NADİM huzur sofrasında bütün olanları anlamaya çalışırken
sesler birbirine karışıyordu. Bu sabah bu masada, kızı ve eşiyle birlikte
yılların özlemini dindiriyor fakat gecenin vahametiyle sabahın ritmini bir
türlü sağlayamıyordu.
Kendini affettirmeye başlayacağı günler gelmiş miydi
yoksa? Gece boyunca yolların, asfaltın, duvar diplerinin şahit olduğu vaatler için
bir zaman mı yaratılmıştı? Nadim artık ailesine hor davranmayacak, içmeyecek,
eve geç gelmeyecek ve Rabbine kul olmak için gayret edecekti. Bütün gece en çok
da böyle bir zamanı düşlemişti. Bunun için ömründe ilk defa secdeye kapanmış,
Rabbine ilk kez kalbiyle yakarmıştı.
Şimdi, her şey bu kadar yerli yerindeyken, kızından ve
eşinden af dilemek istedi. Dili varmadı. Yıllanmış kibrin af dileyecek dilleri
kilit altına aldığı bir dürtü değildi bu. Evet…
Nadim pek çok kez af dilemesi gereken olmuştu ama bunu
kendi içinde bile böyle açıkça fısıldamamıştı. Şimdi bütün gücüyle içinden
“Affedin beni!” diye haykırıyor ama dış âlemde en ufak bir tını duyulmuyordu.
Nadim’i durduran ne kibriydi, ne benliği. Anlam veremediği bu cennetten
devşirme sabah sofrasında, af dileyeceği hiçbir şey olmamış gibi bakan
Feriha’nın parlayan gözleri susturuyordu Nadim’i.
Düşündü ve karar verdi. “Özür”den değil, “tövbe”den
başlamalıydı yeni hayatına.
Sofradan kalktı. Banyoya gitti. Namaz abdesti aldı.
İlk defa namaz kılacak birine göre ne kadar da kolay hatırlamıştı her şeyi.
Abdesti nasıl alacağını, abdest alırken nasıl niyet edeceğini ve şehadet
getirmesi gerektiğini nereden biliyordu? Kendisi de şaşırdı. Çocukluğundan kalma
bilgiler bunca yıl sonra mihaniki bir şekilde vücudunda, dilinde ve aklında
nasıl da tekrar ediyordu? En son ayaklarını da yıkadıktan sonra doğruldu;
Feriha’yı, banyonun kapısında havluyla kendisini beklerken gördü. İşte bu,
abdesti bu kadar kolay alabilmesinden de tuhaftı. Sanki evde beş vakit namazını
kılan biriydi Nadim, eşi de her zamanki gibi kapıda havluyla bekliyordu. Sanki
bütün bu ilkler, yıllardır tekrar eden bir doğallıkta yaşanıyordu. Nadim her
şeyin böyle yerli yerinde olduğu sabahı ne kalbine, ne aklına sığdırabildi.
Yatak odasına giderken kıbleyi bilip bilmediğini
yokladı. Kaygılı düşünceleri arasında kıblenin yönünü de bildiğini fısıldayan
kırıntılar buldu. Ama buna gerek de yoktu. Odaya girdi, pencereden sızan gün
ışığına doğru serilmiş bir seccade kendisini bekliyordu. Secdede baş eskitmiş
âşıklar gibi iki rekât namaz kıldı. Seccadede dizleri üzerinde oturdu kaldı.
Ellerini Rabbine açtı. Tek bir cümle bütün duayı kuşatmıştı: “Beni Affet
Allah’ım!”
Rabbinden af dilemek ne hoş bir tattı insanın dilinde.
Ne doygunluk verici bir besindi. En büyük mutsuzlukları, en katmerli sancıları
unufak ediyordu her seferinde. İnsan Rabbine “Beni affet!” diyordu, aynı anda
bütün damarları gevşiyor, kalbe en tazesinden sıcak kanlar hücum ediyor, zihnin
bulanık suları berrak akarsuların serinliğine evriliyordu.
Secdeye baş koyup da Rabbinden af dilemek için 42 yıl
beklemiş olan Nadim, bunca yılın hasretiyle ağlıyordu. Bütün pişmanlıklar ve
boşa harcanan zamanlar şimdi Nadim’in gözlerinden yaş olmuş akıyordu. Göz
kapakları yaşları durdurmak istercesine sıkıca kapanmış, elleri Rabbine yetişmek
istercesine açılmış, seccadenin cennet kokusunda Rabbine yakarıyordu. Bir sesle
tamam oldu sahne:
Meltem: “Allah kabul etsin baba!”
***
Nadim gözlerini açtı. Seccade yoktu. Huzurdan sabahın
cömert gün ışıkları da… Ekmek kızartması kokusu da dağılıp gitti. Ya Feriha
neredeydi? Az önce elinde havluyla, banyo kapısında en sevgi yüklü cümleleri
haykırıyordu gözleri. Şimdi neredeydi? Her şey bir yana, hani evdeydi? Burası
hiç de evi gibi kokmuyordu. Gözleri tanıdık bir duvar aradı, bulamadı. Ama yanı
başında yaşlı gözlerle oturan Meltem’i görünce bütün boşluklar tamamlandı.
Huzurdan sabah da, Feriha’nın canlı kanlı karşısında
duruşu da, Meltem’in hiçbir şey olmamış gibi sofrada oturuşu ve daha da kötüsü
Nadim’in abdest alışı, namaz kılışı ve tövbe edişi de rüyaydı.
Feriha’dan ve Meltem’den af dilemek için o korkunç
gecenin sabahında yolları arşınlarken kaza geçiren Nadim, Feriha’nın yattığı
hastaneye getirilmişti ve tam üç aydır komadaydı.
Nadim, komada olduğu süre boyunca çok değişmişti.
Feriha iyileşmiş, ayaklanmıştı. Meltem ve Feriha Nadim’i asla yalnız
bırakmamış, hastaneyi kendilerine yuva edinmişlerdi. Meltem okula gidiyor,
ödevlerini babasının yanı başında yapıyordu. Feriha hem evle ilgileniyor, hem
dikiş dikip satış yapıyor, hem de her gün hastaneye geliyordu. Meltem ve Feriha
Nadim’i çoktan affetmişti. İnsanın en suçlu hâli en aciz hâliyle yer
değiştiriyor, kalplerde öfkenin yerini merhamet alıyordu. Hele Feriha gibi affedici
bir tabiat için Nadim’in bu hâli bütün öfkeleri, kızgınlıkları dindirmeye
yeterdi.
Meltem daha öfkeliydi. Babasını affetmişti affetmesine
ama aylardır burada öylece yatıyor oluşuna kızgındı. Her gün başında gözyaşı
döküyor, babasının uyanıp da her şeyi düzeltmesi için dua ediyor, bunun
gerçekleşmediği her gün suçu babasında bulup ona kızıyordu. Nihayetinde, bu
sancılı ayların müsebbibi Nadim’di.
Bir rüyalık uyuduğunu zanneden Nadim, üç aydır bu hâldeydi.
Üç aydır her gün aynı rüyayı görüyor, her gün komada namaz kılıyor, secde
ediyor, af diliyordu. Ama her gün aynı kargaşayı, beynini yakar gibi yeniden ve
yeniden yaşıyordu. Yeniden o gecenin yokuşunda ağlıyor, bir kez daha kaza
geçiriyor ve huzurdan sabaha eriyordu. Ama ilk kez gerçekliğe açtı gözlerini.
Hem de Meltem’in titreyen sesiyle: “Allah kabul etsin baba!”