ALLAH-u Teâlâ El-Bâri’dir, yoktan yaratır. El-Musavvir’dir, varlığa şekil ve sûret verir. El-Hayy’dır; sonsuz hayat sahibidir, diri ve ölümsüzdür. El-Muhyî’dir hayat verir; El-Mümît’tir, öldürür, canları kabzeder. O’nun yaratmasında, yaşatmasında ve öldürmesinde kusursuz bir nizam, hikmet ve irade mevcuttur.
Kul, Rabbini tanımadan zamanı, mekânı ve kendi varlığını tefsir edecek bir salahiyete erişemez. Varoluşa dair bütün cevaplar sırlı kapıların ardındadır ve o kapıların yegâne miftahı Rabbin yolundadır. Akıl ancak ispat edilebilir ve gözlemlenebilir bir varlık idrakine götürür ki bu, madde âleminde elbette lâzımdır. Ama akıl tek başına varoluşu, ölümü ve bu iki müstesna vakıa arasındaki aksiyonları, hissedişleri, derin mânâları ve kalbi tatmine götürecek maksatları saptayamaz. Ruhun ve bilgeliğin (Rabbini tanımak) iştirak etmediği hiçbir düşünce eylemi ve fikirler girdabından sağ çıkan münferit teşhisler yoluyla hakikatin nüvesine vasıl olamaz.
Akıl, duyu organları vasıtasıyla almaçlara emdiği bütün bilgi yığınlarını tasniflerken sıklıkla mantık ve matematik gibi kıvrımsız tariklere başvurur. Bu bilimlere “kıvrımsız” sıfatını verişimde de öylesine bir heyecan tesiri düşünülmemeli. Kıvrımsızdır; çünkü sayıca açıklanan mânâları daracık hudutlar içinde soluksuz ve niteliksiz bırakır. Artık zamana ve bu akışta varlığını hisseden mahlûka mantığın ve matematiğin verdiği hüviyet, ekseri çıplak gözle bile saptanabilecek kadar sarihtir ama bir o kadar da eksiktir. Aklın istikametindeki bütün bilimsel yollar, mânâları ve hissedişleri aşikâr etmede son derece kusurludur.
Bu ruhtan referans alan bir iddiadır ki, tespiti ve ispatı da yine hissedişe bağlı olacak; ne var ki mantık ve matematik bile bu izlediğim yolu yıkıma uğratmaya muvafık bir karşı argüman geliştiremeyecek. Matematik bütün hissî mevzularda ahenksiz ve âciz bir akıbete işaret eder. Öyle ki, İslâmî bir yükümlülük olan zekât ibadetinde ve sıklıkla mümine öğütlenen sadaka gibi gönül tazeleyen ibadetlerde mantık ve matematik iflâs etmektedir.
Haram yollarla kazanılan her şeyin bereketsiz, hayırsız ve darlığa götüren tatminsiz bir sonuca evrilmesi gibi, Allah yolunda harcananlar da harcayanı refaha eriştirecek kadar sayılardan ve hesaplardan azade bir hikmettir. Misâl; matematik elde bulunan 10 liradan 5 lirasını harcayan kişinin cebinde 5 lira kaldığını öne sürer. Dört işlem kullanarak basitçe varılabilecek bu sonuca kesinlik atfetmememin sebebi, her iki vaziyette de harcamanın ve elde kalanın aynı rakamla açıklanmasına karşın, aynı hissedişe ve aynı akıbete aday olmadığı hakikatidir. Çünkü cebindeki 10 liranın 5 lirasını haram bir temayüle harcayanın ne harcadığı 5 liradır, ne cebinde kalan.
Harama israf eden kişi, çok daha fazlasını kaybetmekle ve bereketi, huzuru ve cenneti de eksiltmekle birlikte, çok daha büyük bir harcama yapmış, cebinde de çok daha az miktarda bereket kalmıştır. Fakat 10 lirasının 5 lirasını Allah yolunda sarf eden kişi, harcadığından çok daha fazlasını satın almıştır. Verdiği 5 lira, niyetleri ve kalplerdeki gizleri bilen Allah-u Teâlâ’nın nazarında çok daha kıymettar olmakla, cebinde kalanın sahip olduğu bereket, çok daha fazla lirayla bile kıyaslanamayacak kadar fazladır.
