Al arttırılmış gerçekliği, ver SİHA’yı!

ÇHC’nin baskısı nedeniyle Tayvan’ı tanımayan ülkelerin Kovid-19 salgını sürecinde Tayvan’dan hem teknik bilgi, hem de yardım aldıklarını ve bu ilişkilerin daha da güçlendirileceğini açıkladıklarını uluslararası medyadan takip etmek mümkün. Doğu Türkistan gibi bir dâvânın yanında Suriye, Libya ve Lübnan’da karşımıza dikilen ÇHC’ye karşı Türkiye’nin doğrudan yeni ve hacimli ilişkiler geliştirmesi gereken ülkelerden biri de bu yüzden Tayvan!

KOVİD-19 salgını sebebiyle en büyük kaosun yaşandığı alan, “eğitim-öğretim”. 21 Eylül 2020 tarihi itibariyle yüz yüze başlaması öngörülen ilk ve ortaöğrenim akademik takviminin tam da bu öngörü ekseninde işleyip işlemeyeceği henüz kesinlik kazanmış değil. Sağlık Bakanlığı’ndan yapılan açıklamalar, salgın endeksli tablonun iç açıcı olmadığını gösteriyor. Bu nedenle uzaktan eğitim-öğretim sürecinin devam edeceği düşüncesi ağır basıyor.

Peki, bu düşünceyi ve yüz yüze eğitimin verimlilik açısından önemini bir kenara bırakıp, bundan sonraki elli ilâ yüz yıllık dönemde eğitim-öğretim alanında ne yapacağımıza ve hangi tarz eğitim-öğretime odaklanacağımıza bakmak daha faydalı olmaz mı?

FATİH Projesi kapsamında birçok öğrencimize dijital tabletler dağıtarak onları gelecek yüzyıla hazırladığımız fikrine kapıldık. Proje, teması itibariyle çok önemliydi ancak sürdürülebilirlik açısından yalnızca devletin elini taşın altına soktuğu tek taraflı bir uygulama alanında yürüyordu. Hâlihazırdaki yapı da bu şekilde işliyor.

Ancak FATİH yahut benzeri bir proje, eğitim-öğretim plânında geleceği kurtarmaz. Zira teknik bazda işleyen fonksiyon geçmişin aynısı. Belirli bir müfredatın sadece defter ve kitap yerine dijitale aktarılması, aslında dijitalle yakalanması gereken geniş alanın sınırlarını ya bilmezlikten gelmek demek ya da o sınırları doğru hesaplayamamak demektir.

Yıllar yıllar önce Prof. Dr. Taşkın Tuna’nın “Oku Ama Neyi?” adlı kitabını okumak nasip olmuştu. Kitabı kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum ama bir bölümü âdeta çarpmıştı beni. Matematik ve fizik alanına ilgisizlik değil benimkisi, meşreben hesaba istidâdım yok, ancak Taşkın Tuna, o bölümle bana kurdurduğu hayâller üzerinden, hani şu meşhur “Bu dersler karşımıza nerede çıkar Hocam?” sorusunun cevabını vermişti bana.

Taşkın Hoca, bir makineden bahsediyordu. Geçmişte sarf edilen cümleleri yeniden, bizzat sarf edeni tarafından seslendirilen hâliyle toplayıp kaydeden bir makine… Bu makine, enerjinin kaybolmaması ilkesinden faydalanacaktı. Ses enerjisi de evrenin hiçbir yerinden kaçıp kaybolmuyor ya, o kaybolmayan sesleri, her insanın kendine özgü ses frekansı ve rezonansı ayrıştırılabileceğinden hareketle âdeta vakumlayarak çekecekti o makine. Mümkün mü? Hazreti Âdem’den bugüne sayısını bilmediğimiz insanların hangisinin hangi sözü söylediğini bilmek mümkün olabilir mi?

