ŞAHİT olmak, tanık
olunan hâdisenin içerisinde bulunmanın yanında, o olayı tüm gerçekliği ve tüm
hisleriyle bir hafızaya kaydetmeyi gerekli koşul kılar. Bir noktada hâdiseye
beş duyuyla hâkim olmak yeterli değildir. Kayıt altına almak, hâdisenin tamı
tamına gerçekliğini korumak içindir.
İnsan
için şahitliklerini kaydetmenin en önemli hamlesi yazıyı bulmak olmuş. Bu
hamle, kendisiyle birlikte bir de “takvim” adlı keşfin ortaya çıkmasını
sağlamış. Ve insan, tanık olduklarını aktarırken bu iki keşfin getirilerini
sonuna kadar kullanarak bir açıklama getirebilir olmuş.
Takvim
ve yazının kullanıldığı en derinlikli alan “tarih”. Bir olay veya şahsiyetin
tarihe bıraktığı iz, olay veya şahsiyetin sahip olduğu özellikler ölçeğinde değerlendirilir
ve bu değerlendirmeler doğrultusunda kaydedilir. Bu kayıt sırasında kullanılan
iki nitelikli deyim vardır. Biri tarihe “altın harflerle”, diğeri de yine
tarihe “kara bir leke olarak yazılmak” şeklindedir.
Birtakım
olaylarsa, sahip oldukları optik özelliklerle çift, hatta birbirinden farklı
görüntüler yansıtabilirler. Bu olaylar yalnız altın harflerle yazılmadıkları
gibi, sadece kara birer leke olarak da anılmazlar. Bu olaylar birer kırılma
noktası, hatta birer milât hüviyetindedirler. Söz konusu olaylarda çeşitli
rollere sahip olanlarsa, büründükleri karakterlerle altın veya leke olma
arasında kendilerine yer edinirler.
Bütün
zaman ve mekânı kuşatan hitabıyla Kur’an, bu durumu Âl-i İmran Suresi’nin 140
ve 141’inci ayetlerindeki şekliyle şöyle içermektedir:
“Eğer birtakım
kayıplara maruz kalmışsanız, bozguna uğrayarak bir yara almışsanız, o kavme de
benzeri bir acı, bir sıkıntı dokunmuştu. Böyle zafer günlerini, galibiyetleri,
iktidarları ve devleti, insanlar arasında hak ettikleri oranda Biz dağıtıyoruz.
Allah’ın, sizden sözde iman edenlerle hakkıyla iman edenleri ayırt etmesi,
içinizden Kur’an’ı bilen ve tebliğ eden, çözüm getiren, güvenilir örnek
önderler ve doğruları konuşan şahitler çıkarması ve şehit olabilecekleri
görmesi için bozguna uğrayıp yara aldınız. Allah, kurduğu düzene isyan eden,
Allah’ın kullarını, Allah yolunu ve Allah yolundaki faaliyetleri engelleyen
zalimleri sevmez.
Allah’ın, iman
edenleri günahlarından temize çıkarması, kulluk sözleşmesindeki ortak
taahhütlerini, Allah’a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek
örtbas edip inkârda ısrar eden kâfirleri de helâk etmesi için bozguna uğrayıp
yara aldınız.”
İnsan
nezdinde altın ve leke olarak anılmanın hükmü hakikat kaynağı Kur’an’da böyle
açıklanırken, söz konusu ayetlerin devamındaki 142’inci ayette, tarihin bu en
net imtihan şeklinin tüm nesillere gelip çatacağı haberi veriliyor:
“Yoksa Allah,
içinizden hayatlarını ortaya koyarak, konuşarak, yazarak ve hesapsız servet
harcayarak cihat edenleri tanımadan, sabrederek mücadele edenleri ortaya
çıkarmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?”
Rabbim
ebed müddet selâmet versin, Türkiye Cumhuriyeti, devleti ve milletiyle birçok
iniş ve çıkış ve de yine birçok başlangıç ve bitişle yaşayageldi bugüne dek.
Nasıl herhangi bir canlının başlangıçları ve bitişleri varsa tıpkı öyle. Ve
tıpkı, nefes alıp vermek gibi…
Ne
müthiş bir yaratış ki, nefes almak ile vermek arasında heyecan verici bir
rabıta mevcut. Almadan verilmez, vermeden de alınmaz. İkisinden biri
olmadığında ortaya sorun çıkar. Hatta ikisinden biri olmadığında nihaî bitişle
karşılaşılır. Peki, devletler nasıl nefes alıp verirler?
