülke, kendi kendine yettiğini de.

Nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin nefes alışverişi, gelip dayandı “15 Temmuz 2016” şeklinde Milâdî olarak kaydedilen tarihe. Bu tarih, Hicrî takvime göreyse 11 Şevvâl 1437 şeklinde düşüldü. “Şevvâl” kelimesinin anlamının ne olduğunu biliyor muydunuz? “Yükselmiş”…

Şevvâl, Hicrî takvimin 10’uncu ayıdır ve bu ayın bu isimle anılmasının sebebi, dişi devenin, gebeliği sebebiyle erkeği reddetmesi ve bunu göstermek için kuyruğunu yukarı yükseltmesinden ileri geliyor. Yani doğuracak deve, hiç kimseye bağlanmıyor.

Gebelik, olağan biçimiyle bir doğumun, canlılığa dair yeni bir başlangıcın geçiş evresidir. Bu noktada bir tarafta bitiş gerçekleşirken, diğer taraftaysa başlangıç yaşanmaktadır. Bir canlının en hararetli nefes alışverişi ise, gebeliğin sona ereceği doğum sırasındadır. Bir gebeye doğum esnasınca yapılan en önemli telkin, derin derin nefes alıp vermesi yönündedir.

Gebeliği sebebiyle hiçbir erkeğe tevessül etmeyen dişi devenin “bağlanmamak” üzerindeki kat’î tutumu, herhangi bir devletin yaşamak ile “bağımsız yaşamak” arasındaki izzeti fark edişindeki dirençle eşdeğerdir bu bakımdan. Ve 15 Temmuz 2016 yahut 11 Şevvâl 1437, doğum sancılarının sıklaştığı, nefes alışverişinin zirve yaptığı bir kırılma noktası, bir milâttır. Şer niyetli aklın götürü taşeronu teröristlerinin uygulamaya koydukları işgal girişimiyle tarihe kara bir leke olarak yazılacakken bu hâdise, bahsini ettiğimiz doğum sırasındaki hararetle muhteşem bir destan olarak aynı tarihe altın harflerle kaydedildi.


Memleketin “üç” rakamı

15 Temmuz öyle bir ayna yerleştirdi ki önümüze, karşısına geçenin niyetine göre karşılık verdi ve memleketin, kendisini seven ile sevmeyeni görmesini sağladı. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz ayet-i celîlede mealen, “Allah’ın, sizden sözde iman edenlerle hakkıyla iman edenleri ayırt etmesi, içinizden Kur’an’ı bilen ve tebliğ eden, çözüm getiren, güvenilir örnek önderler ve doğruları konuşan şahitler çıkarması ve şehit olabilecekleri görmesi için bozguna uğrayıp yara aldınız” şeklinde bahsedilen de bu durumun izahlarından en temiz olanıydı.

Evet, şahitler ve şehitler gördük!

Hayır, şahit olduk ve şehitler verdik!

15 Temmuz ve 11 Şevvâl, sözde iman edenlerle güvenilir önderler, doğruyu konuşan şahitler ve şehitleriyle, içimizden hayatlarını ortaya koyarak, konuşarak, yazarak ve hesapsız servet harcayarak cihat edenlerin ve sabrederek mücadele edenlerin net biçimde görünmesinde muhteşem bir mercek görevi gördü. Devletlerin, ancak bağımsızlarsa yaşayabildiklerini, bu izzet olmadığında âdeta zombi gibi yaşadıklarını, bu izzet için mücadele ettikçe nefes aldıklarını ve bu izzet için can verdikçe nefes verdiklerini öğrendik.

Tarih, insanın apaçık düşmanı olan şeytana uyanlarla Allah’ın emirlerine bağlı kalanların galibiyet ve mağlubiyetleriyle dolu. Vahiyle de sabit şekilde vaat edildiği üzere, galibiyetler ve iktidarlar, bu iki taraf arasında hak ettikleri oranda dağılıp duruyor. 15 Temmuz yahut 11 Şevvâl, bu dağılım grafiğinin inananlar yörüngesinde ağırlık yaptığı bir dönüm noktası.