Bu makine belki sadece bir hayâl olarak kalabilir, ancak bu hayâle doğrudan temas ettirecek olmasa da tadını hissettirecek bir teknoloji var: Arttırılmış gerçeklik teknolojisi…

Taşkın Hoca’nın bende uyandırdığı hayâle yıllardır kapılı hâldeyken karşılaştığım VR ve AR teknolojisiyle neler yapılabileceğini kısaca şöyle aktarayım: Meselâ fizik dersinin yerçekimi konusunu bizzat Newton’dan, onun yanı başında öğrenmeyi istemez miydiniz? Ya da Cevat Paşa’nın durduğu noktadan Çanakkale Arıburnu’nu gözetlemeyi, Nusret’in güvertesinden mayınları denize dökülürken görmeyi? Fuzulî ile bir bahçede Su Kasîdesi hakkında konuşmayı? Nuri Demirağ ile ilk uçağımızın kurulumunu? İbni Sinâ ile Tıp Kitabı’nı yazdığı esnada düşündüklerini bizzat istişâre etmek istemez miydiniz? VR ve AR, işte bunu mümkün kılıyor!

Eğitim-öğretim plânında VR ve AR teknolojilerinin kullanımı yüksek denetimli ve yüksek güvenlikli şekilde takip edildiğinde, her evin birer okul olması dahi mümkün. Öğretmenin ve öğrencilerin aynı anda bağlandığı bu plâtformda uzaktan ama yüz yüze temas kurulabilir.

Sanal gerçeklik (VR) ve arttırılmış gerçeklik (AR) teknolojileri, yeni çağın en özel keşif ve uygulamalarından ikisi. Yalnız kokudan mahrum kalan bu teknoloji üzerinde bu eksikliğin de giderilmesi bakımından titizlikle çalışılıyor. Bu anlamda ileri girişimlerin gerçekleştiği ülkelerden biri de Tayvan. Hattâ Tayvanlı teknoloji şirketlerinin VR ve AR teknolojisi konusunda uzmanlaşmak üzere yüksek nitelikli ar-ge çalışmaları netîcesinde sektörde en öne geçtiklerini biliyor ve bu tabloyu takip ediyoruz.

Tayvanlı teknoloji ve takım tezgâhı şirketlerinin Avrupa pazarına daha düşük mâliyetlerle girebilmek için ihtiyaç duyduğu sahalardan biri ise Türkiye. Türkiye’de yaptığı birçok yatırımla özel alanlarda söz sahibi olan Tayvanlıların dünyanın dört bir yanında olduğu gibi Türkiye’de de karşısına geçen tarafsa Çin Halk Cumhuriyeti. ÇHC, Birleşmiş Milletler’in, Çin’in bütününü temsilen kendisini muhatap alması konusunu kötüye kullanarak Tayvan’ı nefes alamaz hâle getirmek istiyor. Tıpkı Doğu Türkistan ve burada yaşayan kardeşlerimiz gibi…

Kovid-19 salgınının baş müsebbibi Çin Halk Cumhuriyeti’ni, sadece bu salgına sebep olması bakımından suçlayacak değiliz. Zira ÇHC’nin Türkiye’ye karşı yürüttüğü öyle çok saman altı işi var ki… Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi Çin ve Şincan Uygur Özerk Bölgesi’nde rahatsız ettiği yetmiyormuş gibi, Türkiye’deki işbirlikçi Maoistlerle birlikte istihbaratçılık da oynuyor. Huawei adlı teknoloji şirketinin ABD’den kovulmasından sonra Türkiye’de âdeta üs kuran ÇHC’nin, Maoist işbirlikçileri aracılığıyla Türkiye’de yaşayan Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin evlerine giderek, “MİT’ten geliyoruz ve Çin ile olan ilişkilerimize zarar gelmemesi için sesinizi kesmenizi istiyoruz. Eğer dediğimizi yapmazsanız sonuçlarına katlanırsınız!” şeklinde tehditler savurduğunu ve bu tezgâh için ÇHC’nin farklı kanallardan para akıttığını biliyoruz.

