
GÜNÜMÜZÜN önemli bir
kısmını birbirimizin alanını daraltmakla geçiriyoruz. Kurmaca bir dünyanın
içinde varlığımızı kanıtlamanın yolu, iyi bir senaryoyu iyi oynamaya çalışan
oyuncular olmaktan geçiyormuş gibi yaşıyoruz. Ancak bu oyunda kullanılan dil,
bir iletişim dili değil. Bir gönül almaca değil. Bir eleştiri dili değil. Bir
sorgulama, hatta bir suçlama dili bile değil. Kimine göre profesyonel addedilen,
kimine göre sadece mukabele edilen, kimine göre ise sadece kişisel sergilerin
yer aldığı bir alan…
Böyle
bir alanda sunulan hizmetin, gerçekleştirilen etkinliğin, ortaya “değer” diye
konulan akçelerin geçerliğini sorgulamak da -evine huzurlu dönmek isteyenler
için- gerçek bir vazife hâline geliyor. Bu vazife de “yaşamak” ile “hayatın
içinde bir yerde bulunmak” arasındaki farkı tespit etmek isteyenleri cesaretlendiriyor.
Yaşamayan
her ne varsa, ölmeye mahkûm olabilir mi? “Bizi ayakta tutan, bizi biz yapan” diye
sürekli isimlendirdiğimiz kültürel
unsurlar ve onu yaşatmaya verilen emekler de bunun ötesinde bir yerde, başkaca
emellerimize mahkûm olmamalıdır. “Olmaması için ne yapmalıyız?” sorusunun
cevabı ise, “Kültürü yaşatmadan önce
yaşamak” olarak kayıtlara geçmelidir.
Konuya
tersten veya farklı bir biçimde yaklaşmaktan önce, hepimizin bir ortak noktasının
olabilmesi ve hepimizin bir ortak noktayı -belki hedeflemesi değil- dert
edinmesi gerekir. Hedeflemek, mekanik veya dijital bir makinenin de bizden çok
daha iyi bir şekilde yapabileceği bir şey zira. Şunu kabullenmeliyiz: Bizi ayakta
tutacak şey/konu her neyse, onun en iyisini insanın yapabildiği ya da bunu
unutmadan hareket edebildiğimiz yerde olmamızdır. Farklı bir ifadeyle, ortak nokta için ortada olmak değil, konunun
kalbinde olmak icap etmektedir.
Aslında
şöyle: Herkesin bir atımlık kurşunu vardır ve bütün gün silahını onun için
hazırlar, silahının pasını siler, parlatır. Yahut yayından çıkacak tek atımlık
bir ok ile bütün gün gerilip hedefe odaklanır. Hedefi vurur yahut vuramaz. Soru
şu: “Hayat bunun neresinde?”
İnsanlar
bir arada başkaldırmadan yaşıyorsa -elbette sorunlar olabilir- onları bir arada
yaşatan şey, kültürel bir aradalık ve
inançtan başka şey değildir. Bu
inancın temeli, dinî hassasiyetler ile örülüdür. Bu örüntü ise sınırları içindeki bir kanama ve bir yaralanmada yarayı
sarmak için vardır. Bu sargı hayatîdir. Gayrı bölümde ise parsellenmiş ve
sınırlanmış topraklara malikiyeti yüceltmenin hüner sayıldığı günümüz
dünyasında -nispeten de olsa- “insan”a ait olanı bulup ortaya çıkarmaya çalışan
ve vicdanı yenik düşmeyen bağımsız yüreklerden bahsetmek gerekir.
Böyle
bir ortam veya düzende bütün babalar, her sabah, eve dönmek için evlerinden
çıkarlar. Ama gün boyunca savaşarak akşam evine dönmesi gereken baba ile ileri
düzeyde, müreffeh ve güvenli bir memlekette yaşayan babanın evine dönmesi
arasındaki fark, sözden uzak bir açıklamayı temenni/hak eder. Ancak aynı fark,
doğru yerden bakan üçüncü bir gözün -her iki babanın dünyadan göçtüğü
varsayılsa bile- çocuklarının aynı sokakta oynamasını da temenni eder. Temenni edilen bu yer, bizim yaralarımızın bir
sargısıdır.
