Alaattin Yılmaz: Taraklı’nın yaşayan Keloğlan’ı

O bizim uzun boylu, beyaz saçlı, yetmiş yaşındaki delikanlımız. Saflığı, dürüstlüğü, sabrı ve insanlığı ile çağdaş Keloğlan’ımız. Ona kim ne derse, ederse, yaparsa yapsın, sonunda Allah’ın yardımı ile kazanan odur. Üç iflah olmazların en fedakârı ve en mülayimi.

AMME vicdanı durur durur, öyle bir laf eder ki tam on ikiden vurur; ülkedeki mahkemelerin bütün hâkimlerini toplasanız, o karar kadar isabetli karar alamaz. İşte Taraklı vicdanı da durup durup bir karar vermiş ki istisnasız hepimiz altına gönül rahatlığı ile imza atabiliriz: “Taraklı’da üç iflah olmazlar vardır: Yaş ve boy sırasına göre Ormancı Alaattin, Keşkapan Tacettin, Kömürcü İzzettin.”

Taraklı’nın dışa açılması, tanıtımı ve turizme yönelmesinin üzerinden şöyle böyle yirmi beş yıla yakın zaman geçti. Bugün kasabanın Türkiye’nin her yerinde bilinen, tanınan ve sevilen bir ilçe olmasında elbette birçok kişinin payı vardır ama Taraklı’da yaşayanlardan sorarsanız, hilafsız, en büyük pay bu üç iflah olmazlarındır.

Neden “İflah olmazlar” demiş bunlara amme vicdanı? Cevabı basit: Zamanlarının, imkânlarının, enerjilerinin büyük bölümünü kendilerine, ailelerine, menfaatlerine değil de topluma, ilçelerine, çevrelerine harcadıkları için.

Herkes, her Allah kulu, her canlı şahittir ki, Alaattin, Tacettin ve İzzettin aynen böyledir. Taraklı’ya hangi televizyoncu, gazeteci, sanatçı, yazar-çizer, sivil toplumcu, siyasetçi gelmişse ilk bu üç isimden birisini, bazen ikisini, çoğu kez de üçünü birden bulur; artık onlar gezdirir, yedirir, içirirler gelenleri. Bir bakarsınız Hisar’dadılar, bir bakarsınız Hıdırlık’ta; bir bakarsınız yayladadırlar, bir bakarsınız şehrin tarihî sokaklarında… Ondan mıdır bilinmez, son yirmi beş yılda, bu iflah olmazlar kilo alacaklarına beşer onar kilo da vermiş durumdadırlar. Pardon, İzzettin hariç! O en az yirmi kilo almıştır ya, onunkisi -her gün akşam-sabah mecburiyetten- on çeşit hap yutmasına verilmelidir.

Peki, kim mi bu Alaattin Yılmaz. Kim mi bu Ormancı Alettin?

Bir garip, bir tipik, bir güzel Taraklılı âdem. Altmışını biraz geçmiş bir delikanlı. Annesi Süleyman Çavuşların Şaziment, babası Muharremlerin Şeref. Orman teşkilatında memurluk etmiş otuz iki sene. Mülayim, sabırlı, düzgün, ahlâklı, vatanperver, merhametli, cömert, sportmen bir Taraklılı. Dedik ya, tipik Taraklılı.

On sene futbol oynamış gençliğinde, Taraklıspor’da. Gün gelmiş, başkanlık da etmiş futbol oynadığı kulübe. Esenyurt’tan İrfan Efendi’nin güzel kızı Makbule Hanım’la evlenmiş kırk beş sene önce. Üç evlatları doğmuş; Adapazarı’nda evli Fulya, İstanbul’da evli Serap ve Taraklı’da Sosyal Yardımlaşma Vakfı Müdürü Faruk Serkan.

Serkan’ı da iyi tanır, severim. Ayrı bir yetenek, ayrı bir hassasiyet, ayrı bir zenginliktir Taraklı için Serkan Yılmaz. Hem birinci sınıf bir şairdir, hem de besteler yapan bir müzisyen.

Toplumda sevilen, sayılan, itibar edilen, sözü dinlenen biridir Ormancı Alettin. Büyüğünü küçüğünü sever, sayar. Sevilir, sayılır. Uzun, upuzun bir memuriyetin ardından emekli olmuş. Yakın arkadaşı Keşkapan Tacettin de o günlerde, 2004 Yerel Seçimlerinde belediye başkan adayı olunca, “Gel ağabey, üç iflah olmazlar, birlikte seçime girelim” demiş, “Biraz da bu arenada hizmet edelim memleketimize”. Kırmamış can dostunu. Kimi kırmış ki zaten hayatında? Beş yıl siyaset yapmışlar birlikte. Keşkapan Başkan, o da Meclis üyesi, başkan vekili, encümen üyesi olarak…

İnsanın, insanlığın, dürüstlüğün gitgide azaldığı o arenada Tacettin Başkan ve diğer dostlarıyla birlikte güzel işler yapmışlar, bilhassa Taraklı’nın yedi cihanda sevilmesine, tanınmasına, bilinmesine ciddî hizmetlerde, çabalarda, organizasyonlarda bulunmuşlar.