Velev ki Türkiye’nin dindaş ve soydaş Doğu Türkistan derdi olmasın, Suriye’de, Libya’da ve Lübnan’da Türkiye’nin karşısına çıkan ÇHC’nin bu coğrafyada ne aradığını öğrenmek isteyen yok mu?

ÇHC; Suriye ve Libya’da doğrudan savaşa müdâhil olarak karşımızda neden yer aldığını hiçbir alanda açıklamadığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başkenti olan Ankara’da, “Türklerin Uygurları zorla Müslüman yaptıklarını” söylemekten dahi ar etmeyerek aklınca görünmediğini sandığı bir cephe açıyor.

ÇHC’nin baskısı nedeniyle Tayvan’ı tanımayan ülkelerin Kovid-19 salgını sürecinde Tayvan’dan hem teknik bilgi, hem de yardım aldıklarını ve bu ilişkilerin daha da güçlendirileceğini açıkladıklarını uluslararası medyadan takip etmek mümkün. Doğu Türkistan gibi bir dâvânın yanında Suriye, Libya ve Lübnan’da karşımıza dikilen ÇHC’ye karşı Türkiye’nin doğrudan yeni ve hacimli ilişkiler geliştirmesi gereken ülkelerden biri de bu yüzden Tayvan!

Tayvan, güvenlik anlamında kendi üretimini yaptığı cihazlara ilâveten sadece ABD menşeli ürünleri satın alabiliyor. Çünkü sadece ABD Çin’den çekinmediğini gösteriyor. Ancak bunu yaparken, örneğin Tayvan’a satılan bir F-16 uçağı, herhangi bir ülkeye satılan fiyatının dört katı mâliyetle geliyor. Yani ABD, bu durumu bir fırsata da çevirmiş durumda.

Bu durumu kendi açımızdan şöyle bir değerlendirelim: Son yedi ayda gerçekleştirdiğimiz hava operasyonlarıyla bütün dünyaya İHA ve SİHA’larımızın kıymetini açıkça göstermiş bir ülkeyiz. Ancak bu İHA, SİHA ve de TİHA’larımızın sadece bizim elimizde olması, bize savaş kazandırır ama para kazandırmaz. Dolayısıyla ihraç ihtiyacımız olduğu kesin ve bu anlamda Türkiye’nin kendisine pazar bulması şart!

Suriye ve Libya’da doğrudan karşımızdaki cephede yer alan ve Doğu Türkistan’da dindaş soydaşlarımızı katledip öğüten Çin Halk Cumhuriyeti’ni köşeye sıkıştırmak ve Uzak Doğu’da doğrudan kendimize alan açmak adına Tayvan ile gerçekleştirilecek bir İHA-VR alışverişi ile yeni dünya düzeninde bir eğitim-öğretim inkılâbı kurmak ve yine yeni dünya düzeninde bir hava savunma sistematiği geliştirmek, ülkemizin ve coğrafyamızın en az elli yıllık plânlarına çok büyük bir katkıda bulunacaktır.

Bu çerçevede iki ülkenin Bilim ve Sanayi Bakanlıklarının, Savunma Bakanlıklarının, Eğitim Bakanlıklarının ve İçişleri Bakanlıklarının karşılıklı müzakerelere başlamaları ve uygulama anlamında zamanı iyi kullanmaları sadece iki ülkeye değil, iki ülkenin de bulunduğu bölgelerdeki halklara önemli bir fayda sağlayacaktır. İstihdam ve ekonomik parametrelere doğrudan yansıyacak kazan-kazan esaslı bu birliktelik, Türkiye’nin sadece kendi coğrafyasında değil, uzak coğrafyalardaki ümit ışığını da kesinlikle arttıracaktır.