Akıncı ocaklarının yeni tekkeleri: Türk yardımları

Büründüğü koyun postuyla mağara ağzını tutan kör devin bacakları arasından sürüsüyle mağaradan dışarı çıkan Basat, Allah’ın yardımıyla önce İç Oğuz’u (Turan iller, Türk dünyası), ardından da Dış Oğuz’u (Umran iller, İslâm dünyası) kanını emen bu devlerin elinden kurtararak ayağa kaldıracaktır.

GENELDE Osmanlı ordusu, özelde ise akıncı ocakları, hedef ülkeler için iki tip fetih yöntemi takip ederdi. Birincisi, vurucu gücünü oluşturan ordu, ikincisi de gönülleri fetheden tekkeler…

Osmanlı fetihlerinin uç kollarını akıncı ocakları oluştururdu. Bu ocaklar, Rumeli’de Malkoçoğulları ve Evrenosoğulları adı altında iki kola ayrılırlardı. Bu ocaklarda muharip akıncıların yanı sıra büyük tekkelerin şubeleri de bulunurdu Bektaşî, Mevlevî, Kadirî, Nakşibendî ve Halvetî gibi…

Muharip unsurlar sefere çıkmadan önce, akıncı ocaklarının plânları doğrultusunda bünyelerindeki tekke mensupları, ilgili kent ve bölgelere dağılarak bazen aylar, bazen yıllar süren içten fetih hareketleri icra ederlerdi. Türk dervişleri, bu fütuhat misyonlarını öyle yüksek bir şevk ve vazîfe duygusuyla yerine getirirlerdi ki karşı tarafın, dervişlerin bu hasbî eylemlerinden etkilenmemeleri mümkün değildi.

Hedef bölgelere bir post, bir aba bilinciyle giren bu dervişler, İslâmiyet’in adalet, kanaat, samîmiyet, sabır, tevekkül ve hizmet gibi yüce değerlerinin ahlâk hâline gelmiş birer timsâli olarak toplulukları cezbederlerdi. Dervişlerin halk ile kurduğu bu sıcak ve samîmi münasebet, görev bölgelerinin içindeki halkı İslâm’a ve Türklere karşı yakınlaştırır ve onları önyargı ve peşin hükümlerden uzaklaştırırdı.

Osmanlı akıncı ocaklarındaki tekkelerin bu işi ne kadar başarıyla uyguladıklarının en güzel örneği, Bosna-Hersek’in Fethi’dir.

***

Bosna-Hersek’in Fethi’nden yıllar önce, ülke içine giren akıncı tekkeleri halk ile çok iyi kaynaşmış, bulundukları bölgelerde tekkelerinin şubelerini kurmuş, ahalinin bir kısmını İslâm ile şereflendirmiş, bir kısmının gönüllerini kazanmış, bir kısmının da önyargılarını kırmıştı. Bu süreç o kadar feyizli ve bereketli bir şekilde işlemiştir ki, Fatih Sultan Mehmed, ordusuyla Bosna’ya geldiğinde bir iki istisna dışında Bosnalılar, Fatih’i seferden dönen kendi hükümdarları gibi karşılamışlardır.

Osmanlı’nın izlediği bu yöntem, gönülleri ve ülkeleri kazanmada bize yumuşak ve barışçıl gücün muharip güçten daha etkili olduğunu göstermektedir.

***

Sözü şanlı tarihimizden bugüne getirmek istiyorum. Özellikle son on yılda Türk Devleti, meseleye tarih perspektifinden bakan ve atalarının yöntemini modernize ederek uygulayan bir yöntemi etkin bir şekilde kullanmaya başladı.

Dünkü Osmanlı ordusu ve akıncı ocaklarının yerini, bugün Atlantik güdümündeki hain ve işbirlikçileri tasfiye eden TSK aldı. 15 Temmuz ihanetinden sonra yüz yıllık kuşatılmılığını kıran TSK, artık kendi tarih ve medeniyeti ile barışık bir politika izleyen bağımsız Türk Devleti’nin ordusu hâline geldi. TSK’nin arkasında onu askerî ve teknik açıdan büyük ordular sınıfına taşıyan bir devlet ve o devlet gemisini yürüten kararlı bir siyâsî irade vardır.

Kendisini Atlantik kıskacından büyük ölçüde kurtaran Türk Devleti, bağımsızlığının teminatı olan TSK’nın savunma gücünü yüzde yetmişe varan bir millîlik oranına taşıyarak, hedeflerine giden yoldaki engelleri bir bir aşmaya başladı.

15 Temmuz ihanetinden sonra TSK’nın muharebe gücünün yitirdiği algısına oynayanların balonlarını Fırat Kalkanı Harekâtı ile söndüren TSK, asıl muharebe güç ve yetkinliğini Zeytin Dalı bölgesinde gösterdi. Zeytin Dalı bölgesinde ABD, AB ve İsrail’in muhkem bir kale hâline getirdiği Afrin’i hiç beklemedikleri bir sürede târumâr etmemiz, karşımızdaki güçlerin üst perdeden konuşan tutumlarını kırarak eşit seviyeden pozisyon almaya itti.

Afrin Operasyonu’nun en büyük başarısı, PKK görüntüsü altındaki tahkim edilmiş gayr-ı resmî Birleşmiş Milletler gücünün imhasıdır.