Meselâ yine mantık ve matematik yoluyla namaz ibadetine bakalım. Çünkü onlar zan ile derler ki, seccade ortalama boydan 110, enden 60 santimetrelik bir bez parçasıdır. Fakat orası artık, Rabbinin huzuruna çıkan ve bu şuurla kulluk eden bir ruh için kâinatın en geniş ve en bitimsiz alanıdır. Secdeye başını koyduğunda Rabbinin huzurunda olduğu hissine ve müjdesine erişen bir kalp için zemin hükümsüzdür. Çünkü artık alnı secdede, varlığın iktidarına erişmiş kul için yüz sürülen zemin değil, Allah’ın mukaddes yoludur.
Beş vakit namaz, zamana vabeste bir ibadettir ve zaman harcamak suretiyle ifa edilir. Kılınan namazın süresini hesap eden matematik, sayıca bir zaman kaybını iddia edebilir. Ama yine acziyetin dile gelişidir ki, namazsız geçen bir günün 24 saati ile beş vakit namazla bereketlendirilmiş bir günün içindeki 24 saat, aynı meale denk düşmez. Namaza vakit harcamadan (!) günün akışına teslim olanların akrep ve yelkovanı son derece fütursuz ve adeta bencil bir hızla günü tamamlamaya çalışırken, beş vakit namazla güne ulvî durak yerleri tespit eden bir insanın saatleri son derece anlayışlı, nazik ve rafine bir akışla kişiye genişlemiş saatler, dakikalar hediye eder. İbadetsiz saatlerde yetişmeyen işler, ibadete harcanan zamanlarda hiç aksamaz. Zira Rabbine kulluğa zaman ayıran için arta kalan tiktaklar ölçülemez ve hesap edilemez bir genişlikte ikram olunur ve bütün dünyalık işler nihayete erdirilir.
Tüm bu hissedişler İlâhî birer lütuftur ki kulluğun gül şerbetini yudumlamayan bu tadı ömrünce alamaz. Tâ ki bu yola emekleyerek gelen bir gayretkâr, bir zaman sonra yorulmadan ve nefesi kesilmeden koşar vaziyette kendini bulur. Ve defaatle altını çizdiğim üzere iman, akıl dışı değil, akıl üstüdür. Bir mevzu, ancak akla ters düştüğünde ve hiçbir destekleyici insanî duyuşla açıklanamadığında “akıl dışı” varsayılabilir. Ama bütün duyu organlarıyla, kalp ve ruh ile açıklanan ve aklın tek başına anlamakta ve anlatmakta yetersiz kaldığı bu hikmetli vakıalar nedeniyle inanç -asla ve katiyen- aklın dış kümesinde değil, aklı da içine alan kapsayıcı bir kümede değerlendirilebilir. Ki bu hikmetli vaziyeti tanımlamada -aklı aşan bir duyuş olduğundan- “akıl üstü” tamlamasını tercih etmek yerinde olacaktır.
Akıl, elbette inancı ve İlâhî düzeni anlayabilecek kıymettedir ki Yüce Rahmân, insanın akletmesi gerektiği hususunda Kur’ân-ı Kerim’inde insana yol göstermektedir.
Fakat inancın ve İslâm yolundaki muazzam hissedişlerin tefsirinde akıl yetersiz kalacak, insan bunu yaşayarak ve ruhunun en sırlı odalarında hissederek deneyimleyecek, varlığını da daha yakinen ve daha saydam bir vasatta yeniden anlamlandıracaktır.
Hayat ve ölüm kavramları da muhasebe yollarıyla ifade edilebilecek kadar sığ değildir. Ölümün Allah’a kavuşmak olduğu hakikatine, aklın gözlemleyemeyeceği ve gözlemden uzak bir mantık yürütme sürecinde dahi gerçeğe yakın saptamalarda bulunamayacağı aşikâr. İşte ölümün yokluk olmadığı, katı ve hareketsiz bedenlerin bazen dünyevî bağlamdaki “yaşamak” fiilinden çok daha güçlü bir “yaşamak” içinde olduğu sırrına da ancak bu ruhanî duyuşlarla varılabilir. Fakat bütün sırlı anlamlar ruh yoluyla idrak edilebileceği gibi, ruhu bu kabiliyete eriştirmenin yegâne yörüngesi de Allah’ın yolunda, O’nun buyruklarına riayetle ve Efendimiz Hazreti Muhammed’in (sav) sünnet ve hadisleriyle ömrü terbiye etmekle mümkün olacaktır.
Aklın da, ruhun da, kalbin de terbiyesi ve hakikatlere yaklaşacak ferasete erişmesi ancak bu mukaddes istikamette mümkündür.