SİYAH önlük ve beyaz yakalıkla, ama “en çok” heyecanla, taş
duvarlı okul önünde; kendisine tıpatıp benzeyen, birçoğunu tanımadığı ve
hayatında “ilk” kez gördüğü onlarca öğrenci arasında sıra olup elinde ince uzun
sopa bulunan bıyıklı birinin komutuyla hep birlikte ve yüksek sesle bir şeyler okudular.
Bir sağına baktı, bir soluna; kimin ne okuduğunu
çözmekte zorlansa da mahcup olmamak için ağzını oynatarak, çoğunluğa uyma görüntüsü
verdi. Kendinden birkaç yaş büyük, iri kalıplı bir öğrencinin ipe bağlı al
renkli bir kumaşı hızla yukarıya çektiğini gördü. Bu ilgisini çekmişti.
Okulun ilk günüydü ve yaşadığı her şey, gördüğü ve konuştuğu
her sima, duyduğu her söz bu anlamda “ilkler” silsilesinde yer almıştı almasına
ama okul önündeki seremonide yapılanlara akıl sır erdiremiyordu. Soluğu evde
aldı ve doğruca babasının dizinin dibine yerleşerek olup biteni bir çırpıda
anlatıverdi. Baba oğulun bu hâlini uzaktan izleyen anne ise olup bitenleri
tebessümle takip ediyordu.
Babası,
yılların verdiği deneyim ile anlatmaya başladı: “Bak evlat! O okunan ve senin
henüz bilmediğin ama ezberlemen gereken İstiklâl Marşı’dır. Direğe iple çekilen
al kumaş da Türk bayrağıdır. Eski Türklerde, sahip oldukları toprağa batırılan
mızrağın üzerine hanedanlığı temsil eden renklerde asılan kumaşlar ve iplere ‘batrak’
yahut ‘batruk’ denirmiş. Zamanla ‘bayrak’ sözcüğüyle yer değiştirerek bugünkü
hâlini almış…”
Babası
cümlesini henüz bitirmişti ki, “Hanedanlık ne demek baba?” diye sordu oğul. Baba
devam etti:
“Kayı soyundan Kaya Alp'in
oğlu olan Süleyman Şah’ın, Caber Kalesi önlerindeyken
atıyla birlikte suya düşüp ölümünden sonra, Sungur Tekin, Gündoğdu, Dündar ve Ertuğrul isimli oğulları Anadolu’ya
yayıldılar. İçlerinden Ertuğrul Gazi, Moğollarla karşılaşan Anadolu Selçuklu ordusuna yardım ederek Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubat’ın savaşı kazanmasını sağladı. Bu sayede iline Sultan dost oldu ve kendisine büyük bir
oranda toprak verdi.
Ertuğrul Gazi, Halime Sultan ile
evlendi ve üç oğlu oldu: Gündüzalp, Savcı
ve Osman... Ertuğrul Gazi'nin ölümü üzerine, beyliğe kardeşlerin en küçüğü
Osman Gazi çıktı. III. Alaeddin Keykubat’tan sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin
yöneticisiz kalmasıyla bağımsızlığını ilan etti,
Bursa Kuşatması sırasında
ise vefat etti.
Yerine geçen oğlu Orhan Gazi, Osmanlı
Devleti’ni kurdu. İşte kurulan bu devleti yöneten geniş aileye ‘hanedan’ denir.
Başındaki kişiye de ‘sultan’. Orhan Gazi’nin vefatından sonra tahta çıkan I. Murad komutasındaki Osmanlı ordusu,
I. Kosova Muharebesi’nden galibiyetle ayrılsa da I. Murad, Miloš Obilić isimli Sırp tarafından şehit edildi.”
Hızını
alamayan ve heyecanını yenemeyen yavrucak, babasına soru sormaya devam etti: “Peki,
bizim bayrağımız nasıl oluştu?”
“Rivayete göre, bahsi geçen savaşta şehit düşen şanlı Türk askerlerinin kanı
bir çukurlukta toplanmış, ay ve yıldız, bu gölcüğün üzerine yansımış ve Türk
bayrağı oluşmuş” dedi baba.
“Rengi onun
için mi kırmızıdır?”
Oğul yine sordu: “Rengi onun için mi
kırmızıdır?”
“Evet!”
dedi, “Bayrak, bir milletin varlığının ve bağımsızlığının sembolüdür. Kırmızı
renk egemenliği, beyaz ise gücü, adaleti ve temizliği ifade eder. Ayyıldız,
Orta Asya’dan gelen ‘Türklüğü’; kırmızı ise ‘vatanı’ temsil eder. Devletin hâkimiyetini,
bağımsızlığını ve şerefini temsil ettiği için bayrağa saygı gösteririz. ‘Al’
renk kutsallık içerdiği içindir ki biz Türkler, ‘Al bayrak’, ‘Al sancak’ veya
‘Ay yıldız’ diye hitap ederiz.”