Öğretmen
bir baba da herkes gibi akşam eve dönmek için okuluna gider. Bir cana can
olduğunu hatırlatacak kadar yüreği titrer. Dilini bilsin ya da bilmesin, tek
bir can dahi olsa, onu hayata çağırmak, ona bir türkü çığırmak için gider. En doğal
yerinden bir ses verir. Çağrıya bir cevap, yankıya bir karşılık bulmadan başını
yastığına koyarsa, kültürel dokunsallıktan uzak bir beste yaptığını hisseder. Bu
yaralanmışlık, bizim yaralarımızın bir
sargısıdır.
Yine,
doktor her bir baba, her gün eve dönmek için hastaneye gider. Tek bir hastaya
çare bulunsa dahi kendi çocuğuna, bütün çocuklara çâre bulunmuş gibi hisseder.
Bunu da dilini, dinini ve ırkını sorgulamadan yapar. Bu samimiyet, bizim yaralarımızın bir sargısıdır.
Avukat
her bir baba, her gün eve dönmek için bürosuna gider. Tek bir çocuğun çocuk
olma hakkını bütün suçların ötesinde savunsa, bir çocuğun gözündeki gelecek
ümidini harekete geçirse, bir kurtuluşun fitilini de ateşlemiş olmaz mı? Bu ateş, bizim yaralarımızın bir sargısıdır.
Bu
diziyi çoğaltabiliriz, ancak belki sadece çoğaltmak olmuş olur yine bu yaptığımız. Oysa kültürel değerlerimiz söz konusunda
olduğunda, amacımız çoğaltmak mı, üretmek mi, katılmak mı, paylaşmak mı olur?
Biri mi, hepsi mi? Ya da bütün bu sorulardan kaçtığımız yer, aslında düştüğümüz
yer mi? İyi niyetli olsak dahi bir çarpma sonucu -bütün eşyalarımızın döküldüğü
gibi bütün ham düşüncelerimiz de- ya ortaya dökülürse? Evet, bir ürperti
dokunacak gibi oluyor “can”a… Önemli bir kırılma noktası da belki burası! Orası,
neresi?
Bir
yönüyle de olsa, içinde ışığın hakikatine zarar vermeyecek bir çıranız varsa,
davetten yana bir şey yapmanıza da gerek kalmaz aslında. Misafir, ayaklarının
kendisini oraya nasıl getirdiğini bile unutur. Öyle bir güzel hanenin kapısını
vurmuş olur. Öyle içi ısıtan bir otağa girmiş olur. Ekmeğinizi yer, “Baldan
tatlı” der. Suyunuzu içer, “Cana şifâ” der.
“Biraz
bu tarafa gelip de bir ışık yakalım, bakalım kim teveccüh edecek” dediğimizde ise,
daha baştan -pişmiş aşa su katmış gibi-, deneysel bir alana kendimizi
sürüklemiş oluyoruz. Oysa geç de olsa -bir kez bile- güneşe doğru yürüyüp
ıslanmış kibritlerimizi kurutmayı denesek, belki sorunu temelden çözme
yaklaşımını da kendiliğinden edinmiş olacağız. Bizi kendimize bırakmayı
başarabilsek, kendimizi daha iyi bilecek, daha iyi tanıyacak ve nihayette daha
iyi tanıtacağız. Sadece iyi tanıtmak tarafını
gözümüze perde kılıp bütün cevher ile erzakı da harâmiye kaptırmayacağız.
Efendim, karamsar olmak değil de -kendimize boy aynasında bakarken- belimizi büken emekler ile sırtımızda yük olan şeylerin ayırt edilmeye ihtiyaç duyduklarını ifadedir bizimkisi. Kusurlarımızı görürken güzelliği örtmek de değildir. “Güzeli öne çıkaracağız” derken, elimizi -önce- kusurundan yıkamaktır. Sabah yolu bilerek çıkıp akşam evin yolunu kaybetmemek için cebimizde sakladığımız bir pusuladır. Sabah evden sâlim çıkıp akşam eve sâlim dönmek, sabah evden kendimiz çıkıp akşam eve başkası olarak girmemektir. Vesselâm…