LOZAN Antlaşması’nın
97’nci yıldönümü üzerinden 25 gün geçti. Aynı günü Türk-İslâm âlemi açısından
bir bayram gününe çeviren Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerîfi’nin tekrar ibâdete
açılmasına ayırdığımız için sıra ancak geldi Lozan’a…
Birilerinin
ısrarla “Türkiye’nin tapusu” diye sarıldığı Lozan Antlaşması’nı bir başarı
olarak kabul etmek ve bunu vazgeçilmezimiz gibi görmek, elimizi kolumuzu bağlayıp
İngiliz’in, Yunan’ın, İtalyan’ın, Fransız’ın, Amerikan’ın dümen suyundan
çıkmamak anlamına gelir.
Cumhurbaşkanlığı
forsundaki 16 yıldızın temsil ettiği Türk devletlerinden sonuncusu ve en uzun
ömürlüsü olan Osmanlı, üç kıtaya yayılan hâkimiyeti ve dünyaya kabul ettirdiği
büyüklüğünü kaybetmeye başlamış, özellikle 1800’lerden itibaren otorite
sınırları daralmaya başlamıştı.
Birinci
Dünya Savaşı yıkım sürecini hızlandırmış, onlarca cephede savaşmak zorunda
kalan Osmanlı, birçoğunda savaş alanında kazanmış olsa da müttefiki olduğu
devletler sebebiyle kaybeden tarafta değerlendirilmişti. Böylece dünya savaş
tarihine altın harflerle yazdırdığımız Çanakkale Zaferi bile yurdun işgal
edilmesine mâni olamamıştı.
Savaş
hukukunun verdiği hakla yurdumuza gelenler, önümüze Sevr’i koydular. Sevr bir
yıkım, bir hezimet, hattâ bir ölüm fermanıydı. Ancak bugün Lozan’ı savunmak
için Osmanlı’yı Sevr ile suçlayanların atladığı, Sevr’in hiçbir zaman hukukî
bir geçerliliğe kavuşmamış olmasıdır.
Lozan,
Mîsak-ı Millî’ye ihanettir
Sevr
yok hükmündeydi, ancak İtilâf Devletlerinin topraklarımız üzerindeki talepleri
devam ediyordu. İşte bu yüzden Mustafa Kemal ile Anadolu’da bir direniş hareketi
organize etmeye karar verildi. Bu hareketin yol haritasının çizildiği Erzurum
ve Sivas Kongrelerinde karar altına alınan ve yurt sınırlarını da belirleyen
metnin adıdır “Mîsak-ı Millî”.
“Millî
Yemin” anlamındaki bu irade beyanı, İstanbul Hükûmeti tarafından da kabul ve
ilân edilmiş, sonrasında da barış antlaşması için kırmızı çizgimiz olarak
görülmüştür. Adı üzerinde, “yemin” içeren bu beyanname, Anadolu’daki ateşin
harlanması için de önemli olmuştur o dönemde.
Bugün
dilinden “Atatürk” düşmeyenlerin Mîsak-ı Millî’ye sahip çıkmaması düşünülemez.
Kurtuluş Savaşı -ki yapılan savaşın “maalesef” bir kurtuluş savaşı olmadığı
yönündeki iddiam sabittir- sürecine yön veren Mîsak-ı Millî, o savaşı
kazananlar tarafından yok sayılmış, özellikle sınırlar konusundaki
iddialarımızdan Lozan Antlaşması ile vazgeçilmiştir.
Şimdi
hem Mustafa Kemal’i, hem onun organize ettiği Mîsak-ı Millî’yi savunacaksın,
hem de o yeminden dönerek, imzalanan Lozan’ı Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu
olarak göreceksin; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?!
Lozan
ile kaybettiklerimiz konusunda “günün şartları” vurgusu yapanların, hiçbir
hukukî geçerliliği olmayan Sevr’i Osmanlı kabul etmiş gibi anlatırken hangi
günün şartlarını değerlendirdiğini anlamak mümkün değildir tabiî ki.
Evet,
tarihî olaylar günün şartları ile değerlendirilmelidir. Ancak bu, hatâları
görmezden gelmek ve bugüne yansımalarını eleştirmemek anlamına gelemez.
