EKİM, 2019…
Sıkıntılı bir yağmur... Terlemişti. Yağmurun serinliği bile
hararetini dindirecek kadar değildi. Bu gece başından geçenleri düşündükçe
harareti artıyor, bu hararet adımlarını daha hızlı atmasına neden oluyordu.
Nereden çıkmıştı şimdi tüm bunlar? Tam da her şey yoluna girerken...
Sanki yavaşlasa düşünceler daha da güçlü bir şekilde zihnini
kuşatacaktı ve bu, en son isteyeceği şeydi. Daha da hızlandı; o da, yağmur
da... Her zaman böyle endişeli bir ruha sahip değildi fakat bu geceden sonra
baktığı her yerde o beş dakikalık olay, dehşetli bir animasyon formatında
gözlerini yakıyordu. Tüm endişeler, göğsünün ortasında büyük bir taş kütlesinin
ağırlığını hissettirdi. Kendini yavaşlatmak istercesine elleriyle ceplerini
yokladı. Cebindeki birkaç bozukluğun verdiği serinlik iyi hissettirdi.
***
Gece 03.00, zifiri bir karanlık…
Islanmış asfalta hızlı adımlarını vurduğu anda çıkan ses öyle huzurlu
bir zamana benziyordu ki içinde bulunduğu bu keşmekeş sahte geldi bir an. Ama
kendine gelip de bu huzura ait olmadığını anlaması çok sürmedi. Beklenen, ara
zamanlarda yakalanan bu tatlı huzur kıpırtıları, artık onun için uzaklardan
kulağına çalınan bir mırıldanmadan başkası değildi.
Annesi hayattayken ona hep, “Her şey geçer. İnsan bugün yanar,
yarın söner. Önemli olan, yanarken sabretmek, sönünce şükretmek” derdi.
“Bu
defa da öyle olacak mı?” diye geçirdi içinden. Buna inanmaya o kadar
güçlü bir arzu duyuyordu ki “Annemin bu
sözü yalnızca bugün için söylenmiş olmalı” diye avuttu kendini. Bunu
düşünürken çok net hayâl etmişti her şeyi, annesinin sesini işittiğini sandı
bir an...
İnsan
annesini kaybedip de nasıl yaşar, nasıl tekrar güler? Ne saçma! Bu
düşünce ölçüsüz bir şekilde aklından gelip geçti. Aynı anda, üç yıl önce
kaybettiği annesinin özlemiyle doldu bütün damarları. Özlem nasıl da fiziksel
bir acıya dönüvermişti bir anda. Damarlarında patlayacakmış hissi veren bu
basınç, yaşadığı korkunç geceden değil, bir çocuğun annesine duyduğu
hasrettendi. Bu çok fazlaydı işte! Şimdi ne yeri, ne de zamanıydı. 42 yıllık
ömründe bu kadar duygu ve endişeyi tek bir geceye sığdırdığını hatırlamıyordu.
Aslında o her ne kadar bunca zaman böyle bir denklemin içine düşmemiş olsa da,
endişe ve kaygıların insana uğrayış biçimi hep böyle olurdu. Anî ve tekinsiz…
Pek çok insanın istemsiz deneyimlerinden biriydi bu. Bir korku,
bir hüzün; bekletilmiş, üstü kapatılmış ne varsa gün yüzüne çıkarıverirdi.
Sanki güçlü bir duygudan destek alır gibi hepsi saldırıya geçerdi. Annesinin
özlemi de bu şekilde, en olmadık zamanda, aklını ve kalbini kuşatıvermişti.
Aynı anda midesinde de güçlü bir yanma hissetti. Islak yolda karşısına çıkan
ilk taşa yaptığı o hızlı ayak vuruşu, gecenin nasıl geçeceğinin de
habercisiydi...
Bu
yokuş bu kadar yokuş muydu?