Soru
sorma sırası babaya geçmişti: “Anladın mı yavrum?”
Oğul,
babasının gözlerine baktı. Gözlerindeki rengi ayrıştırmakta zorlandı; yeşil,
mavi ve sarıyı seçebildi. Neden sonra ağzından, “Evet baba, anladım!” cümlesi
dökülüverdi.
“Bir
de bu bayrak uğruna çekinmeden canlarını verenler var ki, biz onlara ‘şehit’ diyoruz”
dedi baba.
Bir
güne ne çok sığdırmıştı. Okulda öğrenmediklerini ve duymadıklarını, babası
akıcı bir üslûp ile anlatıyor ve belleğine yerleşiyordu.
Babası
devam etti:
“Şimdi
sana Kınalı Ali hikâyesini anlatacağım, iyi dinle!
Bundan
senelerce evvel, Çanakkale cephesinde birliğini denetleyen bir kumandan, askerlerden
birinin saçına kına yaktığını görür ve askerine sorar: ‘Evladım, bu kafanın
hâli ne?’ ‘Anam cepheye gelirken kına yaktı Komutanım’ der asker. ‘Neden?’ der
komutan, sebebini bilmez asker. Sonra komutan, ‘Peki, gidebilirsin Kınalı Ali’
der ve izin verir.
O
günden sonra herkes o askere 'Kınalı Ali' der ve kafasındaki kınayla dalga
geçer. Cana yakın ve cesur tavırlarıyla tüm arkadaşlarının sevgisini kazanan
Kınalı Ali, arkadaşlarının yarımıyla ailesine bir mektup yazar. ‘Sevgili anne
ve babacığım, ellerinizden öperim. Beni merak etmeyin, iyiyim’ diye başlar ve
kardeşlerini sorduktan sonra, ‘Anacağım, kafama kına yakıp beni cepheye
gönderdin. Burada komutanlarım ve arkadaşlarım benle dalga geçtiler. Sakın ola kardeşim
Ahmet'e de yakma, onunla da dalga geçmesinler!" der ve ‘Ellerinden öptüm’
diyerek bitirir.
Aradan
uzun zaman geçer. İngilizler, katî netice almak için tüm güçleriyle
yüklenirler. Gelibolu cephesini savunan askerlerimizle takviye olarak giden Kınalı
Ali'nin bölüğündeki neferlerimizin tamamı şehit düşmüştür.
Bir
süre sonra Kınalı Ali'nin ailesine yazdığı mektubun cevabı gelir:
‘Oğlum
Ali! Nasılsın, iyi misin? Selâm eder, gözlerinden öperim. Öküzü sattık, paranın
yarısını sana, yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyoruz. Siz sakın bizi
merak etmeyin! Ali, ananın da sana diyeceği bir şey var. Yazmışsın ki, ‘Kafamdaki
kınayla dalga geçtiler, kardeşime de yakma!’. Ama kardeşine de yaktık.
Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle, senle dalga geçmesinler. Bizde üç şeye
kına yakarlar. Gelinlik kıza yakarlar; gitsin, ailesine ve çocuklarına kurban
olsun diye. Kurbanlık koça yakarlar; Allah'a kurban olsun diye. Üçüncüsü ve
sonuncusu da askere giden yiğitlerimize yakarız ki, gitsinler vatana, al
bayrağa kurban olsunlar diye... Gözlerinden öper, selâm ederim. Allah'a emanet
olun."[i]
Oğlunun
boncuk boncuk ağladığını gören baba, nasırlı elleriyle gözyaşlarını sildiği
yavrusunu ayağa kaldırarak, “Sen askere gidince, annen de senin ellerine
yakacak!” dedi.
Babasının
anlattıklarının üzerinden on iki on üç sene geçmişti ki, kendini elleri
kınalanmış askere gönderilirken buldu oğul. Uğurlayanlar arasında babası yoktu.
Bunu fırsat bildi ve etraftakilerin “Erkekler ağlamaz!” sözlerine aldırış
etmeden hüngür hüngür ağladı.
Askerliği
sırasında ve üniversite yıllarında vatan, bayrak, şüheda konuları işlenen
onlarca temsilde babasının söyledikleri “ilk” günkü tazeliğinde, zihninde
canlanıyordu. O gün ağzını oynatarak iştirak ettiği “İstiklâl Marşı”nı ise
okulda “en iyi” okuyucu pozisyonuyla
“Doğacaktır, sana vaat ettiği günler
Hakk’ın!/ Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın” satırlarını seslendirirken, Millî Şair’in “İmanım olmasaydı
yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp başka türlü yazanlardan
değilim. Allah bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!”[ii] dediğini
duyar gibi oluyor ve ekliyordu: “Allah, bir daha bu millete ve güzel ülkeye
darbe yaşattırmasın!”