Âkif’in çağrısı

Ey koca şair! Ey kahraman Âkif! Milletimizi içinde yüzdüğü buhrandan kurtarmak için var gücümüzle mücadeleye devam edeceğiz. Milletimiz bölünmeyecek! Vatanımız parçalanmayacak! Devletimiz yüce, Türkiye’miz muhteşem olacak! Çağrına uyacağız. İdeallerine sahip çıkacağız. Onurla İstiklâl Marşımızı okuyacak ve al bayrağımıza gözümüz gibi bakacağız. Kabrinde rahat uyu, ruhun şâd olsun!

MEDENİYETİMİZİN köşe taşlarından, kültür hayatımızın unutulmaz kahramanı, milletin gönlünde taht kurmuş, “Safahat”ıyla her eve misafir olmuş o büyük abide, coşkulu iman seli, dertli milletin dili olan Millî Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un 27 Aralık’ta fani varlığı aramızdan ayrılsa da manen hiç ayrılmadık ondan. Çağrısı gönlümüzde yankılandı hep.

Ey yüreğinde merhamet pınarları çağlayan! Ey Kırım, Bursa, Çanakkale ve Anadolu’nun perişanlığına ağlayan! Ey vicdanlı sineleri şiirleriyle dağlayan Kur’ân âşığı, millet sevdâlısı büyük şair, sessiz yaşadığı hâlde bütün cihana sesini duyuran bahtiyar!

“Eyvah! Beş on kâfirin imanına kandık/ Bir uykuya daldık ki cehennemde uyandık” diyordun. Söyle, biz nasıl uyanalım kendi cehennemimizdeki uykudan? Ne olur, geri gel dünyamıza ve “Ey elleri böğründe şaşkın adam, kalk!” diye sars bizi, uyandır. Senin, “Artık ey millet-i merhume, sabah oldu, uyan!/ Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan?” diyen sesine, “Uyan ey ehl-i vatan!” çağrına o kadar muhtacız ki...

“Müslümanlık nerde? Bizden geçmiş insanlık bile/ Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile/ Kaç hakikî Müslüman gördümse, hep makberdedir/ Müslümanlık, bilmem ama galiba göklerdedir” diye feryat ediyordun yıllar evvel. Yaşadığımız günleri görseydin feryadın arşa çıkardı. “Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan/ Hey sıkılmaz! Ağlamazsan bari gülmekten utan!” diyordun bize. Sözüne uyamadık ey koca şair! Ar damarlarımız çatladı. Başkalarının aşklarını yaşarken, kendimize ve yakınlarımızın acılarına bigâne kaldık. Kardeşlerimizin akan kanlarını, yıkılan evlerini, sönen ocaklarını seyrettik birer film karesi gibi. Söylediğin gibi, “hakikî Müslümanlık, en büyük kahramanlık” oldu.

Mücadele şairi

Sen bir asır önce milletimizin başına gelen felâketler karşısında dertlere çözüm buluyor, umut olup yüreklere doluyor, nefreti kökünden yolup zulme karşı kalkan oluyordun. Mehmetçik canı pahasına savunurken vatanı, sen de kaleminle koruyordun. Şimdi sıra bizde! Biz senin gibi olamayız, ama bilesin ki yüreğimiz, Âkif’çe çırpınmaktadır...

Halkın bağrına bastığı şairin kim olduğunu seninle öğrendik. Çünkü sen bu halkın sesi soluğu oldun. Ömrünü bu milletin hürriyeti için mücadeleye adadın. Yûnus’u ilâhileri için seven, Süleyman Çelebi’yi Mevlid’inden dolayı hatırlayan, Mustafa Itrî’yi tekbirlerle anan bu millet, seni de “İstiklâl Marşı”yla bağrına bastı. “Çanakkale Şehitleri” ile birlikte anıldı adın. “Ordunun Duası” söylendi dillerde ve Âkif sevgisi her geçen gün yeşerdi gönüllerde.

Haykırdın mı gök kubbe damar damar sarsılırdı. Kükredin mi yer yerinden oynardı. Kalemin yüreklere dokunduğu zaman yıldızlar ağlardı. Matemin denizlerin yüreğini dağlardı. Anneler çocuklarını cepheye senin “Cenk Şarkı”nla uğurlardı. Susuşun bile dağlar kadardı…

Âkif’ten geriye kalanlar

Kendi dertlerini hiçe saydın, hep insanların derdiydi kaygın. Fatih Camii’nde dolaşırken, Nasrullah Camii’nden insanlara vaaz ederken hasta bir çocuğun derdiyle de ilgileniyor, Seyfi Baba’nın yanında sabahlıyor, mahalle kahvehanesindeki tembellere kulak misafiri oluyor, meyhanenin yürek paralayan hâlini resmediyor ve Köse İmam’la lâf yarıştırıyordun ama hayatın boyunca senin bir tek yüzün oldu. Odun gibi de olsa, hep hakikati söyledin insanlara.

İnsanların kaç yüzü olduğunu sayamadığımız bu çağda, senin gibi sözünün eri kimselere ne çok ihtiyacımız var. Sen ki, Beylerbeyi’nden Yeniköy’e fırtına demeden, yağmur demeden yürüyor, “Bu havada kimse yola çıkmaz” diyerek seni beklemeyenlere “Bir söz, ancak ölüm ya da ona yakın bir felâket sebebiyle yerine getirilemeyebilir” diyerek darılabiliyordun. Biz biliyoruz ki, senin bu soylu davranışın, İki Cihan Güneşinin bizlere tavsiyesi idi.

