Akşamın ufkunda

Babasının sıcacık ve güven dolu ellerini saçları arasında hissediyordu şimdi de. Buruk bir gülümseyiş kapladı yüzünü yarı uyur, yarı uyanık hâldeyken. Tam uykuya dalıyordu ki, kulaklarının dibinde tanıdık bir ses işitti: “Uyan bal kızım, geldik…”

ARABANIN arka koltuğunda oturuyordu. Hava kararmaya, güneş dağların ardında kaybolmaya başlamıştı. Gökyüzündeki turuncuya çalan renkler gitgide daha da tatlı bir ton almaktaydı. Göğü seyrederken bakışları kocaman kanatlı, kahverengi bir kuşa takıldı. Kuş bir o yana, bir bu yana sürülüyor, uzun aralıklarla kanat çarpıyordu.

Başını cama yasladı ve seyrine devam etti. Kuş, üzerinde bulundukları orman yolunun çevresinde yer alan koca çam ağaçlarının üzerinden kendine yeni bir yol çizerek karanlığa karıştı. Kuşun gidişi ile birlikte önüne döndü ve durgunlukla arabanın içerisinde yankılanan melodiyi dinlemeye başladı.

İşittiği, küçüklüğünden bu yana dinlediği bir parçaydı.

Piyanonun tuşlarından yayılan tınılar kulaklarına doldukça, babasının dizinde oturduğu o güzel yıllara dönüyordu. Altılı yedili yaşlarındayken piyano virtüözü olan babasıyla birlikte çaldıkları o parçaydı bu şarkı. Babasının parmaklarını izleyen minik parmaklarını hatırlayıverdi. Bakışları ellerine yöneldi yavaşça. Arabanın ilerleyişi ile beraber, asfalt yolun kenarlarındaki lâmbalardan yayılan ışıklar bir içeri doluyor, bir yok oluyorlardı. Karanlıktan dolayı parmak uçlarını ayırt edemiyordu lâkin ellerini seyretmeyi sürdürdü.

Babacığı dalıp gittiği bu parmak uçlarını öper, “Bu eller, bu küçük ve sevgi dolu yürek her zaman güzelliklerle birlikte olacak” der ve parıltılı gözlerle kendisini gözlemleyen biricik kızına şefkatle bakarak ona huzur ve esenlik dolu dualarda bulunurdu. Küçük kızı artık büyümüş, babasının da dilemiş olduğu gibi güzel yürekli genç bir kadın olmuştu. Babasından kendisine geçen piyano sevgisi ve müzik kulağı, sıkı sıkıya sarıldığı dostlarıydı bu genç kadının. Canı her sıkıldığında dostuna koşar, tuşların üzerinde gezinen parmaklarıyla derdini anlatır dururdu saatler boyu.

Babasını ne kadar özlediğini fark etti. Bakışlarını, arabayı süren şoförüne yöneltti. Bacakları üzerine serili duran hırkasını iki kat hâline getirerek başının altına doğru yerleştirdi ve adamı seyretmeye başladı. İçinde duyduğu baba özlemini düşünerek kapattı göz kapaklarını ağır ağır. Bir an için arabayı sürenin sevgili babacığı olduğu hayâline dalıverdi.

Kaç dakika boyunca uyuduğunu bilmiyordu fakat kırpıştırarak araladığı gözleri arabanın dikiz aynasına iliştiğinde babasının yüzü ile karşılaştı. Dikkatli ve derin bakışlar ile izliyordu kahverengi gözleri yolu. Kızıla çalan sakalları ağarmaya, gözlerinin kenarlarında “kaz ayakları” diye tabir edilen yaşlılık izleri yer almaya başlamıştı. Bu izlere rağmen gözleri hiç ama hiç değişmemişti. “Bakışlar ve gözler” diye fısıldadı dalgınlıkla.

Gözler, seneler geçtikçe kırışmaya başlayan cildin, beyazlaşmaya başlayan saçların, yorgunluktan ağrımaya başlayan kemiklerin aksine her zaman dinginliğini koruyor, kimi zaman neşeyle parıldıyor, kimi zaman hüzünle ıslanıyor, bazı anlarda ise hiç olmadıkları kadar donuklaşabiliyorlardı.

Uzun zamanlar önce görüşülen biriyle sarılan ten, yıllar sonra aynı olmuyordu. Fakat karşı karşıya gelip içlerine baka baka konuşulan, ufak bir hareketinden kelimelere ihtiyaç duymadan ne demek istediği anlaşılan gözler, koca bir ömür boyu aynı gözler oluyordu.

Karşısındaki gerçekten babası olsa, onu o tanıdık gözlerinden süzülen bir bakışla öperdi. Bununla beraber hızla yumup açtı gözlerini. Şoförünün geri gelmiş olduğunu gördü o vakit. İçten gelen bir sıkkınlıkla, küçük bir çocuk gibi yüzünü buruşturdu.

Babasıyla aylardır görüşmemişlerdi. On yedi on sekiz yaşlarından itibaren babası gitgide kendilerinden, kendisinden ve annesinden uzaklaşmaya başlamıştı. Çocukluğundaki o muhabbetli hâlleri, o yıllarda bir toz bulutuna binip püf diye ortadan kaybolmuştu sanki.

Nedenini bir türlü anlayamamıştı. Bunu hâlâ biliyor değildi. Sormaya her yeltendiğinde, ortada hiçbir şeyin olmadığı, bu hâllerinin yorgunluktan kaynaklanmakta olduğu gibi yanıtlar alıyordu ondan. Ama bu yanıtların hemen peşi sıra babasından gelen hüzünlü bakışları da sezerdi.

Babasını çok seviyordu. Yıllar yılı yalnızlığı kendisine ve annesine tercih etmiş, yanını yöresini sessizliğiyle kuşatmıştı. Ve seneler önce Ege'de bir şehre yerleşmişti.

Babasını bu kadar sevmese, böylesine üzüntü duymazdı yüreğinde, biliyordu. Biliyordu ki, babası tam şu saniye kendisini arayıp yanına çağırsa, gitmek üzere olduğu iş seyahatini anında iptal eder ve onun emek dolu ellerine koşardı. Birlikte yeni sesler keşfettikleri, rengârenk çiçekler topladıkları, güzeller güzeli anneciğinin ellerinden leziz mi leziz yemekler yedikleri o ellere dönerdi gün yüzünü.

Hızlanmış olan notaların sakinleşmeye başladığı vakit anladı saniyelerdir nefesini tutuyor olduğunu. Kendisine ninni gibi gelmeye başlayan tınıları mırıldanmaya başladı. Babasının sıcacık ve güven dolu ellerini saçları arasında hissediyordu şimdi de. Buruk bir gülümseyiş kapladı yüzünü yarı uyur, yarı uyanık hâldeyken. Tam uykuya dalıyordu ki, kulaklarının dibinde tanıdık bir ses işitti: “Uyan bal kızım, geldik…”