Akla zarar yaşamak ve Coronavirüs

“Senin günahların sana yeter. Başkalarının günahını sayma, görme” dersin ey kardeş! “Yaklaşıyor yaklaşmakta olan. Gülüyorsunuz ağlanacak hâlinize” buyurur Allah. “Bedenimizdeki kalbin yeri neyse, kâinatta Kâbe’nin yeri odur. Kalp durursa, kişisel kıyamet kopar. Kâinatın kalbi Kâbe, içindeki tavaf ve senin kalbindeki tevbe, duâ ve gözyaşı durursa, kıyametimiz kopacak demektir. Titreyelim, silkelenelim, kendimize gelelim” dersin, duyuyoruz…

UZUN zamandan bu yana, özellikle her köşe başına yapılan AVM’ler ve dolayısıyla alışveriş çılgınlığı arttıkça hep telâşlanmışımdır. Tarihî Pompei şehrinin yerle bir olduğu, yere battığı olay aklımdan hiç çıkmaz oldu. Sadece bu mu? Ahlâksızlığın, haram-helâl bilmemenin, kadın ile erkeğin birbirine karışmasının, büyükleri saymanın ve küçükleri korumanın yok olduğu, faiz ile zinanın alıp başını gittiği, çıkarcı, sevgisiz, vatan millet tanımayan nesillerin çoğaldığı zamanımızda böyle bir felâketi hep bekliyordum.

Depremler, kanserler ve daha başka felâketler aklımızı başımıza getirmeye yetmeyince, bu Coronavirüs felâketi geldi son olarak. Toplu ölümler başladı. Daha da sürecek gibi görünüyor. Bu kadar günah batağında güllük gülistanlık yaşamaya devam mı edecektik? Bizler bu günahlardan uzak kalmaya çalışmakla kurtulamadık görüldüğü gibi… Neden dersiniz? Sustuk dilsiz şeytan misâli! “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” dedik. Olmazdı. Olmamalıydı…

Günde beş vakit abdest alıp namaz kılanlar da olsak, sustuk ve sustuk. Allah nasıl da indirdi yumruğu tepemize. Şimdi korkunun ecele faydası olmadığını açık açık görüyoruz. Bir sürü tıp adamı virüsten korunmanın yollarını anlatıyor. Hijyenden bahsedip, “Özellikle elleri 5-6 kere yıkamalı” diyor, “Dirseklere kadar dikkatlice”... Hiçbiri “Abdest alın” diyemiyor bir ikisinden başka. Abdest alırken üç kez yıkıyoruz biz zaten. “Ağız ve burun su ile çalkalanmalı” diyorlar. Abdest alan bunları üçer kere yapıyor zaten. 

Yiyecekler konusuna gelince… Eskiden ne yediğimize önem verirdik. Evimizde kendi pişirdiğimiz yemekleri yerdik. Uzun zamandır evlerde yemek pişirmek zül gelmeye başlamıştı çoğu hanıma. “Dışarıda yemek” moda ve statü göstergesi olmuştu. Çin yemekleri, suşi, hamburger ve daha birçok kültürden yemek ayrıcalık olmuş, israf sınırları çoktan aşmıştı. Açık büfe yemeklerin, serpme kahvaltının yarısı çöpe giden sınırsız porsiyonları... Partiler, eğlenceler, vur patlasın çal oynasın durumlar… Nişanlar, kınalar, düğünler akla zarar!

Doğum yapanlar, ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Hamileliklerini ay ay, hattâ gün gün sosyal medyada gerine gerine paylaşanların bunları yapması normal mi? Doğum günü kutlamaları zıvanadan çıktı. Her fırsatı taşkınlık, masraf ve gösteriş hâline getirmek yarışı bitmedi, tükenmedi. 

Tatil yapmak şart (!) ya, krediler çekerek beş yıldızlı otellerde, tatil köylerinde zevk u sefâ sürüp, sonra da bütün sene kredi borcu ödemekte zorlanınca eş dosta yalvarıp yakarmalar başlamıştı. Faize girildi bir günah, tatil diye Müslümana yakışmayacak günler yaşandı bir günah ve bir de sonrası... Sonumuz ne olur, işin sonu nereye varır, düşünmez olduk.

Evlilikler oyuncak oldu. Anne babalar saçılıp dökülerek, borçlara boğularak o şaşaalı düğünleri yapıyor, sonra bir de duyuluyor ki çiftler ayrılmışlar. Neden? Çünkü her şeyleri tamam, ama gâyeleri yok! Birbirleri ile didişmeye başlıyorlar. Ve ipler kopuyor kısa zamanda… 

Yazacak o kadar çok şey var ki anlat, anlat, bitmez!

Bu Coronavirüsten nasıl kurtulacağımız belli değil. Medenî (!) Avrupa’da bir günde binlerce insan ölüyor. Her geçen gün sayı artıyor. Önce ülkemiz iyi durumda idi. Sonra bizde de vakalar görülmeye başladı. 1, 2, 3, 5 derken bine ulaştı kayıplarımız bu yazıyı yazdığım günlerde. Daha ne kadar olacağını bilemeyiz. Televizyon kanallarında profesörler ve uzmanlar sabah akşam konuşuyor, anlatıyorlar. Kimsenin kesin bir bilgisi yok. Nereden geldi ise geldi, bu imtihan tepemize çöktü. O ileri medeniyeti ile övünen ülkelerde durumlar bu kadar kötü iken, dimdik ayakta duran Devletimize saldıranlara ne demeli?

