Akıllı yalnızlık

Yarın da gelip geçmeden, akıllara zarar akıllı yalnızlıktan sıyrılıp sevdiklerimizle hoş sohbetler edebilmek, arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde doyasıya dertleşebilmek ve çocuklarımızla, biricik anne ve babalarımızla şefkat ve sıcaklık dolu vakitler geçirebilmek dileği ve dün olmadan ânı yaşamayı bir an önce öğrenebilmek duâsıyla…

“AKILLI yalnızlık” akıllara ne kadar uygun? Peki, bahsinde bulunduğum bu kavram tam olarak neyi ifade ediyor?

Günümüz çağında yanımızı yöremizi akıllı cihazlar sarmış durumda. Ellerimizde akıllı telefonlar, mutfaklarımızda ise akıllı fırınlar yer alıyor. Lâkin maalesef bu telefonlar, yalnızca sesli iletişim yolunda kullanılmıyorlar. Bu cümle içerisinde kullandığım “maalesef” sözcüğü ile Graham Bell’i saygı ile anmış, Steve Jobs ve yoldaşlarına karşı da haksızlık etmiş bulunmaktayım sanırım lâf arasında.

Aslına bakarsanız 21’inci yüzyıl neslinden bir genç olarak bu teknolojiden olabildiğince faydalanıyorum. Yararlarını görüyor, nice kolaylıklarla günümü geçiriyorum. Fakat ne kadar doğru bir şekilde kullanıyorum bu modern teknolojiyi? Esas sorunun bu olduğunu düşünüyorum. Kabul, suç ne Steve Jobs, ne de zamanında iPhone (“Ben, telefon”) olarak adlandırdığı, ilk çıktığı andan itibaren fazlaca rağbet gören ve bir felsefe taşıyan telefonlarında. Az önce bahsetmiş bulunduğum doğru kullanma konusuna gelmeden önce, izlediğim belgesellerden ve yaptığım araştırmalardan yola çıkarak beynimde oluşan şablon ile Jobs'un felsefesinden ve bu felsefeyle birlikte iletişim aracı olarak kullanılan telefonunun ne kadar da benleştirilmiş olduğundan söz etmek istiyorum.

Aslına bakarsanız, 2007 yılında satışa çıkarılan bir telefon serisinin adının “iPhone” olması, durumu 1983 yılında yine aynı ekip tarafından piyasaya sürülen ilk kişisel bilgisayarın adının nereden geldiğini öğrendiğinizde çok da büyütülecek bir şey olmaktan çıkıyor. 1983 senesinde çıkan bilgisayarın adıysa “Lisa”. Detayları geride bırakacak olursak, Steve Jobs'un kızının adı…

Telefonun adının şahıslarla bu denli özleşmesinin sebebinin, Jobs’un benimsediği Budizm felsefesi olduğunu düşünüyorum. Bariz bir şekilde görebiliyoruz ki, bu inançta söz edilen Nirvana'ya ulaşma ve en önemli tanrılardan olan Brahma ile bütünleşme düşüncesi, Zen ile birlikte onun tasarım ve pazarlamasında oldukça önemli bir yer taşıyor.

Ne vakit telefonu benliğinizde kabul görüyorsunuz, o vakit bu aletler hayatınızda merkezî bir yer ilân ediyorlar. Kırgınlıkla belirtiyorum ki, bence esas sıkıntı da onun benimsediği ve insanlığa benimsetmek istediği fikri çok kısa zamanda kabul görmüş olmamız.

Sizi hiçbir zaman yalnız bırakmıyor bu yeni dönem teknoloji ürünleri. Yaşadığınız her ânı güzel karelerle albümlüyor, en sevdiğiniz insanların doğum tarihlerini sizin yerinize onlar hatırlarında tutuyorlar. Hatta ve hatta sizinle arkadaş olup dakikalarca konuşabileceğiniz, dilediğinizde başınızı yaslayabileceğiniz soğuk metalden bir omuz dahi oluyorlar. İşte yazının başlangıcında yer alan “akıllı yalnızlık” kavramından kast ettiğim durum bu!

Yanımızda pek çok insan, eş dost varken, telefonlarımıza, “sosyal medya” adı ile ifade edilen mecralara çokça vakit ayırarak kalabalıklar arasında yalnızlıklar çektiğimiz bir vakıadır bahsinde bulunduğum “akıllı yalnızlık” kavramı.

