DOKTORUN odadan
çıktığını gören Meltem, telaşla durumunu sordu. Doktor, beyin kanaması sonrası
komanın ne kadar süreceğini tam kestiremeyeceklerini, birkaç gün ya da birkaç
hafta olabileceğini söyledi. Kanamayı erken durdukları için hasar kalmamasını
umduklarını da ekledi.
Bunlar her doktorun
belirsizlikler hâlinde hasta yakınına söyleyeceği teselli cümlelerine
benziyordu. Öyleydi ya, insan elinden geleni yapardı, takdir Allah’ındı.
Doktorlar da Feriha’yı ameliyat etmiş, kanamayı durdurmuş, beyin hücrelerinin
bir an önce oksijene kavuşması için ellerinden geleni yapmışlardı. Şimdi herkes
haddince kenara çekilmiş, Yaradan’ın takdirini beklemekteydi. İnsanın tedaviye
erişmesi de takdirleydi, tedavinin sonrasında olacaklar da…
Her birinde insan
vesileydi ama şifa da O’ndandı, derman da.
Meltem babasına “Gel” diye
mesaj attıktan sonra hiçbir geri dönüş almamıştı; annesinin bu belirsiz
vaziyeti kalbini sıkıştırırken artık çok da üzerinde durmadı. Doktorların
konuştukları, annesinin dosyasında yazanlar, hemşirelerden işittikleri beyninde
bir yumak oluşturmuş, ne düşünmesi gerektiğini bulamadan öylece boşluğa
bakıyordu. “Epidural beyin kanaması, kafatasında çatlak”, Meltem’in beyninde
yankılar hâlinde tekrar eden sözlerden sadece birkaçıydı.
İnsan beyni ne harika bir
İlâhî sanat eseriydi aslında; beyin dokusu kanla ve kanın taşıdığı oksijenle
besleniyor, beslenen hücreler sinirlerin farklı farklı işlevleri kontrol
etmesini sağlıyordu. Fakat bir o kadar da hassastı. Bazen ortada bilinen bir
sebep yokken, bazen de dıştan bir darbe ile içeride kanama meydana gelebiliyor,
insanı bütün zihinsel aktivitelerden alıkoyabiliyordu.
Komada insanın tam olarak
ne hissettiği, ne yaşadığı da muammaydı. Uyandığında bazı anları
hissettiklerinden, bazı sözleri işittiklerinden bahsedenler vardı elbette.
Bazen haftalarca, bazen aylarca koma hâlinde kalabiliyordu insanlar. Komadan uyananların
bir kısmı bütün zihnî kabiliyetleri yerinde olacak şekilde hayatlarına devam
edebiliyorlardı ama bazıları da birtakım beyinsel kabiliyetleri hayatlarının
geri plânında bırakmış olarak yaşamaya mahkûm oluyorlardı. Beyin öyle hassas ve
kompleks bir sistemdi; kanı ve oksijeni depolamıyor, sürekli kan akışıyla
besleniyor, aldığı besinle insanın bütün eylem, duygu, düşünce ve hareket
kabiliyetine imkân veriyordu.
Şöyle elle tartıldığında
bir buçuk kilo kadardı. Ama milyonlarca nöron vardı. Hepsi bilgi transferinde
görevliydi. Sinyaller, bilgi aktarımları, vücudun diğer organlarına taşınacak
kan ve oksijen miktarı “beyin” denilen organda kararlaştırılıyordu. Beyindeki
loblar ile duyu organları işlevsel bir kabiliyet kazanıyor, düşünme ve
hissedişle alâkalı bölümlerde de eşsiz bir teşkilatlanma devridaim ediyordu.
Bu yaratılış harikasının
Nadim’in darbesiyle bu hâle gelmesi de ayrı bir paradokstu. Çünkü bakıldığında
beyin yaşamayı sağlıyor, vücudun yaşamsal gereklilikleri yerine getirmesinde
yönetici pozisyonunda görev alıyor, insanın doğruyu yanlışı ayırt etmesinde
büyük bir rol oynuyordu; şimdi bütün bu kabiliyetlerden yoksun gibi görünen
Feriha’ydı ama Nadim’in ona bunu yapmış olabilmesi için kendi beyninde böyle
bir işlevsizlik baş göstermiş olmalıydı. Yoksa insan insana bunu yapamazdı.
Yine madde ve mânânın
ayrıştığı bir dönemeçteyiz. İnsanın beyin kanaması geçirmesi, komaya girmesi ve
dahi komadan bazı işlevleri kaybederek çıkması bile bazı hâllerden evlaydı.
Meselâ beyninde en ufak bir oksijen ve kan akış problemi olmayan nice insan
vardı ki bu şaheseri iyilik yapmaya değil, kötülük yapmaya, yıkmaya ve berbat etmeye
kullanıyordu. Bu, gerçek anlamda oksijensiz kalmış beyin hücrelerinin hâlinden
çok daha kötü bir vaziyetti.
***
06.00
Nadim koşuyordu. Yarım
saat kadar önce felce uğramış gibi kaldığı duvar dibinden karısına ve Meltem’e
gitme fikriyle doğrulan Nadim, Meltem’den gelen mesajdan sonra koşmaya
başlamıştı. Artık başına gelebilecekler ve ödeyeceği bedel umurunda değildi.