Neredeyse son sekiz yıldır her sabah ve her akşam işe gidip
gelirken bu yokuşla dost olmuşlardı. Yokuşa bakan binaların seyrek ve aralıklı
oluşu ne hoştu. Herhâlde iki bina arasında beş altı bina daha sığacak kadar
açıklık vardı. Yolun sağını ve solunu süsleyen binaların da yarısı boş, diğer
yarısı da -en yükseği dört kartlı olacak şekilde- eskilikten yorgun ve yaşlı
adamlara benziyordu. Bugün bu yokuşun bu kadar dik oluşu, hiçbir şeyin insanı
aynı duyguda sabit tutmadığının ve hiçbir şeyin farklı duygu geçişlerinde aynı
görünmediğinin de kanıtıydı âdeta. Bir şeyler aynı kalıyordu hayatta. Ama
hiçbir zaman aynı etkiyi vermiyorlardı. Bu tamamen, anın alıp
götürebilecekleriyle ilgili. Bu gecenin de ondan alıp götürebilecekleri, ilk
adımlarını atmaya çalışırken tökezleyen ve annesinin sıcak koynuna sığınan
kuzuyu bile dehşete düşürecek bir ağırlık taşıyordu.
***
Durdu.
Durabilmiş olmak, hem de bunca telaş yüküyle, böyle bir anda
duraksamak, kaybettiği olumlu düşünceleri anlık da olsa yeniden keşfetmesini
sağladı. Daha sabaha çok vardı. Bu kadar hızlı yürümesine bir sebep bulamadı. Hem her şey olacağına varır. Bunu biraz
daha sesli düşündü. Sanki cümlenin verdiği dinginliği, bütün iç cümlelerinden
daha fazla hissetmek istedi. Durabilirdi biraz... Ne de olsa yokuşun başından
beri aklını didik didik eden korkuların geçip gitmesi olanaklı görünmüyordu.
Şimdi rastladığı bu yıkık duvara ancak dizlerini bükerek oturabildi. Arkasında
kalan geniş ve ürkütücü açıklık daha da geride bir ormana bağlanıyordu. Bu
ağaçsız ara yerin daha önce dört taraftan duvarla çevrelenmiş olduğu belliydi. İzler
vardı. Belki de zamanında bir ev vardı burada. Ne anılar, ne acılar yaşanmıştı
da hiçbiri var olmamış gibi anılar da, acılar da, onların şahidi ev de yok olup
gitmişti.
Fakat şimdi dört yanında, toplasan birer metrelik duvar
kalıntılarından başka bir şey kalmamıştı. Demek her şey böyle geçip gidiyordu.
Bir kaçış cümlesi daha bulmanın ılıman iklimindeyken daha kararlı bir bakış
attı etrafına. Soğuk ve ıslak tuğla duvarın üzerindeyken yokuş daha da uzadı
gözlerinde. Yukarı çıktıkça orman aşağıda kalacaktı. Kalbi böyle hızlı
çarparken ormanı geride bırakma fikri bile güven duygusunu yerle bir ediyor,
kaynağı birbirinden bağımsız kaygıları şahlanışa geçiriyordu. Hâlbuki gecenin
bu kara örgüsü ne yokuştandı, ne ormandan. Ama bir şekilde kaçması gerekiyordu
ürküten duyguların sebebi olmaktan. O da geceye bağladı her şeyi; karanlığa,
yağmura, ormana, yıkık dökük binalara bağladı tüm korkuların sebebini.
Yoksa bu gece, öfkenin ve kibrin eşlik ettiği vahameti kendinden
bilecek kadar dürüst olmaya henüz hazır değildi.
Küçükken her gün bir yerlere saklanır, annesi onu bulana kadar
sessizce beklerdi. Çok hareketli olmamıştı hiçbir zaman. Ruhu da öyleydi. Ya da
öyle görünürdü... Ama daha küçücükken bile sessiz öfkesinin tohumlarını
ekiyordu zihnin tarlalarına. O tohumları “Ben haklıyım” sanrısının acı suyuyla
besliyor, daha büyük öfke tomurcuklarından kin dolu dallanmalar peyda oluyordu.
Bunca yıllık ömür macerasında bu kin meyveli ağaçları emekle büyütmüştü
zihninde. Onlar dallanmış, budaklanmış zihninden kalbe, dile ve gözlerdeki
anlama kadar her bir zerresine yayılmıştı. Düşünceleri ve hassasiyetleri öyle
derin değildi. Ama iyi bir insan olduğu hissini hemen aktarırdı muhatabına...