Şüphesiz inananların karşısında saf tutan güruhta yer alanlar, işgal ederek sahibi olmak istedikleri memleketi ihya edeceklerini sanmışlardı. Ancak bu fikrin ne büyük bir imkânsızlık taşıdığını bilemediler. Zira aldanarak ve sonra da aldatarak yaşadıkları hayat, onlara “iyi” diye nitelediklerinin ne denli bir “kötülük” barındırdığını göstermeyecek kadar güçlüydü. Nitekim onlar bir yalancıya inanmış, takvayı yok pahasına satmışlardı. Hem de o yalancının intisap ettiği üst akla, şeytana…

Tevbe Sûresi’nin 17 ve 18’inci ayetlerinde şöyle buyuruluyor:

“İlâhlığında, otoritesinde, mülkünde ve tasarruflarında Allah’a ortak koşan müşrikler, inkârları konusunda kendi aleyhlerine ve birbirlerinin aleyhine şâhit olup dururlarken, onların, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri, canlandırmaları ve şenlendirmeleri mümkün değildir. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Cehennem ateşinde de ebedî kalacaklar.

Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a, Allah’a imanın gerektirdiği esaslara ve ahiret gününe iman edenler, namazı âdâbına riayet ederek aksatmadan kılanlar, vicdanlarını, servetlerini ve sosyal bünyelerini arındıranlar, berekete vesile olan zekâtı verenler ve Allah’tan başkasından korkmayanlar imar ederler, canlandırırlar, şenlendirirler. Bunların, hidayete ermiş olanlardan ve hak yolda, İslâm’da sebat edenlerden olmaları umulur.” 

Buradan hareket edince, Allah’ın “bütün amellerinin boşa gittiğini” belirttiği kimselerin nasıl tanımlandıklarını görmemek elde değil. Onlar yeryüzünü ne imar edebilirler, ne canlandırabilirler, ne de şenlendirebilirler. Zira onlar, sadece Allah’tan korkan kimseler değildirler. Onlar, izzetlerini yok pahasına satan simsarlardır. Dolayısıyla onlar, hiçbir zaman bağımsız olamadıkları gibi, yine gelecekte de bağımsız olamayacaklardır.

Nedendir bilinmez, ama söyleyiş tarzımıza yerleşmiş, hatta hâkimiyet kurmuş bir rakamdır “üç” (3). Kalbimiz “Bir” için çarpar ama dilimiz üçlü denklemler kurar. Kendimize dair öne süreceğimiz üç şartın, nefret ettiğimiz üç faktörün veya üç kuruşluk insanların yahut ıssız bir adaya düşmesek de yanımıza alacağımız üç şeyin hesabını yaparız. Öyle ki, Hakkın Sahibi olan Hakk’ı karıştırdığımız ilkel cümlelerimize “Allah’ın hakkı üçtür” safsatasını dahi yerleştiriveririz.

Tabiî rakam üç olunca, üçe dair kesirli sayı tamlamalarını kullanmaktan da geri kalmayız. Öyle ya, dörde kadar üçün tüm denklemlerine dilimizde yer verebildiğimizi göstermenin evvel ispatı da “üç çeyrek”tir.

Üç çeyreğin ilk örneğini ekmek arası yapılan yemek porsiyonlarında görürüz. Belki de bu konudaki üç çeyrek düşüncesi, kapasite çerçevesinde haddini bilmek olarak değerlendirilebilir. Öyle ki, mutlaka tüm ekmeği yiyemeyeceğini bilen köfte düşkünü, yarım ekmeğin de kendisini doyuramayacağını bilmektedir. O yüzden “Usta bana üç çeyrek, yanına da turşu!” diye sipariş verir. Kokoreç, ciğer, döner derken, ekmek arası yapılabilen her yemeğe gider bu örnek.