TSK’nin Afrin başarısı, Barış Pınarı Harekâtı’nın teminatı oldu. Barış Pınarı Harekâtı’nda karşımızda çil yavrusu gibi dağılan kukla örgütün ve gayr-ı nizamî hâricî unsurların bu dağılışlarıyla altını çizdikleri şey, dünyanın sayılı muharebe gücüne ulaşmış Türk Ordusu gerçeğiydi. Bu harekâtlar, ABD’ye atılmış üç kuvvetli Osmanlı tokadıydı aslında!

Nitekim bu gücün Osmanlı tokadını, ABD ve şürekasından sonra “Rejim güçleri” kılıfı altında, İdlib’de yuvalanan Rusya ve İran da tadacaktı. 2016 yılından beri Suriye sahasında giriştiğimiz harekâtlar, temelde dünyanın iki süper gücü olan ABD ve Rusya’ya geri adım attırmamızla sonuçlandı. Harekâtların adı ne olursa olsun, sonuçta ABD ve Rusya hâkimiyet sahalarına girilmiştir. Böyle bir harekâtı dünyada göze alacak ikinci bir ordu da yoktur!

***

Suriye sahası, TSK’nın dünyaya Türk Ordusunun güç ve kararlılığını gösterdiği ve “Türk Ordusu” diye bir markayı belleklere yerleştirdiği bir saha olmuştur. Bu sahadan aldığı güç ve yaşadığı deneyim, ardı sıra Türk Ordusunun rüzgârını Libya’ya taşıdı. TSK’nın ulaştığı teknik ve askerî güç, dünyanın birkaç ay içerisinde Trablusgarb’ı ele geçireceğine muhakkak gözüyle baktığı Hafter güçlerini, imâmesi kopmuş tespih gibi dağıtıverdi. Bu aşamadan sonra Türk Devleti’nin sert ve çetin gücü olarak TSK, bütün dünyaca kabul edilen bir aktör hâline geldi.

Hedefleri olan bir devlet için kuvvetli bir ordunun varlığı önemli olmakla birlikte, çarpan etkisi ondan daha kuvvetli olan bir yumuşak güce ihtiyacı vardı. Türk devlet aklı, tarihindeki akıncı ocaklarının gönüller ve beldeler açan tekkelerinin yerine, devlet yardımlarını ve yardım kuruluşlarını ikâme etti. Bu yardım kuruluşlarını bir örnekte görmemek lâzımdır.

Bugün itibariyle Türk Hava Yolları, Türk bankaları, Yunus Emre Enstitüsü, Kızılay, Diyanet Vakfı ve TİKA gibi devlet kurumları ile onlardan bağımsız ancak onlarla eş güdüm içinde çalışan irili ufaklı hayır kuruluşlarımız birer tekkedir. Bunların Balkanlarda, Afrika coğrafyasında ve Asya Müslüman bölgelerinde yaptıkları olumlu faaliyetlerin çarpan etkisini ölçmek mümkün değildir.

Covid-19 sürecinde Avrupa’da sağlık sisteminin gücü ve üretim kapasitesinin derinliği açısından yükselen yegâne ülke olan Türkiye, ordusuyla olgu hâline getirdiği büyük ülke imajını, altmış küsur ülkeye yaptığı hızlı ve seri yardımlarla iyice perçinledi.

Çoğu insan, böylesine zor bir süreçte neden bu kadar cömert yardımlar yaptığımızı anlamakta zorlanıyor. Oysa dikkatli bakan gözler, Türk Devleti’nin bu yardımları iki stratejik hamle hâlinde tertiplediğini görür. Birincisi, iktisadî yönden bizden geride olan kardeş ve dost ülkelere yapılan yardımlar; ikincisi ise kendisini dünyanın efendisi sanan mağrur ülkelere yapılan yardımlardır...

İkinci tip yardımlar, Türkiye’nin Covid-19 sonrasında, bölgesinde ve dünyada sayılı güçlerden birisi olacağına dair çok yerinde imajik yardımlardır. Bu yardımların ne anlama geldiğini karşımızdaki ülkeler elbette çok iyi okuyorlar.

Özellikle AB içinde Türkiye karşıtlığıyla bilinen Almanya, Fransa, Avusturya ve Hollanda gibi ülkeler, yardıma muhtaç oldukları hâlde yardım istemenin bir diz çökme olduğunu Alman Dışişleri Bakanı’nın ağzından açıkça dillendirdiler!

Yardım harekâtını tıpkı Almanya gibi okuyan mağrur ve ikiyüzlü İngiltere, çarnaçar istediği yardımı alternatif bulduğu takdirde reddetmek gibi bir sürece girdi ama altında ezildiği gerçeklik karşısında kibirli burnunu sürte sürte kabul etmek zorunda kaldı.

***

Türkiye’nin, karşımızdaki yapılanmanın kafile başı olan ABD’ye yaptığı yardım ise, Dede Korkut öykülerindeki Basat’ın, karşısındaki dev Tepegöz’ü en zayıf noktasında iki kez vurmasıyla eşdeğerdir. Büründüğü koyun postuyla mağara ağzını tutan kör devin bacakları arasından sürüsüyle mağaradan dışarı çıkan Basat, Allah’ın yardımıyla önce İç Oğuz’u (Turan iller, Türk dünyası), ardından da Dış Oğuz’u (Umran iller, İslâm dünyası) kanını emen bu devlerin elinden kurtararak ayağa kaldıracaktır.

“Andolsun soluk soluğa koşanlara, andolsun ateşler saçanlara, andolsun tan vakti baskın yapıp tozu dumana katan binitlere…” (Âdiyat, 1-3)

Vesselâm...