Aklın
önemi
AKIL, insanları
hayvanlardan ve diğer mahlûkattan ayıran son derece üstün ve ayırt edici bir aygıttır.
Akıl,
Yaratan tarafından insanlara daha doğuştan bahşedilen çok önemli bir nimet ve
meziyettir. Fıtrî ve ontolojik olarak bahşedilen bu nimet ve meziyet öyle
kıymetli, öyle değerli ve öyle önemlidir ki akıl sağlığını kaybederek birtakım
psikolojik ve zihinsel hastalıklara düçâr olan insanların ne kadar acınacak
durumlara düştüklerini ve ne kadar hüzün verici davranışlar sergilediklerini
herhâlde hepimiz yakînen biliyoruz.
Bunun
örneklerini ve bilimsel bulgularını gerek akıl hastanelerinde yatan hastalardan,
gerek psikolog ve psikiyatrların çalışmalarından, gerekse de gündelik
hayatımızdaki birtakım örneklerden görüyor ve anlıyoruz.
Akıl
ve sorumluluk duygusu
Akıl,
aynı zamanda biz insanlara bir sorumluluk duygusu da yüklüyor. Mâdem akıl bu
kadar önemli ve değerli bir meziyettir, o zaman İlâhî adâletin gereği ve nimet-külfet
dengesinin sonucu olarak elbette bunun bir karşılığı olacaktır. İşte o karşılık,
insanlarda bulunması gereken sorumluluk duygusudur.
İnsanda
akıl varsa, tabiatıyla bunun gereği olarak sorumluluk duygusu da olacaktır.
Bundan kaçış yoktur. İnsan dışı varlıklarda sorumluluk duygusu ve sorumluluk
var mıdır? Elbette yoktur! Onları yaptıklarından ve ettiklerinden dolayı
sorumlu tutabilir miyiz? Tabiî ki hayır! Onun için sorumluluğun tamamı, “insan”
denilen varlığa aittir.
Aklın
kullanılması
Sorumluluğun
gereği olarak aklın kullanılması şarttır. Biz insanlar, muazzam bir potansiyele
sahip olan aklımızı gereğince ve yeterince kullanmıyor isek, o zaman
sorumluluğumuzun ve sorumluluklarımızın gereğini ve gereklerini yapmıyor ve
yerine getirmiyoruz demektir ki işte bundan dolayı da sorumluyuz.
Allah’ın,
Kur’ân’daki emirleri paralelinde hepimiz “taakkul (akletmek)”, “tefekkür
(derin düşünmek)”, “tezekkür (hakikati hatırlamak)”, “tedebbür
(olayların arka plânını görmek, sezmek)”, “tefehhüm (anlamak, farkına varmak,
idrak etmek)”, “taallüm (ilim öğrenmek)” ve “tefakkuh (iyi anlamak, iyi bilmek, iyi kavramak)” etmek
zorundayız.
Aklımızı
kullanarak hepimizin “eşyanın tabiatına nüfuz etmek” ve “varlığın
künhüne vâkıf olmak” gibi bir sorumluluğumuz ve zorunluluğumuz vardır.
Allah,
Sünnetullah’ın gereği ve aklın genel prensipleri olarak bunu istisnasız bir
şekilde hepimizden istiyor. Yoksa bu sorumluluklardan bazılarımızı muaf tutarak
bazılarımızı da sorumlu kılmıyor.
Eğer
böyle olmasaydı, “Oku!”, “Düşünmez misiniz?”, “Akletmez misiniz?”
gibi ifâdeler hiç genellik arz eder miydi? Yâni şimdi, Arşimet’in “Buldum!”
dediği şeyin görev ve sorumluluğunu Allah özel olarak Arşimet’e mi vermişti?
Var
mıdır Arşimet’le ilgili Kur’ân’da böyle bir ifâde? Yoksa böyle bir görev ve
sorumluluk (aklını kullanarak varlığın özüne nüfuz etmek ve varlığın cevherine
vâkıf olmak), insan olan herkesi mi ilgilendiriyor ve herkesi mi bağlıyordu?
Böyle
bir görev ve sorumluluk, herkesin uhdesinde ve herkesin omuzlarında değil
miydi? Zâten aklın lugâvî ve etimolojik olarak bir anlamı da “bağlamak”tır.