Pişmanlığının hak ettiği hareketi yapmak ve sonucuna da katlanmak için sonsuz
bir güç bulmuştu içinde. Bundan sonrası kolay olmayabilirdi. Feriha’nın durumu,
Meltem’in yıkık kalbi, Nadim’in alabileceği hukukî ceza… Hepsi en iyi ihtimâlden
en kötü ihtimâle kadar Nadim’in beyninde dönüp duruyordu. Nadim bedenen nasıl
koşuyorsa, beynindeki ihtimâller de aynı öyle depara kalkmıştı.
İnsan bazen ağlamazdı da
gözyaşları akardı. Nadim hem koşuyor, hem de istemsizce akıp giden gözyaşlarıyla
yıkanıyordu. Hiçbir ağlama efekti yoktu yüzünde, sesinde. Ama gözlerinden
yaşlar boşanıyordu. Ümit ve korkunun birlikteliği böyle akıtırdı gözde birikenleri.
İnsan korkuyla da, ümitle de ağlayabilirdi ama ikisinin bir arada olduğu bazı hâllerde
ağlamadan ağlardı. Gözyaşları hiçbir emir beklemeden öylece akardı.
Nadim sabaha yaklaşan bir
aydınlıkta yokuş yukarı koşuyor, her şeyi düzelteceğine dair kalbi umutla
doluyordu. Böyle bir gecenin sabaha evrildiği vakitte Meltem ona “Gel” demişti.
Umut için başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktu ki…
Nadim bu çileli yokuşu
bitirip evlerinin bulunduğu sokağa köşeden baktı. Nefes nefeseydi. Apartmanın
önünde bir polis arabasının beklediğini gördü. Gidip teslim olabilirdi ama önce
Meltem’e gitmeliydi. Meltem, Nadim’in pişman olduğunu bilmeliydi. Eğer
Feriha’ya bir şey olacaksa, bu, Nadim için bütün kapıların kapanması demekti ki
bir an önce Meltem’le yüzleşmesi, en azından ondan af dilemesi için belki de
tek şansıydı bu.
Sokağa girmedi, çıktığı
yokuştan kendi sokağını es geçerek karşı yola, ana caddeye çıktı.
Bir taksi aradı gözleri ama
saatin altısında yoldan geçen çok az araç vardı; içlerinde taksiye benzer bir
araç da göremedi. Hastane istikametinde yürümeye, yürürken de ilk denk geldiği
taksiyi durdurmaya karar verdi. Hızla yürüyor, arada ardına bakıyor, taksi
göremeyince tekrar önüne dönüp hızla yürümeye devam ediyordu.
Bir geri dönüşünde
uzaklardan polis arabasına benzer ışıklar görünce telaşla yolun sağında, park
hâlinde duran araçların ardına saklandı. Stres, korku, telaş, pişmanlık ve
Meltem’e yetişme arzusu Nadim’in kalbini öyle hızlı çarptırıyordu ki
adımlarının bu taşikardide çok bir etkisi yok gibiydi.
Polis aracını atlatan
Nadim tekrar yola revan oldu: “Bir taksi bile nasıl geçmez?”
Arada söyleniyor, arada kendine
kızıyor, arada duaya benzer mırıldanmalarla tabiata ses frekansları salıyordu.
Ama kesintisiz yürüyordu. Artık evleri geride bırakmış, yolun sağında solunda
park eden araçlar da kalmamıştı. Artık çevreyolundaydı Nadim. Araçlar da
gitgide çoğalıyordu. Zaman ilerliyor, şehir aydınlanıyor, insanlar telaşlı
hayata birer birer karışıyorlardı.
Nadim artan kalabalıkta
hem bir kez daha yaşamak ve yaşatmak ümidine bağlanıyor, hem de bir an için bu
kalabalıklar içinde ne kadar yalnız kalabileceği endişesiyle ürperiyordu.
Gözleri uzaklardan parlayan bir cami minaresine denk düştü.
Bir cami minaresinde bütün
pişmanlığı yeniden şahlandı beyninin ve kalbinin en ince damarlarında. Çok
içten ve çok büyük bir mahcubiyetle “Allah’ım, affet!” dedi. Bu yakarışla bir
gürültü koptu caddede. Tövbesinin, içinde meydana getirdiği bir gürültü müydü?
Yok, değildi galiba… Nadim
göremiyordu neler olduğunu, ama bütün vücudunda bir ağırlık hissediyordu.
Bir ara gözleri aralandı,
yerde yattığını anladı. Ne işi vardı yerde? İnsanlar bağırış çağırış ona
koşuyorlardı: “Ambulansı arayın!”
Bu haykırışlar da kime
aitti? Nadim olanları anlamakta güçlük çekiyordu. Ama sıcak sıcak bir şeyler
akıyordu yüzüne doğru…
Yerdeydi, insanlar telaş
içinde başındaydı. Nadim’in gözleri bir kararıyor, bir aydınlanıyordu. Şimdi
bir de bu sıcaklık… “Galiba güneş kararlı bir şekilde yüzüme vuruyor” diye
düşündü.
Nadim’e çarpan arabanın
şoförü 112’yi aramış, yeri bildirmiş ve telaş içinde Nadim’e seslenmişti.
Nadim’in gözleri tamamen kararmadan ve duyma yetisine perde çekilmeden önce
işittiği son ses şoföre aitti:
“Geliyorlar kardeşim,
dayan!”