İnişlerle
çıkışlar ve başlangıçlarla bitişler, devletlerin soluk alışverişidirler. “Böyle zafer günlerini, galibiyetleri,
iktidarları ve devleti, insanlar arasında hak ettikleri oranda Biz dağıtıyoruz”
şeklindeki yaklaşım, inişin ve çıkışın hangi ölçüde gerçekleştiğini görmek
bakımından önemli bir ipucu verir.
Milâdî
takvimler 29 Ekim 1923’ü, Hicrî takvimlerse 12 Rebiülevvel 1342’yi
gösterdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilk nefesini almıştı. O günden
itibaren soluk alıp verme seyrinde muazzam bir deveran yaşamaya başladı. Hak
ettikleri oranda, iktidarlar ve cemiyet nazarında sürekli bir dağılım
gerçekleşti. Bu dağılım gerçekleşirken beşerî tercihler devredeydi elbette.
Hayrı isteyenlerin karşısında şerrin bekçiliğini yapanlar da vardı. Ve onların
sahip oldukları beşerî tercihler sebebiyle bu ülke darbe de gördü, iktisadî
buhran da.
Bu
darbe ve buhranların nefes verdirip de aldırmadığı dönemlere rağmen, huzur ve
güven için gayret gösteren hayır niyetliler sayesinde kalkındığı günler de
gördü bu ülke, kendi kendine yettiğini de.
Nihayet
Türkiye Cumhuriyeti’nin nefes alışverişi, gelip dayandı “15 Temmuz 2016”
şeklinde Milâdî olarak kaydedilen tarihe. Bu tarih, Hicrî takvime göreyse 11
Şevvâl 1437 şeklinde düşüldü. “Şevvâl” kelimesinin anlamının ne olduğunu
biliyor muydunuz? “Yükselmiş”…
Şevvâl,
Hicrî takvimin 10’uncu ayıdır ve bu ayın bu isimle anılmasının sebebi, dişi
devenin, gebeliği sebebiyle erkeği reddetmesi ve bunu göstermek için kuyruğunu
yukarı yükseltmesinden ileri geliyor. Yani doğuracak deve, hiç kimseye
bağlanmıyor.
Gebelik,
olağan biçimiyle bir doğumun, canlılığa dair yeni bir başlangıcın geçiş
evresidir. Bu noktada bir tarafta bitiş gerçekleşirken, diğer taraftaysa
başlangıç yaşanmaktadır. Bir canlının en hararetli nefes alışverişi ise,
gebeliğin sona ereceği doğum sırasındadır. Bir gebeye doğum esnasınca yapılan
en önemli telkin, derin derin nefes alıp vermesi yönündedir.
Gebeliği sebebiyle hiçbir erkeğe tevessül etmeyen dişi devenin “bağlanmamak” üzerindeki kat’î tutumu, herhangi bir devletin yaşamak ile “bağımsız yaşamak” arasındaki izzeti fark edişindeki dirençle eşdeğerdir bu bakımdan. Ve 15 Temmuz 2016 yahut 11 Şevvâl 1437, doğum sancılarının sıklaştığı, nefes alışverişinin zirve yaptığı bir kırılma noktası, bir milâttır. Şer niyetli aklın götürü taşeronu teröristlerinin uygulamaya koydukları işgal girişimiyle tarihe kara bir leke olarak yazılacakken bu hâdise, bahsini ettiğimiz doğum sırasındaki hararetle muhteşem bir destan olarak aynı tarihe altın harflerle kaydedildi.
Memleketin
“üç” rakamı
15
Temmuz öyle bir ayna yerleştirdi ki önümüze, karşısına geçenin niyetine göre
karşılık verdi ve memleketin, kendisini seven ile sevmeyeni görmesini sağladı.
Nitekim yukarıda zikrettiğimiz ayet-i celîlede mealen, “Allah’ın, sizden sözde iman edenlerle hakkıyla iman edenleri ayırt
etmesi, içinizden Kur’an’ı bilen ve tebliğ eden, çözüm getiren, güvenilir örnek
önderler ve doğruları konuşan şahitler çıkarması ve şehit olabilecekleri
görmesi için bozguna uğrayıp yara aldınız” şeklinde bahsedilen de bu
durumun izahlarından en temiz olanıydı.
Evet,
şahitler ve şehitler gördük!
Hayır,
şahit olduk ve şehitler verdik!
