
YARADAN insana ne cömertti. Ellerini, ayaklarını, tüm
bedenini ve ömrü süsleyen derince nefesleri Kerîmce verir, ibadetle şükrün ve
kulluğun tasdikini isterdi.
İnsan aşktı, sevgiydi, âlem içinde âlemdi de, en çok
da kuldu. Ayaklar insanı taşıdığı müddetçe, atılan adımların da hesabı vardı.
Bir adım dünya içinse, bir adım ahiret için olmalıydı. Bir sevgi kuldan kula, bir
sevgi kuldan O’na… Bir kelâm kâinata, bir kelâm Yaradan’a… Sadece dünya içinde,
dünya kaygısında yaşayanlar iyiyle doğrunun, güzelle çirkinin, haramla helâlin
hududunu unuturlardı.
İnsan ünsiyetti. İbadetsiz bir ömre de alışırdı;
sevgisiz, hadsiz ve helâlsiz karanlıkları da benimserdi. Ama gün gelir fıtrat,
ya insanı ilâhî varoluşun ruhuna davet eder ya da derin kederlerde nedameti
iliklerine kadar işlerdi.
Nadim bu daveti almış, nedameti de tatmıştı. Yıllara
yayılan bencilliğin, vurdumduymazlığın, ardına bakmaksızın atılan fütursuz
adımların ve secdesizliğin vardığı nokta şimdi nedametin şahikasıydı. Kibirle
bastığı zemini titreten ayak izleri, silik bir kumsal yazısı gibiydi şimdi.
Okyanusların destursuz dalgalarında bütün yazdıkları silinmiş, yeniden kelimelerle
tanışmanın ağırlığı Nadim’in yüz ifadesinden hissiz bacaklarına kadar sirayet
etmişti. Hüsrandı zaman. Kayıptı. Yalan yanlış adımlarla ezdiği toprak, artık
Nadim’in ayak izlerine konuksever değildi. Kim bilir daha kimler unutacaktı
varlığını?
O yokuş…
O yokuş kadar Nadim’in içini dışını bilen var mıydı?
Yılların yükünü o gece o yokuşa bırakmıştı Nadim. Bir zamanlar başı dik,
selâmsız dillerin pervasızlığında yürüyüp giderdi bu yokuştan. Bir iner, bir
çıkardı da ne soğuk duvar dipleriyle sohbet ederdi, ne gök kubbeye başını dikip
de Yaradan’a kulluğun ve acziyetin cennet hurmalarından yerdi. Sadece yürür
giderdi. Bazı sarhoş, bazı rindane… Ama çokça kibirle… Durup da bir ağaç dalına
hatır sormuşluğu yoktu. Yıkık bahçe duvarlarını hiçbir zaman kendine yakın
bulmamıştı. O, bedeni üşütmeyen, yormayan sıcak zeminlerin dik başlı
mihmanıydı. Ya elimine edilmiş zamanlarda benliğini tahtırevanlara oturtur, ya
kendini dinlemeye meyleden varlığını kadehlerde uyuştururdu. Biri kibirdendi,
biri korkudan. Onu pişmanlığa, acziyete, tövbeye ve fıtrata çağıran fısıltıları
hep böyle sustururdu. O gecenin vaatleri arasında fıtrata çağıran fısıltılar
çığlıklara dönüşmüş; Nadim’i, zarurî düşünce blokları arasında kaçışsız
pişmanlıklara düşürmüştü.
“Nereden nereye?”
Ayların kamçısıydı bu acı fısıltı. Evdeydi; Meltem’i,
Feriha’sı onunlaydı. Merhamet ve şefkattendi evin bütün odaları. Vefa ve cefa
kokuyordu halılar. Bütün koltuklarda buyurgan sevginin yıllanmış izi vardı.
Nadim’in sandalyesinin tekerlekleri önünde bir seccade, güne kızılca bir masumiyet
veren akşamın ilk nidası, “Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!”
Nadim’in ayakları, yürümek eylemini mihaniki bir
gayretsizlikle yaparken bir zamanlar meyhane sokaklarını ezber ediyordu; şimdi
hissiz ve aciz bir oturuşta namaza durdu. Selâmı verene dek Rabbiyleydi.
Dünyalık bir temayülün kalbine ilişmesine bile müsaade etmeden, olana ve
olacaklara teslimiyetin kuş tüyü tabiatında kıldı akşam namazını. Feriha da
ardındaydı. Bir fotoğraf olsaydı bu zamandan kalma sahne, en sıkı saflarla
uzayıp giden ulu camilerin cemaatlerine taş çıkarırdı. Öyle içten, öyle masum,
öyle mahzun…
Akşam namazının bitiminde Feriha, Nadim’in ellerini
avuçları içinde sardı. İşte Nadim’i bu şefkat öldürecekti…
Tebessümle baktı Feriha’sına… Ya Rabbi, ne güzeldi!
Göz göze gelişin, el ele tutuşun ve bu sevgi sızıntısı zamanların şükrünü
ömrünce eda edemezdi de, bunu fark edişinin öyküsü hazindi işte!
Feriha: “İyileşeceksin, biliyorsun! Az kaldı.”
Nadim: “İnşallah Feriha, inşallah. Ama inan, bu
hâlimden şikâyetçi değilim. Bir bedel ödüyorum. Seni… Sizi… Hep üzdüm…”
Feriha: “Üzülme. Şimdi buradasın, bizimlesin. Beraber
atlatacağız her şeyi.”
Meltem’in “Anne, sofrayı hazırlıyorum!” haykırışıyla
Feriha’nın gözünde tutuklu bir yaşın şakağından süzülüşü bir oldu. Ne uzunca
bir gözyaşıydı bu. Yaşadıklarına ve yaşayacaklarına… Birkaç ay önce kalbinin
üzerinde tepinip durmaktan hayâ etmeyen kocası, kendini ölüm döşeklerine
yatırmış, şimdi bir tekerlekli sandalyede nedametin ninnisi gibi ona sevgiyi
anlatan bir tasvire benzemişti. Can gibiydi Nadim onda… Bu hâline ne kadar
hayıflanıyor olsa da, bir yandan da mutluydu…
Dünya neydi ki?
Nadim’in nedameti, ahiretin müjdesiydi…
***
Okura not:
“Akabe” adlı dizi romanın Haber Ajanda Net için yazılmış bölümleri burada
nihayete eriyor. Kısmet olur da bir kitap hâline getirilirse, Nadim’in,
Feriha’nın ve Meltem’in hayatından detaylı kesitlerle bütün ardıl sorular
cevaplandırılacaktır.