İNSANIN, soluk alıp
vermek gibi fizyolojik gereksinimlerin dışında gönülden bir doygunluk hissine
kapılması ne müthiş bir şey! Tabiî her şeyin ötesinde, bunu başarabilecek kâmil
değerlere ulaşabilmiş olmak ve bunları içselleştirebilecek, zihnî seviyede
olmak da apayrı bir durumdur.
Eğer
insan -her ne sebeple olursa olsun- karşısındakinin üzüntüsüyle üzülemiyor ya
da elinde var olanlarla onun eksiğini tamamlamak gibi bir sorumluluk
hissetmiyorsa -ki günümüz dünyası tam da bu seviyeye gelmiş durumdayken-, bu
noktada insanî değerlerimizi tekrar gözden geçirmemiz gerekir. Çünkü üzerinde
yaşadığımız toprakların kültürüyle yaşayacaksak eğer, evet, bunu bir sorumluluk
bilmeliyiz.
Her
toplumda “aykırı insanlar” bulunur. Var olan değerlere, geleneğe, ailesine,
çevresine… Fakat çoğunlukla aykırı bireyler, toplumun buna zorlamasıyla “kötü
insan” diyebileceğimiz duruma gelmişlerdir. İnsan eğer zor durumdaysa, bunda
biraz da toplumsal hoşgörüsüzlük ve görmezden gelme gibi sosyal dışlanmışlıkların
etkisi vardır.
İnsan
yaşamı çok farklı işleyişe sahip; bunu farklı insanlarla konuşmaya geçtikçe
anlayabiliyorum. Herkesin ihtiyacı ayrı, herkesin sıkıntıları ayrı... Tüm evren
insanın hizmetine sunulmuştu hâlbuki ama yine insan insana dert oluyor. Fakat
insan insana derman olamıyor artık. Oysa ne çok ihtiyacımız var içten, sebepsiz
bir tebessüme, insanı incitmeyen sözlere ve hadîs-i şerifte (sav) denildiği
gibi “komşusu açken tok olmayanlara”…
Sadaka
vermenin elbette iktisadî yanı çok önemlidir, fakat günümüzde daha çok
sosyolojik yanı önem kazanmaktadır. İnsanî değerlerin giderek unutulmaya yüz
tuttuğu ve toplumsal hoşgörüsüzlüğün ve tahammül kültürünün giderek azaldığı
günümüz dünyası ve bu işleyiş içerisinde beyhude ömür geçiren aciz insan,
gerçek anlamda muhtaç olma durumundadır.
Evet,
“muhtaç olmak” tam da günümüz ilişkilerini özetleyen bir kelimedir. İçten
bakabilen bir çift göze, kalp kırmayı büyük günah sayan sözlere ve insanın
yüreğini ısıtan, bir anlık da olsa kendini iyi hissettirebilen küçük bir
tebessüme muhtacız.
Özellikle
metropol şehirlerimizde dinî öğretilere uzak kalmak bir yana, evrensel ahlâkî
değerlere ve kültürümüzün getirmiş olduğu sosyal değerlere aykırı davranan
insanımızın sayısı, sanki bu öğretilere nispet yaparcasına artmaktadır.
Ekonomik varlığı fazlasıyla yerinde olan kesimle olmayan kesim arasındaki
iktisadî fark bir yana, artık insanî olarak bile fark varmış gibi hareket eden
insanların, değil muhtaç olana yardım etmek, aksine onun yaşam alanını
kısıtlayarak çektiği sıkıntıya iyice sıkıntı ekleyen tavırları var ne yazık ki!
İnsan
olarak, toplumsal düzen içinde giderek artan bir şekilde ahlâksızlık, saygı ve
sevgi yoksunluğu ya da en önemlisi de insana karşı nerede nasıl davranılması
gerektiğinin cahiliyiz artık. Daha üzücü yanı, tüm bunların artık “psikoloji
bozukluğu” olarak adlandırılmasıdır. Dillere her geçen gün daha fazla pelesenk olan
bu söz grubu, insanın, her yaptığının sorumluluğunu almamak için uydurduğu bir
kılıftır bence.
Özellikle
rahmet ayına girdiğimiz şu huzur sürecinde oruç tutma ibadeti ile açın hâlini
anlayarak edimlerde bulunmamız gerektiğinin şuurunda olmalıyız. Öncelikli
olarak televizyon kanalarında orucu, namazı bozan durumların dışında artık
imanı bozan hâllerden bahsedilmeli. Zekât ve sadakanın da ayrı bir önemi olan
bu ayda yardımseverliğin, saygı, hürmet ve muhabbetin öneminden ayrıca haberdar
olmalıyız.
Zekât
hakkında ilmî bilgiler vermek elbette dinî ilimlerin alanı olsa da insan olarak
bizler, zekâtın, sadece malın belli bir bölümünü vermek dışında da var olduğunu
düşünmeli, Allah’ın vermiş olduğu her nimetin kendine göre zekâtı olduğunun
bilincine varmalıyız. Bu durumda ilmin zekâtı başkalarına öğretmek, ömrün zekâtı
namaz kılmak, aklın zekâtı tefekkür etmek, dilin zekâtı güzel söz söylemek ve
bedenin zekâtının ise oruç tutmak olduğunun ayrıca fakına varmalıyız. Tüm
bunları yaparken idrak edeceğiz ki, verilen hiçbir şey bizim sorumluluğumuzda
değildir. Oruç tutan insan, kendi bedeni dâhil, sahibi olduğu nimetlerin bile
kendisinin olmadığını, istediği anda yiyip içemediğinde anlamalıdır.
Bu
durumda insan olarak hepimiz, belki kimsenin ekonomik olarak vereceği yardıma
muhtaç değiliz ama bilgisine, görgüsüne, saygısına, sevgisine ve içten edeceği
iki söze muhtacız. “Aciz ve fakir” kelimelerinin vücut bulmuş hâli olan insan, kâinatta
her şeyin muhtacı olduğunu bilmeli.
Hâlden
anlamanın farkına vardığımız bu mübarek günlerde unutmamalıyız ki, tüm
insanlığın ekonomik varlıktan daha ziyade insanî değerlere muhtacı olduğunu
bilerek davranışta bulunmak, hem bize, hem karşımızdakine “iç huzuru” dediğimiz
rahatlığa eriştirecektir.
İlâhî
aşkı Allah’ın izni ile idrak etmeye çalışacağımız Ramazan ayında “insan
kıymetini” yaşıyorken bilmeye çalışmak, Yaratan hürmetine yaratılana saygı
göstermenin sorumluğuyla hareket etmek, göstermemiz gereken davranışın özeti
olsun.
Mevlâna
Celaleddin-i Rûmî’nin, “Gerçek aşkı bilen bir kalp, bir bardak suya bile hürmetle
bakar” sözü, akılda tutulmalı. Yapılan her tür sorumsuz davranış ve kendini
beğenmiş ifadeyi psikolojik sebeplere bağlayarak sorumluluktan kurtulmak yerine,
kendi kültürümüzden olup bizi biz yapan değerlerle iç içe bir yaşanmışlıkla hayatımıza
yön verelim. Aksi hâlde, hayatı hem kendimize, hem de karşımızdakilere çekilmez
hâle getireceğiz.