BİZİM demokrasi
serüvenimiz, Batı’dan farklı olarak yukarıdan aşağı doğru olduğu gibi, düşünce
hayatımız ve eğitim sürecimizde de benzer seyirler mevcuttur. Akademi dünyasındaki
yapılanma, ABD’de ehliyet ve liyakat esasında gittiğinden, ekonomik açıdan
zenginleşerek teknolojik gücünü Doğu’ya, özellikle de İslâm ülkelerine
indirmiştir.
Bizde
ise kariyer yapmak, akademik basamak tırmanmak ve unvan tamamlama
parmaklıklarında kalmıştır. Kadrolaşma ise en başta gelmiştir. Müslümanlar
akademiye sokulmak istenmemiş, ancak Özal bu duvarı yıkmıştır. Son yıllarda 150
civarında yeni üniversite kurularak bu oluşum taçlandırılmıştır.
Bugün
Batı’da Ohio Devlet Üniversitesi, Argonne Ulusal Laboratuvarı, Berkeley ve Oxford
Üniversitesi, Moskova Devlet Üniversitesi ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü
(MIT) gibi çok sayıda üniversitenin bir vizyon ve öncelikli alanları vardır.
Bizde
ise belli yapılanmaların etkisinde, öncelikli alanlarda ya “kopyala-yapıştır”
şeklinde ya da Batı’yı taklit etmekten öteye geçemeyen bir durum söz konusu. Ayrıca
sosyal bilimlerin aksine, Batı’ya çalışan en önemli alanların başında fen
gelir.
Bizdeki
akademi oluşumu belli prangalardan çıkamamış ve çağın gereklerine cevap
vermekten mahrum kalmıştır. Hatırı sayılır ve azınlıkta kalan akademisyenleri
saygıyla selâmlıyor, kutluyor ve gönülden tebrik ediyorum.
Maddî
sahada kazanılan savaş, fikir, akademi ve eğitim sahasında şiddetle devam
ediyor. Özellikle bizde dâhilî ve hâricî bedhahların tek savaştıkları hedef
kitle vardır: Müslümanlar ve İslâm.
Oysa
akademi dünyası, çağın, ülkenin ve toplumun gereklerine çâre olma yeri
olmalıdır. 28 Şubatçıların ifâde ettikleri “özel şartlar”ın Müslümanlar ve
İslâm ile savaşmak olarak nereden türediğini söylersiniz?
Çağın
gereklerinden biri de hiç şüphesiz “fikrî iktidar” olma yolunda akademik
çalışmaların toplumun kullanımına sunulmasıdır. Bu uğurda kaç adet doktora
çalışması ve kaç adet kitap gösterilir? Yapılan doktora çalışmalarının büyük
kısmı Batı’nın bir taklidi olmaktan öteye geçememektedir. Biz Türk dünyasında
fikrî açıdan bir veri ortaya koyabildik mi?
Dememiz
o ki, akademi dünyası, devletin ve toplumun aklı olmalıdır. Zira doktora
tezlerine uzun süre emek harcayan akademisyenler, taştan su çıkarmaktadırlar.
Ancak ederinin olduğunu ne yazık ki söyleyemem.
Fikrî
açıdan büyük bir savaş ile karşı karşıyayız. Buna örnek verip açıklamak
isâbetli olacaktır: Hazreti Mevlânâ, Pîr-i Türkistan Hâce Ahmed-i Yesevî,
Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Yûnus Emre gibi yüzlerce değer, Batı tarafından,
üzerinde en çok doktora çalışması yapılan şahsiyetlerdir. Bu değerlerin
eserleri üzerinde yapılan çalışmaların çok büyük kısmı art niyetlidir. Nerede
bir açık veya girilebilir bir delik buluyorlarsa oradan sızıyorlar. Metinleri
değiştirip dönüştürüyorlar. Sonra da mârifetle Müslümanlara ve İslâm ülkelerine
pazarlıyorlar. Çünkü eğitimde Batı’nın fikir sahasının olduğu yerde yerli,
millî ve toplumun değer yargılarını taşıyacak olan fikirler bizde bile talep
görmemektedir. Son yıllarda ateist ve deistlerin çoğalmasında bu durumun
şiddetli etkisi vardır.
