KOVİD-19 salgını sebebiyle en büyük kaosun
yaşandığı alan, “eğitim-öğretim”. 21 Eylül 2020 tarihi itibariyle yüz yüze
başlaması öngörülen ilk ve ortaöğrenim akademik takviminin tam da bu öngörü
ekseninde işleyip işlemeyeceği henüz kesinlik kazanmış değil. Sağlık Bakanlığı’ndan
yapılan açıklamalar, salgın endeksli tablonun iç açıcı olmadığını gösteriyor.
Bu nedenle uzaktan eğitim-öğretim sürecinin devam edeceği düşüncesi ağır
basıyor.
Peki, bu
düşünceyi ve yüz yüze eğitimin verimlilik açısından önemini bir kenara bırakıp,
bundan sonraki elli ilâ yüz yıllık dönemde eğitim-öğretim alanında ne
yapacağımıza ve hangi tarz eğitim-öğretime odaklanacağımıza bakmak daha faydalı
olmaz mı?
FATİH
Projesi kapsamında birçok öğrencimize dijital tabletler dağıtarak onları
gelecek yüzyıla hazırladığımız fikrine kapıldık. Proje, teması itibariyle çok
önemliydi ancak sürdürülebilirlik açısından yalnızca devletin elini taşın
altına soktuğu tek taraflı bir uygulama alanında yürüyordu. Hâlihazırdaki yapı
da bu şekilde işliyor.
Ancak FATİH
yahut benzeri bir proje, eğitim-öğretim plânında geleceği kurtarmaz. Zira
teknik bazda işleyen fonksiyon geçmişin aynısı. Belirli bir müfredatın sadece
defter ve kitap yerine dijitale aktarılması, aslında dijitalle yakalanması
gereken geniş alanın sınırlarını ya bilmezlikten gelmek demek ya da o sınırları
doğru hesaplayamamak demektir.
Yıllar
yıllar önce Prof. Dr. Taşkın Tuna’nın “Oku Ama Neyi?” adlı kitabını okumak
nasip olmuştu. Kitabı kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum ama bir bölümü âdeta
çarpmıştı beni. Matematik ve fizik alanına ilgisizlik değil benimkisi, meşreben
hesaba istidâdım yok, ancak Taşkın Tuna, o bölümle bana kurdurduğu hayâller
üzerinden, hani şu meşhur “Bu dersler karşımıza nerede çıkar Hocam?” sorusunun
cevabını vermişti bana.
Taşkın
Hoca, bir makineden bahsediyordu. Geçmişte sarf edilen cümleleri yeniden,
bizzat sarf edeni tarafından seslendirilen hâliyle toplayıp kaydeden bir
makine… Bu makine, enerjinin kaybolmaması ilkesinden faydalanacaktı. Ses
enerjisi de evrenin hiçbir yerinden kaçıp kaybolmuyor ya, o kaybolmayan
sesleri, her insanın kendine özgü ses frekansı ve rezonansı
ayrıştırılabileceğinden hareketle âdeta vakumlayarak çekecekti o makine. Mümkün
mü? Hazreti Âdem’den bugüne sayısını bilmediğimiz insanların hangisinin hangi
sözü söylediğini bilmek mümkün olabilir mi?
Bu makine
belki sadece bir hayâl olarak kalabilir, ancak bu hayâle doğrudan temas
ettirecek olmasa da tadını hissettirecek bir teknoloji var: Arttırılmış
gerçeklik teknolojisi…
Taşkın
Hoca’nın bende uyandırdığı hayâle yıllardır kapılı hâldeyken karşılaştığım VR
ve AR teknolojisiyle neler yapılabileceğini kısaca şöyle aktarayım: Meselâ
fizik dersinin yerçekimi konusunu bizzat Newton’dan, onun yanı başında
öğrenmeyi istemez miydiniz? Ya da Cevat Paşa’nın durduğu noktadan Çanakkale
Arıburnu’nu gözetlemeyi, Nusret’in güvertesinden mayınları denize dökülürken
görmeyi? Fuzulî ile bir bahçede Su Kasîdesi hakkında konuşmayı? Nuri Demirağ
ile ilk uçağımızın kurulumunu? İbni Sinâ ile Tıp Kitabı’nı yazdığı esnada
düşündüklerini bizzat istişâre etmek istemez miydiniz? VR ve AR, işte bunu
mümkün kılıyor!
Eğitim-öğretim
plânında VR ve AR teknolojilerinin kullanımı yüksek denetimli ve yüksek
güvenlikli şekilde takip edildiğinde, her evin birer okul olması dahi mümkün.
Öğretmenin ve öğrencilerin aynı anda bağlandığı bu plâtformda uzaktan ama yüz
yüze temas kurulabilir.
Sanal
gerçeklik (VR) ve arttırılmış gerçeklik (AR) teknolojileri, yeni çağın en özel
keşif ve uygulamalarından ikisi. Yalnız kokudan mahrum kalan bu teknoloji
üzerinde bu eksikliğin de giderilmesi bakımından titizlikle çalışılıyor. Bu
anlamda ileri girişimlerin gerçekleştiği ülkelerden biri de Tayvan. Hattâ
Tayvanlı teknoloji şirketlerinin VR ve AR teknolojisi konusunda uzmanlaşmak
üzere yüksek nitelikli ar-ge çalışmaları netîcesinde sektörde en öne
geçtiklerini biliyor ve bu tabloyu takip ediyoruz.
Tayvanlı
teknoloji ve takım tezgâhı şirketlerinin Avrupa pazarına daha düşük
mâliyetlerle girebilmek için ihtiyaç duyduğu sahalardan biri ise Türkiye.