Tabiî üç çeyrek kesrinin en muhteşem örneğini millet ve devlet olarak 1998’de gösterdik. Hatırlayacaksınız, 1997 ile başlayan “Cumhuriyet’in 75. Yılı” organizasyonlarının kamuya yansıyan en önemli figürü, Türk bayrağı yerine bütün devlet kurumlarına ve vatandaşın yakasına meşhur simgeyi taşıyan tabela ve rozetleri asmaktı. Öyle ki, o tabela ve rozetler devlet bütçesinden yaptırıldığı için israftan korkan yöneticiler söz konusu tabelaları söktürmediler, hatta rozetleri kullanmaya devam ettiler. 75’inci yıl çok önemliydi, zira yüz yıllık dileğin üçüncü ilk çeyreğinin tamamlandığını gösteriyordu.

Ahirinde üçten sonra üç çeyreğe, daha sonra da üç buçuğa erdi dilimiz. Ancak aynı dil, bu noktadan sonra daha çok şerre asılı cümlelerde işletildi. Öyle ki, korkakların kalpleri üç buçuk atar bu dile göre. Ve bu dile göre soysuz, yalnız soysuz değil, “üç buçuk soysuz”dur.  

İlginçtir, vatanımıza göz dikmiş namus azgınlarını yine bu millet “yedi düvel” diye tanımlamıştır. Yedi sayısının yarısı ise üç buçuktur. Yani millet, soysuz diye kastettiği hain işbirlikçinin adını “düşmana ait” oluşundan çıkartır ama doğrudan “düşman” olmakla nitelemez. Zira milletin nezdinde düşmana bir saygı vardır, onu tam ve bütün şekilde kavrar. Ancak hainin tam ve bütün bir şahsiyeti yoktur. Zira hain, ne düşman olabilmiştir, ne de milletin kendisinden. Hain, tam da bu ikisinin arasında olup saygı dahi duyulamayacak alçak, ezik, orta malı tiptir. Ve bu tipte soy da, ahlâk da, erdem de, asalet de, şeref de eksiktir. 

Bizdeki eksiklikse, bu simsarların dümen suyuna katkıda bulunmak oldu epey bir süre. Hâlbuki Âl-i İmran Sûresi’nin 119’uncu ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyuruluyor: “İşte siz öyle iyi insanlarsınız ki, onlar sizi sevmezken siz onları seversiniz. Onlar sizin kitabınızı inkâr ederken, siz kitapların hepsine iman edersiniz. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman, sözde ‘İman ettik’ derler. Kendi takımlarıyla baş başa kaldıkları zaman size olan kinlerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. Sen, ‘Kininizle geberin, Allah kalplerinizdeki kinlerinizi biliyor!’ de.”

Bu ülkede her hane, bir devletli şahsiyet olarak Recep Tayyip Erdoğan “Bizi kandırmışlar!” diye uyarana dek Fetullahçı Terör Örgütü FETÖ/PDY’yi sevmişti. Devletimize karşı giriştiği mücadeleyi işgalci bir darbe girişimine dönüştürene kadar açılmayan dimağlar, bu alçak teşebbüsün gerçekleşmesiyle dumura uğradılar. Bizse bu dumur ortamını çözmek ve en azından yazarak Allah yolunda cihat edenlerden olmak için tüm kalbî hislerimiz ve elbette bunun yanında analitik görüşlerimizle birlikte bütün bu süreci “yazı” ve “takvim” marifetiyle not ettik, tarihe geçirdik.

15 Temmuz/11 Şevvâl, kahpe bir teşebbüsün destanla sonuçlandığı bir doğum olarak kaydedildi tarihe. Tabiî alçaklar kara lekeleri, inananlar da altın şahsiyetleriyle…