Al bayrak

“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,/ Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,/ Işık ışık, dalga dalga bayrağım!/ Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.” (Arif Nihat Asya)

SİYAH önlük ve beyaz yakalıkla, ama “en çok” heyecanla, taş duvarlı okul önünde; kendisine tıpatıp benzeyen, birçoğunu tanımadığı ve hayatında “ilk” kez gördüğü onlarca öğrenci arasında sıra olup elinde ince uzun sopa bulunan bıyıklı birinin komutuyla hep birlikte ve yüksek sesle bir şeyler okudular.

Bir sağına baktı, bir soluna; kimin ne okuduğunu çözmekte zorlansa da mahcup olmamak için ağzını oynatarak, çoğunluğa uyma görüntüsü verdi. Kendinden birkaç yaş büyük, iri kalıplı bir öğrencinin ipe bağlı al renkli bir kumaşı hızla yukarıya çektiğini gördü. Bu ilgisini çekmişti.

Okulun ilk günüydü ve yaşadığı her şey, gördüğü ve konuştuğu her sima, duyduğu her söz bu anlamda “ilkler” silsilesinde yer almıştı almasına ama okul önündeki seremonide yapılanlara akıl sır erdiremiyordu. Soluğu evde aldı ve doğruca babasının dizinin dibine yerleşerek olup biteni bir çırpıda anlatıverdi. Baba oğulun bu hâlini uzaktan izleyen anne ise olup bitenleri tebessümle takip ediyordu.

Babası, yılların verdiği deneyim ile anlatmaya başladı: “Bak evlat! O okunan ve senin henüz bilmediğin ama ezberlemen gereken İstiklâl Marşı’dır. Direğe iple çekilen al kumaş da Türk bayrağıdır. Eski Türklerde, sahip oldukları toprağa batırılan mızrağın üzerine hanedanlığı temsil eden renklerde asılan kumaşlar ve iplere ‘batrak’ yahut ‘batruk’ denirmiş. Zamanla ‘bayrak’ sözcüğüyle yer değiştirerek bugünkü hâlini almış…”

Babası cümlesini henüz bitirmişti ki, “Hanedanlık ne demek baba?” diye sordu oğul. Baba devam etti:

Kayı soyundan Kaya Alp'in oğlu olan Süleyman Şah’ın, Caber Kalesi önlerindeyken atıyla birlikte suya düşüp ölümünden sonra, Sungur Tekin, Gündoğdu, Dündar ve Ertuğrul isimli oğulları Anadolu’ya yayıldılar. İçlerinden Ertuğrul Gazi, Moğollarla karşılaşan Anadolu Selçuklu ordusuna yardım ederek Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubat’ın savaşı kazanmasını sağladı. Bu sayede iline Sultan dost oldu ve kendisine büyük bir oranda toprak verdi.

Ertuğrul Gazi, Halime Sultan ile evlendi ve üç oğlu oldu: Gündüzalp, Savcı ve Osman... Ertuğrul Gazi'nin ölümü üzerine, beyliğe kardeşlerin en küçüğü Osman Gazi çıktı. III. Alaeddin Keykubat’tan sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin yöneticisiz kalmasıyla bağımsızlığını ilan etti, Bursa Kuşatması sırasında ise vefat etti.
Yerine geçen oğlu Orhan Gazi, Osmanlı Devleti’ni kurdu. İşte kurulan bu devleti yöneten geniş aileye ‘hanedan’ denir. Başındaki kişiye de ‘sultan’. Orhan Gazi’nin vefatından sonra tahta çıkan I. Murad komutasındaki Osmanlı ordusu,
I. Kosova Muharebesinden galibiyetle ayrılsa da I. Murad, Miloš Obilić isimli Sırp tarafından şehit edildi.”

Hızını alamayan ve heyecanını yenemeyen yavrucak, babasına soru sormaya devam etti: “Peki, bizim bayrağımız nasıl oluştu?”
“Rivayete göre, bahsi geçen savaşta şehit düşen şanlı Türk askerlerinin kanı bir çukurlukta toplanmış, ay ve yıldız, bu gölcüğün üzerine yansımış ve Türk bayrağı oluşmuş” dedi baba.

“Rengi onun için mi kırmızıdır?”
Oğul yine sordu: “Rengi onun için mi kırmızıdır?”

“Evet!” dedi, “Bayrak, bir milletin varlığının ve bağımsızlığının sembolüdür. Kırmızı renk egemenliği, beyaz ise gücü, adaleti ve temizliği ifade eder. Ayyıldız, Orta Asya’dan gelen ‘Türklüğü’; kırmızı ise ‘vatanı’ temsil eder. Devletin hâkimiyetini, bağımsızlığını ve şerefini temsil ettiği için bayrağa saygı gösteririz. ‘Al’ renk kutsallık içerdiği içindir ki biz Türkler, ‘Al bayrak’, ‘Al sancak’ veya ‘Ay yıldız’ diye hitap ederiz.”