Hele senin küçük yaşta babanı kaybetmene, çocukken evinizin yanmasına, çileli bir hayat yaşamana rağmen dünyalık önünde asla eğilmemene, hiçbir ödüle iltifat etmemene, odanda üzerine oturduğun tek kilimini mahallendeki fakire vermene, “Kuru fasulye ve bulgur aşı yedikten sonra gâvura boyun eğmem!” demene ne demeli bilmem ki! Cimrilik, şımarıklık, kibir ve para, senin en nefret ettiğin şeylerdi. İnsan nefret edecekse, Âkif gibi etmeli!

Öldüğün zaman sırtından çıkartılan elbisen, yeni bir şapka, bir mavzer tüfeği, İstiklâl Madalyası ve bir iki lira paran çıkmıştı yastık altından. Peygamber’i örnek edinen bir insandan başka ne beklenebilir ki? Ah bu soylu davranış çağımız insanına rehberlik edebilse! Bölüşmeyi ve dünyayı tekmeleyecek kadar tok olmayı öğrenebilsek yeniden!

Kararlılık ve umut abidesi

Sen ki, iyilik yapamadığın zamanlarda bile “Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olsa idi” diyerek hayıflanıyordun. Oysa bizler yoksulu, yetimi, kimsesizi düşünmek şöyle dursun, sefer tası misâli sıkıştığımız apartmanlarda bitişik komşumuzun ne hâlde olduğunu bile düşünemez hâle geldik. Gönüllerimiz daraldıkça daraldı.

Ömer’in adaletini abideleştirdin şiirinle ve biz her adaleti hatırladığımızda, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/ Gelir de adl-i İlâhî, sorar Ömer’den onu” diyerek senin mısralarını okuduk.

“Ya açar Nazm-ı Celîlin bakarız yaprağına/ Yahut üfler, geçeriz bir ölünün toprağına/ İnmemiştir hele Kur’ân, şunu hakkıyla bilin/ Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için/ Bu havalidekiler pek yaya kalmış dince/ Öyle Kur’ân okuyorlar ki, sanırsın Çince” diyordun. Artık “Nazm-ı Celîlin” yaprağına bakan da azaldı!

“Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!/ Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!/ Tükürün ehl-i salibin o hayâsız yüzüne/ Tükürün onların asla güvenilmez sözüne/ Medeniyet denilen maskara mahlûku görün/ Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!” diye yiğitçe haykırıyordun. Acaba bu günleri görsen neler yazardın?

Parçalandık, bölük pörçük olduk. Merhamet bizlere uzak çöl gibi; kardeşliğimizi sorarsan, birbirimize olduk el gibi. Seni dinleseydik, “En büyük düşmanıdır ruh-ı Nebî tefrikanın/ Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!” sözüne kulak verseydik, hiç böyle mi olurdu?

Osman Gazi’nin kabri tekmelenirken, semalardan ezan sesi kesilecek diye endişe ediyor, kendini “Şark’ın kansız ve vefasız evlâdı” diye tarif ediyordun. Ne kabirler tekmelendi, ne dirilerin canı yandı da bizim kılımız kıpırdamadı! Şu bizim vefasızlığımıza ne demeli?

Üzerimizdeki ölü toprağını nasıl üflemeli bilmem ki! Bülbüllere “Susun, ağlamayın, matem benim hakkım!” diyor ve ekliyordun: “Sevinmek şöyle dursun, vaktimiz yok mateme/ Davranın, zira gülünç olduk bütün bir âleme!” Çünkü sen umutsuzlara umut, çaresizlere çareydin. Yaşadığımız çağ da tam senin dediğin gibi, mateme bile vaktimiz yok. Madden ve manen yüceliş ve yükseliş için Yûnus gibi ağlamaya, senin gibi çağlamaya mecburuz.

Söz veriyoruz ey Âkif!

“Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak/ Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak/ Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle/ İmanı olan kimse gebermez bu ölümle/ Ey dipdiri meyyit! İki el, bir baş içindir/ Davransana, eller de senin, baş da senindir/ ‘İş bitti, sebatın sonu yoktur’ deme, yılma/ Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma!” şeklindeki sözlerin, yalnız kulaklarımıza değil, gönlümüze de küpedir. Bizim de lügatimizde umutsuzluğun “u”su yok! Mutsuzluğa hiç mi hiç tahammülümüz yok! Gönlümüzdeki umut kuşu hep ötecek ve asla umudumuzu kesmeyeceğiz. “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol/ Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol” mısraların düsturumuz olacak ve O Yüceler Yücesine dayanıp güveneceğiz.

Ey koca şair! Ey kahraman Âkif! Milletimizi içinde yüzdüğü buhrandan kurtarmak için var gücümüzle mücadeleye devam edeceğiz. Milletimiz bölünmeyecek! Vatanımız parçalanmayacak! Devletimiz yüce, Türkiye’miz muhteşem olacak! Çağrına uyacağız. İdeallerine sahip çıkacağız. Onurla İstiklâl Marşımızı okuyacak ve al bayrağımıza gözümüz gibi bakacağız. Kabrinde rahat uyu, ruhun şâd olsun!