Akabe (8)

Bir rüyalık uyuduğunu zanneden Nadim, üç aydır bu hâldeydi. Üç aydır her gün aynı rüyayı görüyor, her gün komada namaz kılıyor, secde ediyor, af diliyordu. Ama her gün aynı kargaşayı, beynini yakar gibi yeniden ve yeniden yaşıyordu. Yeniden o gecenin yokuşunda ağlıyor, bir kez daha kaza geçiriyor ve huzurdan sabaha eriyordu.

NADİM huzur sofrasında bütün olanları anlamaya çalışırken sesler birbirine karışıyordu. Bu sabah bu masada, kızı ve eşiyle birlikte yılların özlemini dindiriyor fakat gecenin vahametiyle sabahın ritmini bir türlü sağlayamıyordu.

Kendini affettirmeye başlayacağı günler gelmiş miydi yoksa? Gece boyunca yolların, asfaltın, duvar diplerinin şahit olduğu vaatler için bir zaman mı yaratılmıştı? Nadim artık ailesine hor davranmayacak, içmeyecek, eve geç gelmeyecek ve Rabbine kul olmak için gayret edecekti. Bütün gece en çok da böyle bir zamanı düşlemişti. Bunun için ömründe ilk defa secdeye kapanmış, Rabbine ilk kez kalbiyle yakarmıştı.

Şimdi, her şey bu kadar yerli yerindeyken, kızından ve eşinden af dilemek istedi. Dili varmadı. Yıllanmış kibrin af dileyecek dilleri kilit altına aldığı bir dürtü değildi bu. Evet…

Nadim pek çok kez af dilemesi gereken olmuştu ama bunu kendi içinde bile böyle açıkça fısıldamamıştı. Şimdi bütün gücüyle içinden “Affedin beni!” diye haykırıyor ama dış âlemde en ufak bir tını duyulmuyordu. Nadim’i durduran ne kibriydi, ne benliği. Anlam veremediği bu cennetten devşirme sabah sofrasında, af dileyeceği hiçbir şey olmamış gibi bakan Feriha’nın parlayan gözleri susturuyordu Nadim’i.

Düşündü ve karar verdi. “Özür”den değil, “tövbe”den başlamalıydı yeni hayatına.

Sofradan kalktı. Banyoya gitti. Namaz abdesti aldı. İlk defa namaz kılacak birine göre ne kadar da kolay hatırlamıştı her şeyi. Abdesti nasıl alacağını, abdest alırken nasıl niyet edeceğini ve şehadet getirmesi gerektiğini nereden biliyordu? Kendisi de şaşırdı. Çocukluğundan kalma bilgiler bunca yıl sonra mihaniki bir şekilde vücudunda, dilinde ve aklında nasıl da tekrar ediyordu? En son ayaklarını da yıkadıktan sonra doğruldu; Feriha’yı, banyonun kapısında havluyla kendisini beklerken gördü. İşte bu, abdesti bu kadar kolay alabilmesinden de tuhaftı. Sanki evde beş vakit namazını kılan biriydi Nadim, eşi de her zamanki gibi kapıda havluyla bekliyordu. Sanki bütün bu ilkler, yıllardır tekrar eden bir doğallıkta yaşanıyordu. Nadim her şeyin böyle yerli yerinde olduğu sabahı ne kalbine, ne aklına sığdırabildi.

Yatak odasına giderken kıbleyi bilip bilmediğini yokladı. Kaygılı düşünceleri arasında kıblenin yönünü de bildiğini fısıldayan kırıntılar buldu. Ama buna gerek de yoktu. Odaya girdi, pencereden sızan gün ışığına doğru serilmiş bir seccade kendisini bekliyordu. Secdede baş eskitmiş âşıklar gibi iki rekât namaz kıldı. Seccadede dizleri üzerinde oturdu kaldı. Ellerini Rabbine açtı. Tek bir cümle bütün duayı kuşatmıştı: “Beni Affet Allah’ım!”

