Aklımdan geçenler

Bilmem, akşam akşam ne diyorum ben. Vaktin üç hâli var biliyorum, dün, bugün ve yarın… Hayatın üç hâlini yazmasam olmaz şimdi, “Dünya hayatı, kabir hayatı ve ahiret hayatı” diyerek aklımdan bir şiir geçiriyorum. Aman, hangi şiir olduğunu yazarsam cümlelerin ardı arkası kesilmez diye korkuyorum!

MADDE varmış, bir de mânâ; fiziğe doymuş gibi bir de kimya… Can varmış, ten varmış, bir varmış, bir yokmuş… Yok varı bilmez, var da yoğu bilmezmiş. Var, kendini bilmeye söz vermiş, sözünde duramamış, duracak durak yokmuş. Gitmiş ama yitmiş. “Ben yittim, ben bittim!” demiş, bitememiş. Bitmeye var olmamış...

Kalemimde neler gizli acaba? Ele geçince sözümü dinlemiyor ki… Kendi bildiği ne varsa hep onları yazıyor. Bütün planlarımı suya düşürüyor. Yine “Ne yazacak acaba!?” diye bakıyorum. Kâğıtla göz gözeyiz şimdi. O da bana bakıyor meraklı çocuk gibi “Acaba ne yazacak?” diye... Ben hâlâ gözlerimi başka yöne çeviremiyorum. Kalbimden hangi cümleleri söküp koparacak, sonra da süslenip arz-ı endâm edecek diye düşünüyorum.

Kalem… Vallahi bir çılgınlık var ruhumda! Aldanma sakinmiş gibi duran ama yeri delen bakışlarıma! Ben bir kahve kokusundan girerim söze, şehirler gezerim. Olmadı, yuvarlarım misket yapıp dünyayı, sonra güler eğlenirim. Biraz vakit geçince sıkılıverir, “Eğlenecek yer değil!” derim, duramam durduğum yerde. Bir arının ayakucunda çiçek tozu olasım gelince küçülürüm. Daha olmadı, çürürüm; toprak olur, bahar gelir, büyürüm.

Şu dökülen yapraklar, her biri Rablerinden izin alarak düşmüşlerdi yere, çöpçü neden süpürdü onları? O yapraklar yeşilin vedâsını sarının, kızılın selâmına katarak dökülmüşlerdi yere. Biraz rüzgâr uğultusu, biraz da üşüten serinlikle beraber romantik serseriler gibi dolaşıyorlardı kaldırım taşlarında. Çöpçü neden süpürdü onları? Temizlenecek onca şeyin arasında yapraklar mı lâyıktı buna? Olmayacak şeyleri süpürdüler, gittiler. Hâlbuki îman zevki tatmayan bir yürek pası silinmeliydi. İsyanlarla dolup taşan bir kalbin sokakları süpürülmeliydi.

Bizim oralardaki yün eğiren ebeler geldi gözlerimin önüne. Zaten kalmadılar öyle eskisi gibi. Eğirmeç olurdu buruşuk ve iri kemikli ellerinde. Gönüllerindeyse çocukluktan kalma sevinçleri, ilk acıları, heyecanları, ayrılıkları, gelin ve nihâyet ana oldukları zamanların kelebekleriyle kocaman bir şehir kurulmuştu gözlerinde.

Kelimelerin bile yaşadığı bir hayat var aslında ve olanca hatırayla gömüldükleri bir de mezarlık…

Ben hanları, faytonları, taş köprüleri severim nedense. Ama bu zamanda at arabası kimin hız tutkusunun dişinin kovuğuna yeter ki? Uçmuş insanoğlu, yerde yürür mü artık? Gitmiş insanlık, geriye döner mi artık? Özleye özleye andığım şeyler geri gelseler kaç para ederler acaba? Yerleri çoktan dolmuş; koyacak yer bile bulamam belki onlara. Hatıralar için beynimin kıvrımları en rahat yerdir belki de.

Kaderi yazan kalemi tutmaya hak kazanan el bende. Seçtiği yolda yürüyecek ayak bende. Aklımdan geçenlere kıyasla bir incir çekirdeğini doldurmaz şuraya yazdıklarım. “İncir” demişken, canım çekti bir yandan, bir yandan da o şarkı çalıyor içimde: “İncirler olana kadar kalsaydın bari...” Sözleri kimin bilmiyorum şu an, ama karşımdaymış gibi konuşuyorum güftekârla.

İncirler olunca ne olacaktı peki, yine gitmeyecek miydi sonunda? Nihâyet gidecek olduktan sonra incirlerin olmasını beklemek niye? Kıyamet geç kopsa yaşamak kâr mı olacak? Allah’tan ayrılığı dilemiş gibi, niye gitmesine göz yumuyorsun sevdiğinin? Sonsuzluğu bir nefes gibi ciğerine çekebilecekken, bir solukta can vermekte ne? Hep kalması için ne yapılır, aşk için nasıl mücadele verilir, neler fedâ edilir duysunlar bari. İncirler olduktan sonra da kalsaydı bari...

Madde varmış, bir de mânâ. Maddenin üç hâli varmış. Bir kararlı, bir esnek, bir de başına buyruk hâli... Dünya gibi işte! Karalar, denizler ve gökyüzü gibi…

“Deniz” demişken, suyun da üç hâli varmış: Önce donar, sonra akar, sonra da uçarmış. İnsanın üç hâli olsaymış, önce hangisi olurmuş acaba? Katı hâli, kalbini kapattığı hâl olsa gerek. Sıvı hâli, hoşgörülü hâline benziyor sanki. Gaz hâliyse, âşık olduğu hâldir belki…

Bilmem, akşam akşam ne diyorum ben. Vaktin üç hâli var biliyorum, dün, bugün ve yarın… Hayatın üç hâlini yazmasam olmaz şimdi, “Dünya hayatı, kabir hayatı ve ahiret hayatı” diyerek aklımdan bir şiir geçiriyorum. Aman, hangi şiir olduğunu yazarsam cümlelerin ardı arkası kesilmez diye korkuyorum! O da içimden sessizce geçip gitsin Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”si gibi…

Bir hâl var ki, üçüncü hâlini bulamıyorum. Ben diyeyim “dünya hâli”, sen de “insanlık hâli”. Eskiler demişler “Dünyanın kırk türlü hâli var” diye, kaç bucak olduğunu kimse sayamamış ama. “Ne hâldeyim bir bilsen!” diyen biri gerçekten ne hâldedir acaba? Sabır hâli, şükür hâli, hastalık hâli, sağlık hâli, hüzün hâli, neşe hâli, varlık hâli, yokluk hâli, sükûnet hâli, çılgınlık hâli, öfkeli hâli, huzûr hâli, durağan hâli, heyecan hâli… Kısaca her hâl… Her hâli güzel insanın, her hâli bambaşka…