Türkiye’de yaptığı birçok yatırımla özel alanlarda söz sahibi olan
Tayvanlıların dünyanın dört bir yanında olduğu gibi Türkiye’de de karşısına
geçen tarafsa Çin Halk Cumhuriyeti. ÇHC, Birleşmiş Milletler’in, Çin’in
bütününü temsilen kendisini muhatap alması konusunu kötüye kullanarak Tayvan’ı
nefes alamaz hâle getirmek istiyor. Tıpkı Doğu Türkistan ve burada yaşayan
kardeşlerimiz gibi…
Kovid-19
salgınının baş müsebbibi Çin Halk Cumhuriyeti’ni, sadece bu salgına sebep
olması bakımından suçlayacak değiliz. Zira ÇHC’nin Türkiye’ye karşı yürüttüğü
öyle çok saman altı işi var ki… Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi Çin ve Şincan
Uygur Özerk Bölgesi’nde rahatsız ettiği yetmiyormuş gibi, Türkiye’deki
işbirlikçi Maoistlerle birlikte istihbaratçılık da oynuyor. Huawei adlı
teknoloji şirketinin ABD’den kovulmasından sonra Türkiye’de âdeta üs kuran
ÇHC’nin, Maoist işbirlikçileri aracılığıyla Türkiye’de yaşayan Doğu Türkistanlı
kardeşlerimizin evlerine giderek, “MİT’ten geliyoruz ve Çin ile olan
ilişkilerimize zarar gelmemesi için sesinizi kesmenizi istiyoruz. Eğer
dediğimizi yapmazsanız sonuçlarına katlanırsınız!” şeklinde tehditler
savurduğunu ve bu tezgâh için ÇHC’nin farklı kanallardan para akıttığını
biliyoruz.
Velev ki
Türkiye’nin dindaş ve soydaş Doğu Türkistan derdi olmasın, Suriye’de, Libya’da
ve Lübnan’da Türkiye’nin karşısına çıkan ÇHC’nin bu coğrafyada ne aradığını
öğrenmek isteyen yok mu?
ÇHC;
Suriye ve Libya’da doğrudan savaşa müdâhil olarak karşımızda neden yer aldığını
hiçbir alanda açıklamadığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başkenti olan
Ankara’da, “Türklerin Uygurları zorla Müslüman yaptıklarını” söylemekten dahi
ar etmeyerek aklınca görünmediğini sandığı bir cephe açıyor.
ÇHC’nin
baskısı nedeniyle Tayvan’ı tanımayan ülkelerin Kovid-19 salgını sürecinde
Tayvan’dan hem teknik bilgi, hem de yardım aldıklarını ve bu ilişkilerin daha
da güçlendirileceğini açıkladıklarını uluslararası medyadan takip etmek mümkün.
Doğu Türkistan gibi bir dâvânın yanında Suriye, Libya ve Lübnan’da karşımıza
dikilen ÇHC’ye karşı Türkiye’nin doğrudan yeni ve hacimli ilişkiler
geliştirmesi gereken ülkelerden biri de bu yüzden Tayvan!
Tayvan,
güvenlik anlamında kendi üretimini yaptığı cihazlara ilâveten sadece ABD
menşeli ürünleri satın alabiliyor. Çünkü sadece ABD Çin’den çekinmediğini
gösteriyor. Ancak bunu yaparken, örneğin Tayvan’a satılan bir F-16 uçağı,
herhangi bir ülkeye satılan fiyatının dört katı mâliyetle geliyor. Yani ABD, bu
durumu bir fırsata da çevirmiş durumda.
Bu durumu
kendi açımızdan şöyle bir değerlendirelim: Son yedi ayda gerçekleştirdiğimiz
hava operasyonlarıyla bütün dünyaya İHA ve SİHA’larımızın kıymetini açıkça
göstermiş bir ülkeyiz. Ancak bu İHA, SİHA ve de TİHA’larımızın sadece bizim elimizde
olması, bize savaş kazandırır ama para kazandırmaz. Dolayısıyla ihraç
ihtiyacımız olduğu kesin ve bu anlamda Türkiye’nin kendisine pazar bulması
şart!
Suriye ve
Libya’da doğrudan karşımızdaki cephede yer alan ve Doğu Türkistan’da dindaş soydaşlarımızı
katledip öğüten Çin Halk Cumhuriyeti’ni köşeye sıkıştırmak ve Uzak Doğu’da
doğrudan kendimize alan açmak adına Tayvan ile gerçekleştirilecek bir İHA-VR
alışverişi ile yeni dünya düzeninde bir eğitim-öğretim inkılâbı kurmak ve yine
yeni dünya düzeninde bir hava savunma sistematiği geliştirmek, ülkemizin ve
coğrafyamızın en az elli yıllık plânlarına çok büyük bir katkıda bulunacaktır.
Bu çerçevede iki ülkenin Bilim ve Sanayi Bakanlıklarının, Savunma Bakanlıklarının, Eğitim Bakanlıklarının ve İçişleri Bakanlıklarının karşılıklı müzakerelere başlamaları ve uygulama anlamında zamanı iyi kullanmaları sadece iki ülkeye değil, iki ülkenin de bulunduğu bölgelerdeki halklara önemli bir fayda sağlayacaktır. İstihdam ve ekonomik parametrelere doğrudan yansıyacak kazan-kazan esaslı bu birliktelik, Türkiye’nin sadece kendi coğrafyasında değil, uzak coğrafyalardaki ümit ışığını da kesinlikle arttıracaktır.