Aklın, kalbin ve ruhun zekâtı

Bu durumda insan olarak hepimiz, belki kimsenin ekonomik olarak vereceği yardıma muhtaç değiliz ama bilgisine, görgüsüne, saygısına, sevgisine ve içten edeceği iki söze muhtacız. “Aciz ve fakir” kelimelerinin vücut bulmuş hâli olan insan, kâinatta her şeyin muhtacı olduğunu bilmeli.

İNSANIN, soluk alıp vermek gibi fizyolojik gereksinimlerin dışında gönülden bir doygunluk hissine kapılması ne müthiş bir şey! Tabiî her şeyin ötesinde, bunu başarabilecek kâmil değerlere ulaşabilmiş olmak ve bunları içselleştirebilecek, zihnî seviyede olmak da apayrı bir durumdur.

Eğer insan -her ne sebeple olursa olsun- karşısındakinin üzüntüsüyle üzülemiyor ya da elinde var olanlarla onun eksiğini tamamlamak gibi bir sorumluluk hissetmiyorsa -ki günümüz dünyası tam da bu seviyeye gelmiş durumdayken-, bu noktada insanî değerlerimizi tekrar gözden geçirmemiz gerekir. Çünkü üzerinde yaşadığımız toprakların kültürüyle yaşayacaksak eğer, evet, bunu bir sorumluluk bilmeliyiz.

Her toplumda “aykırı insanlar” bulunur. Var olan değerlere, geleneğe, ailesine, çevresine… Fakat çoğunlukla aykırı bireyler, toplumun buna zorlamasıyla “kötü insan” diyebileceğimiz duruma gelmişlerdir. İnsan eğer zor durumdaysa, bunda biraz da toplumsal hoşgörüsüzlük ve görmezden gelme gibi sosyal dışlanmışlıkların etkisi vardır.

İnsan yaşamı çok farklı işleyişe sahip; bunu farklı insanlarla konuşmaya geçtikçe anlayabiliyorum. Herkesin ihtiyacı ayrı, herkesin sıkıntıları ayrı... Tüm evren insanın hizmetine sunulmuştu hâlbuki ama yine insan insana dert oluyor. Fakat insan insana derman olamıyor artık. Oysa ne çok ihtiyacımız var içten, sebepsiz bir tebessüme, insanı incitmeyen sözlere ve hadîs-i şerifte (sav) denildiği gibi “komşusu açken tok olmayanlara”…

Sadaka vermenin elbette iktisadî yanı çok önemlidir, fakat günümüzde daha çok sosyolojik yanı önem kazanmaktadır. İnsanî değerlerin giderek unutulmaya yüz tuttuğu ve toplumsal hoşgörüsüzlüğün ve tahammül kültürünün giderek azaldığı günümüz dünyası ve bu işleyiş içerisinde beyhude ömür geçiren aciz insan, gerçek anlamda muhtaç olma durumundadır.

Evet, “muhtaç olmak” tam da günümüz ilişkilerini özetleyen bir kelimedir. İçten bakabilen bir çift göze, kalp kırmayı büyük günah sayan sözlere ve insanın yüreğini ısıtan, bir anlık da olsa kendini iyi hissettirebilen küçük bir tebessüme muhtacız.

Özellikle metropol şehirlerimizde dinî öğretilere uzak kalmak bir yana, evrensel ahlâkî değerlere ve kültürümüzün getirmiş olduğu sosyal değerlere aykırı davranan insanımızın sayısı, sanki bu öğretilere nispet yaparcasına artmaktadır. Ekonomik varlığı fazlasıyla yerinde olan kesimle olmayan kesim arasındaki iktisadî fark bir yana, artık insanî olarak bile fark varmış gibi hareket eden insanların, değil muhtaç olana yardım etmek, aksine onun yaşam alanını kısıtlayarak çektiği sıkıntıya iyice sıkıntı ekleyen tavırları var ne yazık ki!

İnsan olarak, toplumsal düzen içinde giderek artan bir şekilde ahlâksızlık, saygı ve sevgi yoksunluğu ya da en önemlisi de insana karşı nerede nasıl davranılması gerektiğinin cahiliyiz artık. Daha üzücü yanı, tüm bunların artık “psikoloji bozukluğu” olarak adlandırılmasıdır. Dillere her geçen gün daha fazla pelesenk olan bu söz grubu, insanın, her yaptığının sorumluluğunu almamak için uydurduğu bir kılıftır bence.

Özellikle rahmet ayına girdiğimiz şu huzur sürecinde oruç tutma ibadeti ile açın hâlini anlayarak edimlerde bulunmamız gerektiğinin şuurunda olmalıyız. Öncelikli olarak televizyon kanalarında orucu, namazı bozan durumların dışında artık imanı bozan hâllerden bahsedilmeli. Zekât ve sadakanın da ayrı bir önemi olan bu ayda yardımseverliğin, saygı, hürmet ve muhabbetin öneminden ayrıca haberdar olmalıyız.

Zekât hakkında ilmî bilgiler vermek elbette dinî ilimlerin alanı olsa da insan olarak bizler, zekâtın, sadece malın belli bir bölümünü vermek dışında da var olduğunu düşünmeli, Allah’ın vermiş olduğu her nimetin kendine göre zekâtı olduğunun bilincine varmalıyız. Bu durumda ilmin zekâtı başkalarına öğretmek, ömrün zekâtı namaz kılmak, aklın zekâtı tefekkür etmek, dilin zekâtı güzel söz söylemek ve bedenin zekâtının ise oruç tutmak olduğunun ayrıca fakına varmalıyız. Tüm bunları yaparken idrak edeceğiz ki, verilen hiçbir şey bizim sorumluluğumuzda değildir. Oruç tutan insan, kendi bedeni dâhil, sahibi olduğu nimetlerin bile kendisinin olmadığını, istediği anda yiyip içemediğinde anlamalıdır.

Bu durumda insan olarak hepimiz, belki kimsenin ekonomik olarak vereceği yardıma muhtaç değiliz ama bilgisine, görgüsüne, saygısına, sevgisine ve içten edeceği iki söze muhtacız. “Aciz ve fakir” kelimelerinin vücut bulmuş hâli olan insan, kâinatta her şeyin muhtacı olduğunu bilmeli.

Hâlden anlamanın farkına vardığımız bu mübarek günlerde unutmamalıyız ki, tüm insanlığın ekonomik varlıktan daha ziyade insanî değerlere muhtacı olduğunu bilerek davranışta bulunmak, hem bize, hem karşımızdakine “iç huzuru” dediğimiz rahatlığa eriştirecektir.

İlâhî aşkı Allah’ın izni ile idrak etmeye çalışacağımız Ramazan ayında “insan kıymetini” yaşıyorken bilmeye çalışmak, Yaratan hürmetine yaratılana saygı göstermenin sorumluğuyla hareket etmek, göstermemiz gereken davranışın özeti olsun.

Mevlâna Celaleddin-i Rûmî’nin, “Gerçek aşkı bilen bir kalp, bir bardak suya bile hürmetle bakar” sözü, akılda tutulmalı. Yapılan her tür sorumsuz davranış ve kendini beğenmiş ifadeyi psikolojik sebeplere bağlayarak sorumluluktan kurtulmak yerine, kendi kültürümüzden olup bizi biz yapan değerlerle iç içe bir yaşanmışlıkla hayatımıza yön verelim. Aksi hâlde, hayatı hem kendimize, hem de karşımızdakilere çekilmez hâle getireceğiz.