Rabbinden af dilemek ne hoş bir tattı insanın dilinde. Ne doygunluk verici bir besindi. En büyük mutsuzlukları, en katmerli sancıları unufak ediyordu her seferinde. İnsan Rabbine “Beni affet!” diyordu, aynı anda bütün damarları gevşiyor, kalbe en tazesinden sıcak kanlar hücum ediyor, zihnin bulanık suları berrak akarsuların serinliğine evriliyordu.

Secdeye baş koyup da Rabbinden af dilemek için 42 yıl beklemiş olan Nadim, bunca yılın hasretiyle ağlıyordu. Bütün pişmanlıklar ve boşa harcanan zamanlar şimdi Nadim’in gözlerinden yaş olmuş akıyordu. Göz kapakları yaşları durdurmak istercesine sıkıca kapanmış, elleri Rabbine yetişmek istercesine açılmış, seccadenin cennet kokusunda Rabbine yakarıyordu. Bir sesle tamam oldu sahne:

Meltem: “Allah kabul etsin baba!”

***

Nadim gözlerini açtı. Seccade yoktu. Huzurdan sabahın cömert gün ışıkları da… Ekmek kızartması kokusu da dağılıp gitti. Ya Feriha neredeydi? Az önce elinde havluyla, banyo kapısında en sevgi yüklü cümleleri haykırıyordu gözleri. Şimdi neredeydi? Her şey bir yana, hani evdeydi? Burası hiç de evi gibi kokmuyordu. Gözleri tanıdık bir duvar aradı, bulamadı. Ama yanı başında yaşlı gözlerle oturan Meltem’i görünce bütün boşluklar tamamlandı.

Huzurdan sabah da, Feriha’nın canlı kanlı karşısında duruşu da, Meltem’in hiçbir şey olmamış gibi sofrada oturuşu ve daha da kötüsü Nadim’in abdest alışı, namaz kılışı ve tövbe edişi de rüyaydı.

Feriha’dan ve Meltem’den af dilemek için o korkunç gecenin sabahında yolları arşınlarken kaza geçiren Nadim, Feriha’nın yattığı hastaneye getirilmişti ve tam üç aydır komadaydı.

Nadim, komada olduğu süre boyunca çok değişmişti. Feriha iyileşmiş, ayaklanmıştı. Meltem ve Feriha Nadim’i asla yalnız bırakmamış, hastaneyi kendilerine yuva edinmişlerdi. Meltem okula gidiyor, ödevlerini babasının yanı başında yapıyordu. Feriha hem evle ilgileniyor, hem dikiş dikip satış yapıyor, hem de her gün hastaneye geliyordu. Meltem ve Feriha Nadim’i çoktan affetmişti. İnsanın en suçlu hâli en aciz hâliyle yer değiştiriyor, kalplerde öfkenin yerini merhamet alıyordu. Hele Feriha gibi affedici bir tabiat için Nadim’in bu hâli bütün öfkeleri, kızgınlıkları dindirmeye yeterdi.

Meltem daha öfkeliydi. Babasını affetmişti affetmesine ama aylardır burada öylece yatıyor oluşuna kızgındı. Her gün başında gözyaşı döküyor, babasının uyanıp da her şeyi düzeltmesi için dua ediyor, bunun gerçekleşmediği her gün suçu babasında bulup ona kızıyordu. Nihayetinde, bu sancılı ayların müsebbibi Nadim’di.

Bir rüyalık uyuduğunu zanneden Nadim, üç aydır bu hâldeydi. Üç aydır her gün aynı rüyayı görüyor, her gün komada namaz kılıyor, secde ediyor, af diliyordu. Ama her gün aynı kargaşayı, beynini yakar gibi yeniden ve yeniden yaşıyordu. Yeniden o gecenin yokuşunda ağlıyor, bir kez daha kaza geçiriyor ve huzurdan sabaha eriyordu. Ama ilk kez gerçekliğe açtı gözlerini. Hem de Meltem’in titreyen sesiyle: “Allah kabul etsin baba!”