15
Temmuz ve 11 Şevvâl, sözde iman edenlerle güvenilir önderler, doğruyu konuşan
şahitler ve şehitleriyle, içimizden
hayatlarını ortaya koyarak, konuşarak, yazarak ve hesapsız servet harcayarak
cihat edenlerin ve sabrederek mücadele edenlerin net biçimde görünmesinde
muhteşem bir mercek görevi gördü. Devletlerin, ancak bağımsızlarsa
yaşayabildiklerini, bu izzet olmadığında âdeta zombi gibi yaşadıklarını, bu
izzet için mücadele ettikçe nefes aldıklarını ve bu izzet için can verdikçe
nefes verdiklerini öğrendik.
Tarih,
insanın apaçık düşmanı olan şeytana uyanlarla Allah’ın emirlerine bağlı
kalanların galibiyet ve mağlubiyetleriyle dolu. Vahiyle de sabit şekilde vaat
edildiği üzere, galibiyetler ve iktidarlar, bu iki taraf arasında hak ettikleri
oranda dağılıp duruyor. 15 Temmuz yahut 11 Şevvâl, bu dağılım grafiğinin
inananlar yörüngesinde ağırlık yaptığı bir dönüm noktası.
Şüphesiz
inananların karşısında saf tutan güruhta yer alanlar, işgal ederek sahibi olmak
istedikleri memleketi ihya edeceklerini sanmışlardı. Ancak bu fikrin ne büyük
bir imkânsızlık taşıdığını bilemediler. Zira aldanarak ve sonra da aldatarak
yaşadıkları hayat, onlara “iyi” diye nitelediklerinin ne denli bir “kötülük”
barındırdığını göstermeyecek kadar güçlüydü. Nitekim onlar bir yalancıya
inanmış, takvayı yok pahasına satmışlardı. Hem de o yalancının intisap ettiği
üst akla, şeytana…
Tevbe
Sûresi’nin 17 ve 18’inci ayetlerinde şöyle buyuruluyor:
“İlâhlığında,
otoritesinde, mülkünde ve tasarruflarında Allah’a ortak koşan müşrikler,
inkârları konusunda kendi aleyhlerine ve birbirlerinin aleyhine şâhit olup
dururlarken, onların, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri, canlandırmaları ve
şenlendirmeleri mümkün değildir. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir.
Cehennem ateşinde de ebedî kalacaklar.
Allah’ın
mescitlerini, ancak Allah’a, Allah’a imanın gerektirdiği esaslara ve ahiret
gününe iman edenler, namazı âdâbına riayet ederek aksatmadan kılanlar,
vicdanlarını, servetlerini ve sosyal bünyelerini arındıranlar, berekete vesile
olan zekâtı verenler ve Allah’tan başkasından korkmayanlar imar ederler,
canlandırırlar, şenlendirirler. Bunların, hidayete ermiş olanlardan ve hak
yolda, İslâm’da sebat edenlerden olmaları umulur.”
Buradan
hareket edince, Allah’ın “bütün amellerinin boşa gittiğini” belirttiği
kimselerin nasıl tanımlandıklarını görmemek elde değil. Onlar yeryüzünü ne imar
edebilirler, ne canlandırabilirler, ne de şenlendirebilirler. Zira onlar,
sadece Allah’tan korkan kimseler değildirler. Onlar, izzetlerini yok pahasına
satan simsarlardır. Dolayısıyla onlar, hiçbir zaman bağımsız olamadıkları gibi,
yine gelecekte de bağımsız olamayacaklardır.
Nedendir bilinmez, ama söyleyiş tarzımıza yerleşmiş,
hatta hâkimiyet kurmuş bir rakamdır “üç” (3). Kalbimiz “Bir” için çarpar ama
dilimiz üçlü denklemler kurar. Kendimize dair öne süreceğimiz üç şartın, nefret
ettiğimiz üç faktörün veya üç kuruşluk insanların yahut ıssız bir adaya
düşmesek de yanımıza alacağımız üç şeyin hesabını yaparız. Öyle ki, Hakkın
Sahibi olan Hakk’ı karıştırdığımız ilkel cümlelerimize “Allah’ın hakkı üçtür”
safsatasını dahi yerleştiriveririz.
Tabiî
rakam üç olunca, üçe dair kesirli sayı tamlamalarını kullanmaktan da geri kalmayız.
Öyle ya, dörde kadar üçün tüm denklemlerine dilimizde yer verebildiğimizi
göstermenin evvel ispatı da “üç çeyrek”tir.