Bu beş yıllık sürede çevre daha bir tanımış Ormancı Alettin’i. Daha bir sevmiş. O da aslında daha bir tanımış kendisini, daha bir tanımış Taraklı’sını, daha bir tanımış içindeki, içerideki öz cevherini. Günümüz Türkiye’sinde, günümüz Marmara’sında, günümüz Sakarya’sında, aslında Taraklı’nın ne kadar paha biçilmez değerde olduğunu daha bir görür, bilir, anlar olmuş. Anlatır olmuş. Öteden beri aşinası olduğu, ortağı olduğu, kalfası olduğu yalaza sofralarında ustalığına doğru terfi etmiş. Binbir anı, binbir yaşanmışlık, binbir tebessümle... Şiiri de sevmiş, şiir de yazmış, şiir de okumuş zaman zaman. Onun o mahcup, gevrek, mülayim anlatımıyla daha bir demlenmiş çaylar, daha bir lezzetlenmiş etli nohutlar, daha bir tatlanmış irmik helvaları, köpük helvaları, uğut tatlıları.

Tiryakisi çok!

Kızılay’dı, Yeşilay’dı, ilçe kent konseyi başkanlığıydı, toplumdan kaçmamış siyaset sonrası; aksine daha bir hizmet eri, hizmet adamı, hizmet abidesi olmuş zamanla. Muhabbet, sevgi, saygı sofralarının ilk arananlarından olmuş. İnsanlığın her geçen gün daha da yitirildiği modern gökdelen çağında huzurun ikinci adresi Taraklı’ya sığınan nice yazar, nice sanatçı, nice yönetmen onun başından geçenleri dinledikçe daha bir insan görmüşler, daha bir insan olmuşlar, daha bir insanlığı hatırlamışlar. (Yönetmen Ertuğrul Karslıoğlu’ndan fotoğraf sanatçısı İbrahim Zaman’a, belki de Taraklı’dan en geniş ulusal çevresi olan kişidir o.)


Alaattin ağabeyin başından geçen/geçtiğini söylediği yalazalara kahkahalarla gülerken, aslında kendilerini tedavi etmişler, kalplerini, gönüllerini, zihinlerini arındırmışlar. Bu çağda, bu kaosta nasıl bir insanın bu kadar temiz, saf ve duru kalabildiğine şaşırmışlar. Nasıl hâlâ insan kalabildiğine, insan olabildiğine şaşırmışlar. Şaşkınlıkları bir süre sonra Alaettin Yılmaz arkadaşlığına, dostluğuna, tiryakiliğine dönüşmüş.

O saflığı, o duruluğu, o temiz yürekliliği nelere sebep olmamış ki hayatında…

2002 yılı... Taraklı’da “Unutma Beni” diye bir televizyon dizisi çekilmektedir. Şevket Altuğ’un, Metin Şentürk’ün rol aldığı bir dizi… Çekimler günlerce sürer. Yapımcı-yönetmen Gülçin Hanım, Alaattin Yılmaz’ın hiçbir çıkarı, umarı, menfaati olmadan yardımcı olmasından çok mutlu olur, dizide küçük de olsa bir rol teklif eder. Bir düğün sahnesi vardır, Belediye Parkı’nda çekilecektir. Eşi ve çocuğuyla gelin ile damadı tebrik edecek, “Yaşa Ramis Aga yaşa” diyecektir Alaattin ağabey. Gerisini Alaattin ağabeyden dinleyelim:

“Park kalabalık, ana baba günü… Film çekiliyor ya… Ben de eşimi alıp gittim. Tacettin Başkan’ın dört beş yaşlarındaki küçük oğlu Oğuzhan da bizim çocuğumuz rolünde. Gittim film setine. Yönetmen hanım, ‘Alaattin Bey, bu hanım sizin eşiniz. İstanbul’dan bu rol için seçildi geldi. Hadi birlikte gelinle damadı tebrik edin’ dedi. Ben sağıma baktım kendi eşim, soluma baktım yalandan eşim… Dondum kaldım. Yönetmen ‘Haydi provaya’ deyince ancak kendime gelebildim. Eşimle göz göze geldik, bakışlarıyla izin verdi sağ olsun. Üç dört provadan sonra ‘Motor’ dedi yönetmen. Gidiyoruz olmuyor, yapıyoruz ‘Yeniden’ diyor. Gece saat üçlere dörtlere kadar sürdü bir sahnenin çekimi. Meğerse ne zor şeymiş film çekimi. Oğuzhan çocuk uyudu kucağımızda. Yönetmen sık sık uyarıyor beni, ‘Alaattin Bey, geline çok mesafeli durmayın, geline yaklaşın biraz, tebrik ederken sarılıp öpün gelini, çok uzaktan tebrik ediyorsunuz’ diye…

Neyse, bir şeyler yaptık, çekimler bitti. Ertesi gün almış yürümüş bizim Taraklı’da bir dedikodu ‘Ormancı Alettin dün gece sabaha kadar filmdeki gelini öpmüş durmuş’ diye. Bütün kahvehanelere konu olmuşuz. Kimi görsem ‘Gelini nasıl öptün ağabey?’ diye soru soruyor. Yemin billah ediyorum, ‘Vallahi billahi de öpmedim, beş santimden fazla yaklaşmadım’ diye ama kimseyi inandıramıyorum.

‘Buna bir çözüm bulayım’ dedim. Çok güvendiğim iki ağabeyim öpmediğime şahittiler. Benden rica etmişlerdi film çekiminde, onları ön tarafa oturtmuştum torpille. En iyi onlar görmüşlerdi öpmediğimi. Onlar aklayabilirlerdi beni. İkisi de yakın dostlarım abilerimdi. Hasan Özduman abinin birçok hizmetini ben görüyordum. Dükkân komşum Berber Celal abinin de berber malzemelerini İstanbul’dan her ay ben getiriyordum. Üzerlerinde çok hakkım vardı. Kahvehanede herkesi topladım, o iki şahidimi de getirdim. Önce Hasan ağabeye sordum: ‘Abi, film çekimi sırasında ben gelini öptüm mü hiç?’ Hasan abi durdu, durdu, ‘Ağbeysinin, ben yalan söyleyemem, öptün’ demesin mi? Şoke oldum üzüntümden. Hâlbuki pek de doğru söylemeyen biriydi zaten. İkinci şahidim Berber Celal abiydi, ona döndüm, ‘Ağbi, sen bari doğruyu söyle, akla beni. Öptüm mü ben gelini?’ dedim. Herkes pürdikkat, Celal abinin ağzından çıkacak sözü bekliyor: ‘Ben de yalan söyleyemem Alettin, hemdeki öptün. Corplamasını bile duydum!’ deyince, millet kahkahayı basarken ben artık iyice şoka girdim. Hem öpsem bile o gürültü patırtıda nasıl duyabilirdi ki corplamayı? Şahit dediğim, güvendiğim, beni aklayacağına inandığım iki kişi de beni satmışlardı. Düpedüz yalazaya getirilmiştim. Vallahi de, billahi de gelini öpmemiştim. ‘Madem kimseyi inandıramadım, öpseydim keşke’ dediğim de olmuyor değil bazen hani…”

Alaattin Yılmaz’ın hayatı kitap olacak kadar zengindir. Ve insanî, ibretlik, destanlık olaylar ve anılarla doludur hayatı. Bunlardan biri de ameliyat vakasıdır. Hani ameliyat masasında ayılırken eşine ve oğluna “Siz ne zaman ölüp de öte dünyaya geldiniz?” diye sorduğu olay… “Baba İshak” lakaplı çok sevdiği kurum arkadaşının onun hayatını öldükten sonra bile değiştirmesi… Tacettin Başkan’la, onun meclis üyeliğine mâl olan yalazaları, atışmaları… “Taraklı’nın yedi yüzyıllık çınarını Alaettin Yılmaz dikti” yalazası…

Evet, Alaattin Yılmaz, üçü de yalaza ustası üç iflah olmazların en büyüğü, en garibanı, en mülayimidir. En yalazacısı da… Anlattığı örneklerdeki çoğu yalaza ona yapılmış olsa bile…

O bizim uzun boylu, beyaz saçlı, yetmiş yaşındaki delikanlımız. Saflığı, dürüstlüğü, sabrı ve insanlığı ile çağdaş Keloğlan’ımız. Ona kim ne derse, ederse, yaparsa yapsın, sonunda Allah’ın yardımı ile kazanan odur. Üç iflah olmazların en fedakârı ve en mülayimi.

Alaattin Yılmaz; Taraklı’nın yaşayan Keloğlan’ı…