Yâni görev ve sorumluluk bağlamında akıl, istisnasız olarak insan olan herkesi
bağlar.
Eleştirel
akıl
Eleştirmek
(tenkit etmek) kavramına bugün câri olan şekliyle genelde negatif (olumsuz,
menfi) bir anlam yükleniyor. Bundan dolayı da hiç kimse eleştirilmekten
hoşlanmıyor.
Hâlbuki
bizim edebî, san’at, sinema, kültür ve ilim geleneğimizde eleştiri (tenkit) bir
ekol, okul (Fr. L’école), müessesevî bir şeydi. Geçmişte, edebiyat eserleri
(şiir, hikâye, roman vs.), san’at eserleri (sinema, mûsikî, mimarî vs.), ilim
ve kültür alanında yazılmış eserler (kitaplar vs.) uzmanları tarafından
olabildiğince objektif ve önyargısız bir şekilde kritize edilerek eleştiriye
(tenkide) tâbi tutulurdu.
Eleştiri
yapmak (tenkit etmek), neredeyse bir meslek hâline gelmişti. Eleştiri yapanlara
eleştirmen ya da tenkit kavramından hareketle münekkit denilirdi. Bunlar
konunun ve alanın erbabı idiler.
Onun
için eleştiri ciddi bir işti ve pozitif (olumlu, müspet) bir özelliği vardı.
Zâten eleştiri yapmanın temel amacı, hem eleştirinin yapıldığı konu ve alana
önemli katkılar sağlamak, hem de varsa eğer, hataların düzeltilmesine imkân vermekti.
Dolayısıyla
eleştirel yaklaşım, ilim, fikir, düşünce, kültür ve san’at dünyasının
gelişmesine önemli katkılar sağlar ve bu konularda önemli derecede ufuk açıcı
olurdu.
İşte
önyargısız ve sanatkârâne bir şekilde yapılan eleştiri bu kadar önemlidir. Ama
biz, bu modern zamanlarda bu özelliğimizi ve bu geleneksel değerlerimizi büyük
ölçüde kaybettik maalesef!
Hâlbuki
eleştirinin olduğu yerde ilim de gelişir, fikir de gelişir, düşünce de gelişir,
kültürel ve toplumsal yapı da gelişir, olgunlaşır ve medenîleşir.
Onun
için “eleştirel akıl” çok önemlidir. Allah, Kur’ân’da sürekli olarak
düşünmeye ve akla çok büyük bir önem atfediyor ve bu konuda bizi de her vesile
ile uyarıyor.
Aklımızı
kullanmayı emrediyor ve akıllarını kullanmayanları da şiddetli bir şekilde
yeriyor ve eleştiriyor. Zâten Kur’ân’a bakıldığı zaman, eleştiri metodunun
yoğun bir şekilde kullanıldığı görülür.
Ancak
böyle bir eleştiri metodu, biz insanların önyargılı bir şekilde yaptığı gibi
ideolojik, politik, dinsel ve çok basit olan suflî ve dünyevî menfaat kaygılarıyla
ve dahi birbirimizi yıpratmak maksadıyla kasıtlı ve menfî duygularla değil de
bilâkis müspet bir şekilde ve Allah’ın bizim iyiliğimizi istemesi maksadıyla
kullandığı bir metottur.
Bundan
dolayı Allah, aklımızın pasif kalmasına karşı çıkarak, onu aktif bir şekilde
kullanmamızı teşvik ediyor. Çünkü akıllı bir varlık olmanın sorumluluğu ve gereği
olarak bizden, aklımızı aktif bir şekilde kullanmak suretiyle yeryüzünde nice “İslâm
insanlık medeniyetleri” kurmamızı ve bu suretle yeryüzünü inşâ ve imar
etmemizi istiyor.
Bu
da ancak aklımızı aktif bir şekilde kullanmak ve eleştirel bir akla sahip
olmakla mümkündür. Yoksa, kullanılmayan bir akıl hiçbir işe yaramaz ve zaman
içerisinde kullanılmaya kullanılmaya dumura uğramaktan da kurtulamaz.