Soru sorma sırası babaya geçmişti: “Anladın mı yavrum?”

Oğul, babasının gözlerine baktı. Gözlerindeki rengi ayrıştırmakta zorlandı; yeşil, mavi ve sarıyı seçebildi. Neden sonra ağzından, “Evet baba, anladım!” cümlesi dökülüverdi.

“Bir de bu bayrak uğruna çekinmeden canlarını verenler var ki, biz onlara ‘şehit’ diyoruz” dedi baba.

Bir güne ne çok sığdırmıştı. Okulda öğrenmediklerini ve duymadıklarını, babası akıcı bir üslûp ile anlatıyor ve belleğine yerleşiyordu.

Babası devam etti:

“Şimdi sana Kınalı Ali hikâyesini anlatacağım, iyi dinle!

Bundan senelerce evvel, Çanakkale cephesinde birliğini denetleyen bir kumandan, askerlerden birinin saçına kına yaktığını görür ve askerine sorar: ‘Evladım, bu kafanın hâli ne?’ ‘Anam cepheye gelirken kına yaktı Komutanım’ der asker. ‘Neden?’ der komutan, sebebini bilmez asker. Sonra komutan, ‘Peki, gidebilirsin Kınalı Ali’ der ve izin verir.

O günden sonra herkes o askere 'Kınalı Ali' der ve kafasındaki kınayla dalga geçer. Cana yakın ve cesur tavırlarıyla tüm arkadaşlarının sevgisini kazanan Kınalı Ali, arkadaşlarının yarımıyla ailesine bir mektup yazar. ‘Sevgili anne ve babacığım, ellerinizden öperim. Beni merak etmeyin, iyiyim’ diye başlar ve kardeşlerini sorduktan sonra, ‘Anacağım, kafama kına yakıp beni cepheye gönderdin. Burada komutanlarım ve arkadaşlarım benle dalga geçtiler. Sakın ola kardeşim Ahmet'e de yakma, onunla da dalga geçmesinler!" der ve ‘Ellerinden öptüm’ diyerek bitirir.

Aradan uzun zaman geçer. İngilizler, katî netice almak için tüm güçleriyle yüklenirler. Gelibolu cephesini savunan askerlerimizle takviye olarak giden Kınalı Ali'nin bölüğündeki neferlerimizin tamamı şehit düşmüştür.

Bir süre sonra Kınalı Ali'nin ailesine yazdığı mektubun cevabı gelir:

‘Oğlum Ali! Nasılsın, iyi misin? Selâm eder, gözlerinden öperim. Öküzü sattık, paranın yarısını sana, yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyoruz. Siz sakın bizi merak etmeyin! Ali, ananın da sana diyeceği bir şey var. Yazmışsın ki, ‘Kafamdaki kınayla dalga geçtiler, kardeşime de yakma!’. Ama kardeşine de yaktık. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle, senle dalga geçmesinler. Bizde üç şeye kına yakarlar. Gelinlik kıza yakarlar; gitsin, ailesine ve çocuklarına kurban olsun diye. Kurbanlık koça yakarlar; Allah'a kurban olsun diye. Üçüncüsü ve sonuncusu da askere giden yiğitlerimize yakarız ki, gitsinler vatana, al bayrağa kurban olsunlar diye... Gözlerinden öper, selâm ederim. Allah'a emanet olun."[i]

Oğlunun boncuk boncuk ağladığını gören baba, nasırlı elleriyle gözyaşlarını sildiği yavrusunu ayağa kaldırarak, “Sen askere gidince, annen de senin ellerine yakacak!” dedi.

Babasının anlattıklarının üzerinden on iki on üç sene geçmişti ki, kendini elleri kınalanmış askere gönderilirken buldu oğul. Uğurlayanlar arasında babası yoktu. Bunu fırsat bildi ve etraftakilerin “Erkekler ağlamaz!” sözlerine aldırış etmeden hüngür hüngür ağladı.

Askerliği sırasında ve üniversite yıllarında vatan, bayrak, şüheda konuları işlenen onlarca temsilde babasının söyledikleri “ilk” günkü tazeliğinde, zihninde canlanıyordu. O gün ağzını oynatarak iştirak ettiği “İstiklâl Marşı”nı ise okulda “en iyi” okuyucu pozisyonuyla

Doğacaktır, sana vaat ettiği günler Hakk’ın!/ Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın” satırlarını seslendirirken, Millî Şair’in “İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp başka türlü yazanlardan değilim. Allah bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!”[ii] dediğini duyar gibi oluyor ve ekliyordu: “Allah, bir daha bu millete ve güzel ülkeye darbe yaşattırmasın!”



[i] Aslı Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.

[ii] Mehmet Akif Ersoy