Reisimiz olmasaydı, Sağlık Bakanımız başta olmak üzere diğer bakanlarımız olmasalardı hâlimiz nice olurdu? 1999 depremini hiç unutamam. Nasıl çâresiz, sahipsiz ve garip kalmıştık. Eğer onlar olsa idi başımızda, gitmiştik hazin. Allah, Devletimize zevâl vermesin! 

Şimdi artık tedbir paketlerini uygulayarak duâ etme zamanı: Ya Rab! Bizleri korktuğumuza uğratma. Bizlere Senin kapından başka kapı aratma. Senden başka kapımız, sığınacak limanımız yok. Affet bizleri, bu salgın başımızdan geçip gittikten sonra bizlere istikamet ver. (Âmin.)

***

Corona’ya mektup

Sevgili Minik Corona,

Biliyorum ki sen, semâvî âlemlerden gelen bir misafir, bir memursun dünyamıza. Bir müddet görevini yapıp geri döneceksin. Bize ayna oluyor, karanlık noktalarımıza ışık tutup yüzleştiriyorsun. Her ne kadar ansızın gelip düzenimizi bozduysan da her misafir gibi bir alıp en az dokuz bereket bırakıyorsun.

Senden korkmuyoruz. Sen de Allah’ın bir yaratığısın. O’ndan izinsiz hareket etmezsin, edemezsin. Sayende dünya olarak toplu, ağır bir sınavdan geçiyoruz. Bütün yaşadıklarımız yepyeni başlangıçların öncüsü olabilir, olsun... Hazır, Allah bir dinlenme fırsatı vermişken, takdir-i İlâhiye güvenerek, her şerden çok hayırlar çıktığına inanarak, yaşam enerjimizi azaltmadan, ümitlerimizi soldurmadan, verdiğin ödevleri çözmeye çalışıyoruz.

Aziz misafir! Baksana, dünyamızda sayende birkaç aydır siyâsî gerginlik, anlamsız kavga yok. Siyasetçiler virüs nedeniyle ilk kez kendi canlarının derdine düşünce yelkenlerini suya indirdiler. Kin ve nefret kokan cephe savaşlarına paydos dedirttin. Şeytanlar da geri çekildi. Geçici de olsa huzurlu bir ortam var. Kibir âbidelerine, tüm dünyaya, şımaran ve azgınlaşan bizlere diz çöktürttün…

“Mağrurlanma, senden büyük Allah var” diye haykırdın sağır kulaklarımıza, yüreğimizi hoplattın. Neler demiyorsun ki bizlere, inanan olarak duyuyoruz:

“Misafirsin, kulsun, hâddini aşma! Yarım nefeslik canın var, ölümlüsün; sana hayat vereni, şah damarını kudret elinde tutanı, dünyanı ve evreni yaratan yegâne güç ve kudret sahibini tanı, bil. O’nun hidâyetine, rahmetine, mağfiretine koş. Yarın, çok geç olabilir! 

Ey ölümlü gafiller, kendinize gelin! Bireysel, toplumsal, küresel ve idarî günahlarınızı görün, itiraf edin, istiğfar edin. Bunu yapmazsanız, bugün görmezden geldikleriniz, yarın göz açtırmayacak; duymazdan geldikleriniz, yarın kulaklarınızı sağır edecek. Misafirken, ev sahibi cakasını bırakın!”

Sevgili Corona, Allah seninle bizi kampa aldı. Şapkamızı önümüze koyup hayatın amacını sorgulatmaya davet ediyor. Âdeta Ramazan ayında gibiyiz, nefis muhasebesine soktun bizi. “O kadar telâşlı yaşıyorsunuz ki biraz ara verin, dinlenin, soluklanın… Savaşlar, kavgalar, kin, nefret ve düşmanlıklar dursun, zulümler dinsin. Hakça paylaşın size verilenleri. Çünkü bu kargaşa, kavga ve hırslarınız size hiçbir şey kazandırmadı. İnsanlığınızı kaybettiniz. Savaşacaksanız açlığa, yoksulluğa, nefsinize, kininize, düşmanlık duygularına karşı savaşın!” diye haykırıyorsun.

Sevgili minik Corona, inancıma göre, insanların taşkınlıkları ve azgınlıkları günah havuzunu taşırınca belâlar da taşar, “Ya benim bu günah havuzunun taşmasında bir damla bile olsa vebâlim ve payım varsa?” diye korkmalıyım, değil mi?

Kimseyi suçlamadan, herkes kendine düşen hisseyi düşünsün, sözlü ve fiilî tevbe-i istiğfar etsin. Çünkü, “Kimse kendini temize çıkarmasın, ancak Allah temize çıkarır” der Kur’ân-ı Kerîm. İğneyi önce kendimize batırabilirsek, çuvaldızları başkalarına batırmaya sıra gelmez. 

“Senin günahların sana yeter. Başkalarının günahını sayma, görme” dersin ey kardeş! “Yaklaşıyor yaklaşmakta olan. Gülüyorsunuz ağlanacak hâlinize” buyurur Allah. “Bedenimizdeki kalbin yeri neyse, kâinatta Kâbe’nin yeri odur. Kalp durursa, kişisel kıyamet kopar. Kâinatın kalbi Kâbe, içindeki tavaf ve senin kalbindeki tevbe, duâ ve gözyaşı durursa, kıyametimiz kopacak demektir. Titreyelim, silkelenelim, kendimize gelelim” dersin, duyuyoruz. Ey dost, ne olur, fazla acı verme de selâmetle uğurlayalım seni geldiğin yere!