Birileri çıkıp, “Bu tavizleri vermeye
mecburduk” der, birileri de “Bu bir
ihanettir!” diyerek eleştirebilir. Ama kalkıp da Lozan’a ülkenin tapusu
muamelesi yaparsanız, size çizilen sınırları kabul etmiş olursunuz, kendi
çizdiğiniz sınırları değil!
12
Ada’yı, Batı Trakya’yı, Musul’u, Kerkük’ü, Hatay’ı “Şimdi savaşamayız!” diyerek sınırlarınızdan çıkarmayı kabul
ederseniz, Boğazlar üzerindeki haklarımızın tamamından vazgeçerseniz, yedi
düvele karşı savunduğumuz Çanakkale’nin rûhuna ihanet etmiş olursunuz.
Lozan,
yüzyıllarca Müslüman-Türk nüfusun yurdu olan Batı Trakya’da soydaşlarımızı ve
bölgenin en verimli tarım alanlarını bizden koparıp, denize döktüğümüz Yunan’a
vermiştir.
Lozan,
üzerindeki ağaçları dürbünsüz gördüğümüz, yüzerek ulaşabileceğimiz mesafedeki
adaları İtalya’ya bağlayarak, Ege Denizi’ndeki karasuları ve kıta sahanlığı
haklarımızı gasp etmiştir.
Lozan,
kendi sınırlarımız içindeki Boğazlar üzerinde hiçbir yetkimiz olmadığını ilân
ederek egemenlik haklarımıza doğrudan el koymuştur. Sonradan, başka ülkelerin
talepleri ile imzalanan ve sadece askerî geçişler konusunda yetkilendirildiğimiz
Montrö Boğazlar Sözleşmesi de bu garâbeti ortadan kaldırmaya yetmemiştir.
Lozan,
sınırlarımız içindeki en büyük petrol yataklarını elimizden almaya yeltenerek
bizi ekonomik olarak güçsüz bırakmanın yolunu aramıştır. Bu yolu ilk anda
tıkamış olsak da sonrasında gelen Ankara Anlaşması ile yüz milyarlarca dolarlık
gelirden vazgeçilmiştir.
Evet,
Lozan hem siyâsî, hem coğrafî, hem de ekonomik olarak Türk’ü kontrol altında
tutmaya yönelik bir anlaşmadır. Buna imza atanları ihanetle suçlamak için
onlarla yaşamış ve niyetlerini okumuş olmak gerekir ki buna imkân yok. O yüzden
bunu “hatâ” olarak değerlendirmek ya da “Gücümüz
buna yetti!” demek en doğrusu. Ancak bugün sadece “Atatürkçü” olmak için
Lozan’ı savunanların bir ihanet içinde olduklarını düşünmek hiç de zor değil.
Bugün
Akdeniz’de yapılmak istenen de Lozan’da yapılanın aynısıdır. Akdeniz’in en
doğusuna bizi sıkıştırıp ekonomik ve siyâsî gücümüz kontrol altına alınmak
isteniyor. Ancak bu defa 100 sene önceki Türkler yok karşılarında. Suriye ve
Irak’taki haklarının peşine düşmüş, Akdeniz’i “Mavi Vatan” ilân etmiş, dünya
siyasetinde kıran kırana savaşa girmekten korkmayan, ekonomik gücüne ve
milletine güvenen bir iktidarla karşı karşıya Lozancılar. O yüzden dayatmalarla
sonuç alamıyor ve artık Almanya gibi aracılarla ricacı oluyorlar Akdeniz’deki
faaliyetlerimiz için. “Günün şartları” dedik ya işte, bugünün şartları bizi
biraz daha güçlü davranmaya itiyor!
Güneydoğu’daki
petrolü kaybetmemizin acısını Akdeniz’in enerji kaynaklarıyla telâfi etmenin
zamanıdır artık. Garip olansa, kaybettiğimiz Lozan’ı savunanların,
kazanacağımız Akdeniz’e dil uzatmaktan kaçınmamalarıdır.
Türkiye’nin hayatta ve egemen kalması, Lozan’ın Akdeniz’de hayat bulmamasına bağlıdır.