Akıl ve nakil

Zannedildiği gibi ahlâk ve erdem kavramları hiçbir toplumda gereksiz görülmemekte, farklı inanç mensupları tarafından da öğretilerin en ehemmiyetli kısmını teşkil etmektedir. Ama bu, gerçek bir ahlâk ve fazilet kazanımında yeterli değildir. Çünkü aslolan, değerlerin ve nakil yoluyla gelecek nesillere aktarılan bilgilerin dayandığı kaynağın doğru saptanabilmesidir.

İSLÂM’da ahlâk idrakinde, kaynaklardan ferdi besleyen kanalların “akıl ve nakil” olduğu kanaati kabul görmektedir. Aslında bu hem ahlâk nizamının kişide şekillenmesinde, hem de ferdî bütün özelliklerin belli biçimlere kavuşmasında kaynak aktarımının ve karar mekanizmasının en besleyici yollarından biridir.

Ahlâk kavramının bir kaynak referans alınmadan açıklanabilmesi ve uygulanabilmesi mümkün değildir. Hem ferdî, hem toplumsal sınırların/kişilerin doğumla ve yaşamakla birlikte kazandığı hakların ve toplumdaki refah seviyesinin de ahlâk normlarının dışında sağlanması ihtimâli zayıftır. Bu yüzden insanların saygın ve soylu bir ömür sürmesinde ahlâk hem gerekli, hem geçerli ilk öğretidir ve bu öğretinin besleneceği belli bir kalıba dökülüp sınırlandırılacağı bir mebde bulunması zaruridir.

Ahlâkın ve övdüğü fazilet duygusunun kaynağı nedir?

Kaynak İslâm, Kur’ân, Hazreti Muhammed (sav) ve O’na gelen vahiydir. Ve fertlerin bu kaynaktan beslenip hayatî mineralleri vücuda kazandırmasının yollarından ilki de akıl ve nakildir. Bireye nakledilen ve doğru kaynaktan beslenen bilgiler, zihinde hatları belirlenmiş bir ahlâklı olma bariyeri oluşturur. Bu nakil yoluyla öğrenmeye aklın elementleri de dâhil edildiğinde, ortaya muazzam bir sentez çıkar. 

Bu ilk akletme ve öğrenme yolunu en iyi destekleyen kompozisyon ise çevre faktörüdür. Şayet öğrenen bireyin çevresinde öğrenme ve akıl yoluyla ahlâkî gelişiminin tamamlamış kişi yoğunluğu fazlaysa, ferdin gerçeklere dayandırdığı bu ahlâk yolculuğu da daha derinlikli ve daha mukavim bir sıfat kazanır.

Ahlâk öğretisine şahsî yargı ve kanaatler fazlasıyla angaje edildiğinde, yani başka bir deyişle ahlakın ve erdemin beslendiği yegâne kaynak yok sayılıp yerine yeni ve yapay bileşenler montajlandığında, ahlâkî çöküş sadece fert bazında yozlaşmakla kalmaz, giderek toplumların ahlâk dışılığı benimsediği ve tedavisi meşakkatli bir vasat meydana getirir. Çünkü buradaki tehlike, bir toplumda ahlâksızların da bulunması ama ahlâklılar tarafından ayıplanması kadar basit bir denklemle açıklanamaz. Şayet bozulan ahlâk değil de ahlâkın beslendiği kaynaklarsa, kendini fazilet timsali addedecek bireylerin topluma yön vermesi ve ahlâk felsefesinin tamamen yıkıma uğraması anlamına gelir. 

İnsanın varlığının kaynağı Allah-u Teâlâ’dır. Ve Allah insanı, yaşamını sürdürebileceği nimetlerle ve toplumda varlığını gerçekleştirebileceği bir sistem dâhilinde yaratmıştır. Öyleyse bu sistemin yani Allah’ın şeriatının muhtaç varlık olan insan tarafından göz ardı edilmesi, kişinin kendi gerçekliğini yok sayıp iyilik ve kötülük, ahlâk ve ahlâkdışılık, fazilet ve soysuzluk gibi zıtlıkları dayandıracağı kaynağı da yapay düzgülere bağlayacak demektir. Bu, en basit tabirle toplumların ahlâk algısındaki dejenerasyonun en aslî sebebidir. 

Zannedildiği gibi ahlâk ve erdem kavramları hiçbir toplumda gereksiz görülmemekte, farklı inanç mensupları tarafından da öğretilerin en ehemmiyetli kısmını teşkil etmektedir. Ama bu, gerçek bir ahlâk ve fazilet kazanımında yeterli değildir. Çünkü aslolan, değerlerin ve nakil yoluyla gelecek nesillere aktarılan bilgilerin dayandığı kaynağın doğru saptanabilmesidir.

Aksi hâlde, ahlâkı fikirdeki çekirdeklere, şahsî bunalımlara ve mübalağalı hissedişlere dayandıranlar, kendilerini ahlâklı varsayarak yaşayıp gidecek fakat Allah’ın hudutları içinde yoklamaya alınamayan hiçbir naklî ya da düşünsel bilgi fertlere ya da toplumlara refahı getirmeyecektir.