Akabe (S10)

Dünyalık bir temayülün kalbine ilişmesine bile müsaade etmeden, olana ve olacaklara teslimiyetin kuş tüyü tabiatında kıldı akşam namazını. Feriha da ardındaydı. Bir fotoğraf olsaydı bu zamandan kalma sahne, en sıkı saflarla uzayıp giden ulu camilerin cemaatlerine taş çıkarırdı. Öyle içten, öyle masum, öyle mahzun…

YARADAN insana ne cömertti. Ellerini, ayaklarını, tüm bedenini ve ömrü süsleyen derince nefesleri Kerîmce verir, ibadetle şükrün ve kulluğun tasdikini isterdi.

İnsan aşktı, sevgiydi, âlem içinde âlemdi de, en çok da kuldu. Ayaklar insanı taşıdığı müddetçe, atılan adımların da hesabı vardı. Bir adım dünya içinse, bir adım ahiret için olmalıydı. Bir sevgi kuldan kula, bir sevgi kuldan O’na… Bir kelâm kâinata, bir kelâm Yaradan’a… Sadece dünya içinde, dünya kaygısında yaşayanlar iyiyle doğrunun, güzelle çirkinin, haramla helâlin hududunu unuturlardı.

İnsan ünsiyetti. İbadetsiz bir ömre de alışırdı; sevgisiz, hadsiz ve helâlsiz karanlıkları da benimserdi. Ama gün gelir fıtrat, ya insanı ilâhî varoluşun ruhuna davet eder ya da derin kederlerde nedameti iliklerine kadar işlerdi.

Nadim bu daveti almış, nedameti de tatmıştı. Yıllara yayılan bencilliğin, vurdumduymazlığın, ardına bakmaksızın atılan fütursuz adımların ve secdesizliğin vardığı nokta şimdi nedametin şahikasıydı. Kibirle bastığı zemini titreten ayak izleri, silik bir kumsal yazısı gibiydi şimdi. Okyanusların destursuz dalgalarında bütün yazdıkları silinmiş, yeniden kelimelerle tanışmanın ağırlığı Nadim’in yüz ifadesinden hissiz bacaklarına kadar sirayet etmişti. Hüsrandı zaman. Kayıptı. Yalan yanlış adımlarla ezdiği toprak, artık Nadim’in ayak izlerine konuksever değildi. Kim bilir daha kimler unutacaktı varlığını?

O yokuş…

O yokuş kadar Nadim’in içini dışını bilen var mıydı? Yılların yükünü o gece o yokuşa bırakmıştı Nadim. Bir zamanlar başı dik, selâmsız dillerin pervasızlığında yürüyüp giderdi bu yokuştan. Bir iner, bir çıkardı da ne soğuk duvar dipleriyle sohbet ederdi, ne gök kubbeye başını dikip de Yaradan’a kulluğun ve acziyetin cennet hurmalarından yerdi. Sadece yürür giderdi. Bazı sarhoş, bazı rindane… Ama çokça kibirle… Durup da bir ağaç dalına hatır sormuşluğu yoktu. Yıkık bahçe duvarlarını hiçbir zaman kendine yakın bulmamıştı. O, bedeni üşütmeyen, yormayan sıcak zeminlerin dik başlı mihmanıydı. Ya elimine edilmiş zamanlarda benliğini tahtırevanlara oturtur, ya kendini dinlemeye meyleden varlığını kadehlerde uyuştururdu. Biri kibirdendi, biri korkudan. Onu pişmanlığa, acziyete, tövbeye ve fıtrata çağıran fısıltıları hep böyle sustururdu. O gecenin vaatleri arasında fıtrata çağıran fısıltılar çığlıklara dönüşmüş; Nadim’i, zarurî düşünce blokları arasında kaçışsız pişmanlıklara düşürmüştü.

“Nereden nereye?”

Ayların kamçısıydı bu acı fısıltı. Evdeydi; Meltem’i, Feriha’sı onunlaydı. Merhamet ve şefkattendi evin bütün odaları. Vefa ve cefa kokuyordu halılar. Bütün koltuklarda buyurgan sevginin yıllanmış izi vardı. Nadim’in sandalyesinin tekerlekleri önünde bir seccade, güne kızılca bir masumiyet veren akşamın ilk nidası, “Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!”

Nadim’in ayakları, yürümek eylemini mihaniki bir gayretsizlikle yaparken bir zamanlar meyhane sokaklarını ezber ediyordu; şimdi hissiz ve aciz bir oturuşta namaza durdu. Selâmı verene dek Rabbiyleydi. Dünyalık bir temayülün kalbine ilişmesine bile müsaade etmeden, olana ve olacaklara teslimiyetin kuş tüyü tabiatında kıldı akşam namazını. Feriha da ardındaydı. Bir fotoğraf olsaydı bu zamandan kalma sahne, en sıkı saflarla uzayıp giden ulu camilerin cemaatlerine taş çıkarırdı. Öyle içten, öyle masum, öyle mahzun…

Akşam namazının bitiminde Feriha, Nadim’in ellerini avuçları içinde sardı. İşte Nadim’i bu şefkat öldürecekti…

Tebessümle baktı Feriha’sına… Ya Rabbi, ne güzeldi! Göz göze gelişin, el ele tutuşun ve bu sevgi sızıntısı zamanların şükrünü ömrünce eda edemezdi de, bunu fark edişinin öyküsü hazindi işte!

Feriha: “İyileşeceksin, biliyorsun! Az kaldı.”

Nadim: “İnşallah Feriha, inşallah. Ama inan, bu hâlimden şikâyetçi değilim. Bir bedel ödüyorum. Seni… Sizi… Hep üzdüm…”

Feriha: “Üzülme. Şimdi buradasın, bizimlesin. Beraber atlatacağız her şeyi.”

Meltem’in “Anne, sofrayı hazırlıyorum!” haykırışıyla Feriha’nın gözünde tutuklu bir yaşın şakağından süzülüşü bir oldu. Ne uzunca bir gözyaşıydı bu. Yaşadıklarına ve yaşayacaklarına… Birkaç ay önce kalbinin üzerinde tepinip durmaktan hayâ etmeyen kocası, kendini ölüm döşeklerine yatırmış, şimdi bir tekerlekli sandalyede nedametin ninnisi gibi ona sevgiyi anlatan bir tasvire benzemişti. Can gibiydi Nadim onda… Bu hâline ne kadar hayıflanıyor olsa da, bir yandan da mutluydu…

Dünya neydi ki?

Nadim’in nedameti, ahiretin müjdesiydi…

***

Okura not: “Akabe” adlı dizi romanın Haber Ajanda Net için yazılmış bölümleri burada nihayete eriyor. Kısmet olur da bir kitap hâline getirilirse, Nadim’in, Feriha’nın ve Meltem’in hayatından detaylı kesitlerle bütün ardıl sorular cevaplandırılacaktır.