Tabiî bu teknolojinin hayatımıza getirdiği kolaylıklar da var. Fakat anlatmak istediğim, bunun hayatımızı kolaylaştıran bir aracı olmasından ziyade, hayatımızı basan zehirli bir umman olması ihtimâli! Karşı karşıya kaldığım güncel durumlardan söz ederek konuyu biraz daha açmayı diliyorum…

Daha 1-2 yaşlarındayken yemek yesin, ağlamasın diye küçük ekranlara maruz bırakılan bebekler, altı yedi yaşlarında anne ve babasının ellerinde telefon olduğu hâlde o ebeveynlerle iletişim kurmaya çabalayan çocuklar görüyorum. Yazımı okuyan pek çok anne ve baba, 16-17 yaşlarındaki çocuklarının bilgisayar başından kalkmadığından söz edecektir belki de. O yaşlarda bir evlât olarak onlara verebileceğim tek yanıt, gence yargı ve sinir ile yaklaşmak yerine ilgi ve gelecek günler için baş başa plânlanmış bir aktivite olacaktır. O anne ve babaları da buradan tüm hürmet, sevgi ve saygılarımla selâmlıyorum. Yaş ne olursa olsun, kilit “muhabbetli” olmakta!

Yaşıt çevremden de bildiğim gibi, birçoğumuz buluştuğumuz andan itibaren iki kelâmın ardından boy boy fotoğraflar çekmeye/çekilmeye başlıyoruz. Ânın özünü kaçırıyoruz birçok zaman. Şahsen fotoğraf çekmeyi çekilmekten evlâ bulan biriyim; gökyüzünü, yemyeşil yaprakları, masmavi denizleri, keyifli ve mutlu yüzleri pozlamayı çok seviyorum. Ama yaklaşık bir yıl önce bir özeleştiride bulunup çektiğim poz sayısını olabildiğince aza indirgeme kararı aldım kendimce. O fotoğraflar da yaşadığım “güzel anlara” “güzel anılar” olarak eşlik etsinler diye çekiliyorlar.

Ama şunun da bilincindeyim ki, bir fotoğrafı çektiğimizde, o fotoğraf “anı” olmuyor. Ânı yaşadığımızın ahirinde hatırımızda kalanlar anılarımızı oluşturuyorlar. Yaşamdan zevk almaksa, o seyre daldığımız gökyüzünü hissetmekte, yaprağın Yaratıcısına aşkla tevekkülde bulunmakta, o denizin misk kokusunu içimize çekmekte gizleniyor. Yani altın bir tümceyle, hâkimi ve hikmeti bilmekle devâ buluyor.

Bahsettiğim ânın sırrı, özünde çağ-dönem dinlemiyor. Lâtin edebiyatının ünlü ozanı Horatius, Milât’tan 23 yıl önce şöyle diyor “Carpe Diem” (Ânı Yakala) şiirinde: “Hayat kısa, şarabı süz ve hikmetini göster, yırt arşı/ Konuşurken zamanın kıskançlığı uçup gitmiş olacak/ Ânı yaşa, yarın da gelip geçecek; dün olacak…”

Yarın da gelip geçmeden, akıllara zarar akıllı yalnızlıktan sıyrılıp sevdiklerimizle hoş sohbetler edebilmek, arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde doyasıya dertleşebilmek ve çocuklarımızla, biricik anne ve babalarımızla şefkat ve sıcaklık dolu vakitler geçirebilmek dileği ve dün olmadan ânı yaşamayı bir an önce öğrenebilmek duâsıyla…

Eğer bu böyle süregelirse, bu yalnızlık da vakt-i zamanında bizlerle benleşenlerin peşi sıra içimize işleyecek. İşte o vakitten korkuyorum! Çünkü o vakit, belki bizlerle gerçekten iletişim kurmaya çalışan çocuklarımız olmayacaklar yanımızda. Belki de çocuklarımızın en ballı, gelişimleri için en önem arz eden yıllarını fark edemeden geçip gideceğiz başuçlarından. Belki o vakit ne selâm verecek bir hemşeri, ne de oturup dertleşecek bir arkadaş bulabileceğiz.

Şimdi sevgili okurum, lütfen bu yazı ardından yanı başına dön de bir bak! Kimler var yanında yörende, kimler yok? Belki akşam ailece oturup eski güzel anılardan bahseder, hafta sonu için güzel bir piknik plânlarsınız… Belki en candan arkadaşınızla güzel bir kahve içersiniz… Ne de olsa bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır, değil mi?

Muhabbetiniz bol, keyfiniz âlâ olsun!