“İyi bir insan”… Kötülük yapmadığı sürece herkes iyiydi ya(!)…
Potansiyeller, hesaplanamaz ve itham edilemez bir savurganlıkta,
vahşeti elle tutulur bir hacme kavuşturana dek kimseyi “kötü” sıfatına muhatap
edemezdi ne de olsa. Gözlerdeki öfke ve sevgisizlik de başka başka anlamlarla
karşıya geçer, duygu eylemle ispat edilene dek gizemini korurdu. Herkesin en
kötü tarafı böyle, yıllara yayılan bir tanımsızlıkta saklambaç oynardı. O
yüzdendi herkesin ilk bakışta iyi insan zannını verebilmesi. O yüzdendi en
haydut gönüllerin, en kara zihinlerin sonra sonra eylemsel bir gerçeklikte
şaşkınlığı doğurması. O yüzdendi herkesin herkesi kalbinde yanlış yerlere
koyması. Sonra oradan alıp da başka yere kaldırmanın sancısı da o
yüzdendi.
Nasıl olurdu da insanın hücrelerine kadar sarıp sarmalamış
kötülükler böyle mahrem kalabilirlerdi? Bir leş kokusu bile sızmadan dışarıya…
Birkaç ütülü kıyafet, el yapımı bir tebessüm ve dilin kelimelerden süslü taç
kapılar yapabilme kabiliyetiyle, bütün sevgisizlikler bahar serabında aldatırdı
gözleri. Belki de herkes bazen iyi, bazen kötüydü. Herkes hem doğru, hem
yanlıştı. Herkes şeytanî ihtimâlleri çantasının gizli gözünde saklayıp
yaşıyordu zamanı. Bir an geliyor ve kahreden ihtimâller o gözden çıkartılıp
eyleme dâhil ediliyordu. Fakat bu ihtimâller insanı bir an için değil, her an
için “kötü ve yanlış” yapmaz mıydı? Öyle ya, nefret ihtimâlinin yedekte
bekletildiği bir sevgi nümayişinde, sevginin sarsılmaz hükûmetinden söz
edilebilir miydi?
Artık olan olmuştu. Hep mi kötüydü, yoksa yalnızca bu gece mi
nefretin ve vahşetin göze görünür sahnesinde rol almıştı? Çok da mühim değildi.
Ona göre…
İyi ve doğru olmak gayretiyle büyük çatışmalara girmemişti şimdiye
kadar. O, haklı ve güçlü olabilme krallığının taht kavgasında harcamıştı
ömrünü. Ama bunu ispat yolunda egosal birkaç kavga dışında ölümcül bir eyleme
geçmemiş olması, onu hem kendi fikrinde, hem de tüm çevresince iyi insan
statüsünde tutmaya yetmişti.
Ta ki bu geceye dek…
***
Bu gece, öfkeden tarlalarda beslediği kin meyveli ağaçların hasat
zamanıydı. Yıllar yılı pervasız adımlarına ev sahipliği yapmış bu yokuşun tozu
toprağı bile şimdi paçalarından çekiştiriyor, onu alaşağı etmek için varlığını
aşan bir mücadele veriyordu.
Yıkıldı yıkılacak, düştü düşecek bir hâlde oturduğu yıkık duvardan
kalktı, yıkılmamak arzusunda son bir diyafram nefesi aldı, yürümeye devam etti.
Gecenin dehşetli gerçekliği sabah aydınlığında gün yüzüne çıkana dek
yürüyecekti. Keşke yapmasaydı. Ah bu keşkeler! Her girdiği cümleyi kifayetsiz
bir mutluluk çabasına düşürür de yükleminde yine bütün olumsuzlukları beyan
ederlerdi. Ama şimdinin keşkesinin bu kadarına bile ehliyeti yoktu. Her duruma,
her ihtimâle bir “Keşke!” yakışırdı da bu gecenin dehşetine reva tek bir kelime
vardı: “Eyvah!”
(Devam edecek…)