Batı
doktora çalışmalarının taklidinden öteye geçemeyen akademik dünya, toplumun
sorunlarına cevap veremiyor. Yazılanların farkındalık oluşturması için,
yukarıda da ifâde edildiği üzere, “fikrî iktidar” noktasında kaç adet doktora
çalışması yapıldığı irdelenebilir.
“Tasavvuf”
ifâdesinin mistisizm ile değiştirilmesi nasıl bir plân çerçevesince yapılmışsa,
“gelenek” kelimesinin sadece alışkanlık, kural ve töre gibi zâhir mânâya
hapsedilmesinin tek hedefi de ateist ve deistlerin çoğalmasına zemin
oluşturmaktı. Büyük oranda da başarılı oldular. Çünkü para, mâkâm, arsa ve
şöhretten öteye geçemeyen her fikir, bitmeye mahkûmdur!
Deneme-yanılmaya
mahkûm olan bilim, ilmin ayak tozu kadardır. Allah’ın (cc) en yetkin şekliyle
bilinmesi ilim, bilenin de âlim olduğu bir düzlemden sadece “bilim”
çerçevesinde kalmak, Batı’nın tuzağına düşmektir. Yûnus Emre, “ilim” kelimesini
en güzel bir şekilde gönüllere nakşetmiştir.
“İlim, ilim
bilmektir.
İlim, kendin
bilmektir.
Sen kendin
bilmezsin,
Ya nice okumaktır?”
İnsanın
kendisini bilmesi, aslında her şeyi bilmesi anlamındadır. Zira kendini bilen, evreni
ve her şeyle birlikte Allah’ı (cc) da bilir. Dolayısıyla Yûnus Emre’nin bu ifâdelerine
böyle bakmak, isâbetli yollardan birisidir. Zira yukarıda, yaygın olarak
bilinen bu dörtlüğün devamı da aşağıdaki şekilde açıklanmıştır. Ancak aşağıdaki
şekil, pek göz önünde değildir:
“Dört kitabın
mânâsı
Bellidir bir
elifte.
Sen elifi
bilmezsin,
Bu nice okumaktır?
Yiğirmi dokuz hece,
Okursun uçtan uca,
Sen ‘Elif’ dersin,
hoca,
Mânâsı ne demektir?”
Yûnus
Emre’nin bu son iki dörtlüğünde mihenk taşının “elif” olması mânidardır. Diğer
bir ifâdeyle, kasıtlı ve tam doğru olan bir kavram kullanılmıştır. İnsan,
nefsinde takılı olan ego/ene/benlik (para, mâkâm, şan, şöhret) perdesini
yırttığında elif olan Hakk ile karşılaşır. Benzer bir durum, Muhyiddin
İbnü’l-Arabî ve Pîr-i Türkistan Hâce Ahmed-i Yesevî tarafından da ifâde
edilmektedir.
Bugünkü
dünyada bu değerlerin farklı olduğu noktasında ağza alınmayacak lâfların
edilmesi, Batı’nın Müslüman ve İslâm ülkeleriyle fikir savaşında ne derece
ilerlediğinin açık bir göstergesidir.
Batı
felsefesi akademide okunsun, ancak hiç gerek bile yok. Zira felsefe, bir
öncekini çürütme ve dışlama üzerine kurulmuştur. Gelenek ve tasavvuf ise
birbirini desteklemek ve güçlendirmek üzerinedir. Akademinin bu yolda da
fen-sosyal çerçevesine göre doktora çalışmaları yapması elzemdir. Yukarıda
ifâde edilen Yûnus Emre’nin son iki dörtlüğünde, gerek fennî, gerekse sosyal
anlamda çerçeve çizilmiş ve üzerinde günümüz toplumunun derdine derman olacak
cevapların doktora çalışmalarıyla açılması gerektiği amaçlanmıştır. Bu uğurda
çalışma yapılmadıkça, her geçen gün fikir savaşında Batı’nın kazancı olmaya
devam edecektir.