
MADDE
varmış, bir de mânâ; fiziğe doymuş gibi bir de kimya… Can varmış, ten varmış,
bir varmış, bir yokmuş… Yok varı bilmez, var da yoğu bilmezmiş. Var, kendini
bilmeye söz vermiş, sözünde duramamış, duracak durak yokmuş. Gitmiş ama yitmiş.
“Ben yittim, ben bittim!” demiş, bitememiş. Bitmeye var olmamış...
Kalemimde neler gizli acaba?
Ele geçince sözümü dinlemiyor ki… Kendi bildiği ne varsa hep onları yazıyor.
Bütün planlarımı suya düşürüyor. Yine “Ne yazacak acaba!?” diye bakıyorum. Kâğıtla
göz gözeyiz şimdi. O da bana bakıyor meraklı çocuk gibi “Acaba ne yazacak?”
diye... Ben hâlâ gözlerimi başka yöne çeviremiyorum. Kalbimden hangi cümleleri
söküp koparacak, sonra da süslenip arz-ı endâm edecek diye düşünüyorum.
Kalem… Vallahi bir çılgınlık
var ruhumda! Aldanma sakinmiş gibi duran ama yeri delen bakışlarıma! Ben bir
kahve kokusundan girerim söze, şehirler gezerim. Olmadı, yuvarlarım misket
yapıp dünyayı, sonra güler eğlenirim. Biraz vakit geçince sıkılıverir,
“Eğlenecek yer değil!” derim, duramam durduğum yerde. Bir arının ayakucunda
çiçek tozu olasım gelince küçülürüm. Daha olmadı, çürürüm; toprak olur, bahar
gelir, büyürüm.
Şu dökülen yapraklar, her
biri Rablerinden izin alarak düşmüşlerdi yere, çöpçü neden süpürdü onları? O
yapraklar yeşilin vedâsını sarının, kızılın selâmına katarak dökülmüşlerdi
yere. Biraz rüzgâr uğultusu, biraz da üşüten serinlikle beraber romantik serseriler
gibi dolaşıyorlardı kaldırım taşlarında. Çöpçü neden süpürdü onları? Temizlenecek
onca şeyin arasında yapraklar mı lâyıktı buna? Olmayacak şeyleri süpürdüler,
gittiler. Hâlbuki îman zevki tatmayan bir yürek pası silinmeliydi. İsyanlarla
dolup taşan bir kalbin sokakları süpürülmeliydi.
Bizim oralardaki yün eğiren
ebeler geldi gözlerimin önüne. Zaten kalmadılar öyle eskisi gibi. Eğirmeç
olurdu buruşuk ve iri kemikli ellerinde. Gönüllerindeyse çocukluktan kalma
sevinçleri, ilk acıları, heyecanları, ayrılıkları, gelin ve nihâyet ana
oldukları zamanların kelebekleriyle kocaman bir şehir kurulmuştu gözlerinde.
Kelimelerin bile yaşadığı bir
hayat var aslında ve olanca hatırayla gömüldükleri bir de mezarlık…
Ben hanları, faytonları, taş
köprüleri severim nedense. Ama bu zamanda at arabası kimin hız tutkusunun
dişinin kovuğuna yeter ki? Uçmuş insanoğlu, yerde yürür mü artık? Gitmiş
insanlık, geriye döner mi artık? Özleye özleye andığım şeyler geri gelseler kaç
para ederler acaba? Yerleri çoktan dolmuş; koyacak yer bile bulamam belki
onlara. Hatıralar için beynimin kıvrımları en rahat yerdir belki de.
Kaderi yazan kalemi tutmaya
hak kazanan el bende. Seçtiği yolda yürüyecek ayak bende. Aklımdan geçenlere
kıyasla bir incir çekirdeğini doldurmaz şuraya yazdıklarım. “İncir” demişken,
canım çekti bir yandan, bir yandan da o şarkı çalıyor içimde: “İncirler olana
kadar kalsaydın bari...” Sözleri kimin bilmiyorum şu an, ama karşımdaymış gibi
konuşuyorum güftekârla.
İncirler olunca ne olacaktı
peki, yine gitmeyecek miydi sonunda? Nihâyet gidecek olduktan sonra incirlerin
olmasını beklemek niye? Kıyamet geç kopsa yaşamak kâr mı olacak? Allah’tan
ayrılığı dilemiş gibi, niye gitmesine göz yumuyorsun sevdiğinin? Sonsuzluğu bir
nefes gibi ciğerine çekebilecekken, bir solukta can vermekte ne? Hep kalması
için ne yapılır, aşk için nasıl mücadele verilir, neler fedâ edilir duysunlar
bari. İncirler olduktan sonra da kalsaydı bari...
Madde varmış, bir de mânâ.
Maddenin üç hâli varmış. Bir kararlı, bir esnek, bir de başına buyruk hâli...
Dünya gibi işte! Karalar, denizler ve gökyüzü gibi…
“Deniz” demişken, suyun da üç
hâli varmış: Önce donar, sonra akar, sonra da uçarmış. İnsanın üç hâli olsaymış,
önce hangisi olurmuş acaba? Katı hâli, kalbini kapattığı hâl olsa gerek. Sıvı hâli,
hoşgörülü hâline benziyor sanki. Gaz hâliyse, âşık olduğu hâldir belki…
Bilmem, akşam akşam ne
diyorum ben. Vaktin üç hâli var biliyorum, dün, bugün ve yarın… Hayatın üç hâlini
yazmasam olmaz şimdi, “Dünya hayatı, kabir hayatı ve ahiret hayatı” diyerek
aklımdan bir şiir geçiriyorum. Aman, hangi şiir olduğunu yazarsam cümlelerin ardı
arkası kesilmez diye korkuyorum! O da içimden sessizce geçip gitsin Yahya
Kemal’in “Sessiz Gemi”si gibi…
Bir hâl var ki, üçüncü hâlini
bulamıyorum. Ben diyeyim “dünya hâli”, sen de “insanlık hâli”. Eskiler demişler
“Dünyanın kırk türlü hâli var” diye, kaç bucak olduğunu kimse sayamamış ama.
“Ne hâldeyim bir bilsen!” diyen biri gerçekten ne hâldedir acaba? Sabır hâli,
şükür hâli, hastalık hâli, sağlık hâli, hüzün hâli, neşe hâli, varlık hâli,
yokluk hâli, sükûnet hâli, çılgınlık hâli, öfkeli hâli, huzûr hâli, durağan hâli,
heyecan hâli… Kısaca her hâl… Her hâli güzel insanın, her hâli bambaşka…