Üç
çeyreğin ilk örneğini ekmek arası yapılan yemek porsiyonlarında görürüz. Belki
de bu konudaki üç çeyrek düşüncesi, kapasite çerçevesinde haddini bilmek olarak
değerlendirilebilir. Öyle ki, mutlaka tüm ekmeği yiyemeyeceğini bilen köfte
düşkünü, yarım ekmeğin de kendisini doyuramayacağını bilmektedir. O yüzden
“Usta bana üç çeyrek, yanına da turşu!” diye sipariş verir. Kokoreç, ciğer,
döner derken, ekmek arası yapılabilen her yemeğe gider bu örnek.
Tabiî
üç çeyrek kesrinin en muhteşem örneğini millet ve devlet olarak 1998’de
gösterdik. Hatırlayacaksınız, 1997 ile başlayan “Cumhuriyet’in 75. Yılı”
organizasyonlarının kamuya yansıyan en önemli figürü, Türk bayrağı yerine bütün
devlet kurumlarına ve vatandaşın yakasına meşhur simgeyi taşıyan tabela ve
rozetleri asmaktı. Öyle ki, o tabela ve rozetler devlet bütçesinden
yaptırıldığı için israftan korkan yöneticiler söz konusu tabelaları söktürmediler,
hatta rozetleri kullanmaya devam ettiler. 75’inci yıl çok önemliydi, zira yüz
yıllık dileğin üçüncü ilk çeyreğinin tamamlandığını gösteriyordu.
Ahirinde
üçten sonra üç çeyreğe, daha sonra da üç buçuğa erdi dilimiz. Ancak aynı dil,
bu noktadan sonra daha çok şerre asılı cümlelerde işletildi. Öyle ki,
korkakların kalpleri üç buçuk atar bu dile göre. Ve bu dile göre soysuz, yalnız
soysuz değil, “üç buçuk soysuz”dur.
İlginçtir,
vatanımıza göz dikmiş namus azgınlarını yine bu millet “yedi düvel” diye
tanımlamıştır. Yedi sayısının yarısı ise üç buçuktur. Yani millet, soysuz diye
kastettiği hain işbirlikçinin adını “düşmana ait” oluşundan çıkartır ama
doğrudan “düşman” olmakla nitelemez. Zira milletin nezdinde düşmana bir saygı
vardır, onu tam ve bütün şekilde kavrar. Ancak hainin tam ve bütün bir
şahsiyeti yoktur. Zira hain, ne düşman olabilmiştir, ne de milletin
kendisinden. Hain, tam da bu ikisinin arasında olup saygı dahi duyulamayacak
alçak, ezik, orta malı tiptir. Ve bu tipte soy da, ahlâk da, erdem de, asalet
de, şeref de eksiktir.
Bizdeki
eksiklikse, bu simsarların dümen suyuna katkıda bulunmak oldu epey bir süre.
Hâlbuki Âl-i İmran Sûresi’nin 119’uncu ayet-i kerimesinde mealen şöyle
buyuruluyor: “İşte siz öyle iyi
insanlarsınız ki, onlar sizi sevmezken siz onları seversiniz. Onlar sizin
kitabınızı inkâr ederken, siz kitapların hepsine iman edersiniz. Onlar sizinle
karşılaştıkları zaman, sözde ‘İman ettik’ derler. Kendi takımlarıyla baş başa
kaldıkları zaman size olan kinlerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. Sen,
‘Kininizle geberin, Allah kalplerinizdeki kinlerinizi biliyor!’ de.”
Bu
ülkede her hane, bir devletli şahsiyet olarak Recep Tayyip Erdoğan “Bizi
kandırmışlar!” diye uyarana dek Fetullahçı Terör Örgütü FETÖ/PDY’yi sevmişti.
Devletimize karşı giriştiği mücadeleyi işgalci bir darbe girişimine dönüştürene
kadar açılmayan dimağlar, bu alçak teşebbüsün gerçekleşmesiyle dumura
uğradılar. Bizse bu dumur ortamını çözmek ve en azından yazarak Allah yolunda
cihat edenlerden olmak için tüm kalbî hislerimiz ve elbette bunun yanında
analitik görüşlerimizle birlikte bütün bu süreci “yazı” ve “takvim” marifetiyle
not ettik, tarihe geçirdik.
15
Temmuz/11 Şevvâl, kahpe bir teşebbüsün destanla sonuçlandığı bir doğum olarak
kaydedildi tarihe. Tabiî alçaklar kara lekeleri, inananlar da altın
şahsiyetleriyle…