Akabe (6)

Beyin yaşamayı sağlıyor, vücudun yaşamsal gereklilikleri yerine getirmesinde yönetici pozisyonunda görev alıyor, insanın doğruyu yanlışı ayırt etmesinde büyük bir rol oynuyordu; şimdi bütün bu kabiliyetlerden yoksun gibi görünen Feriha’ydı ama Nadim’in ona bunu yapmış olabilmesi için kendi beyninde böyle bir işlevsizlik baş göstermiş olmalıydı. Yoksa insan insana bunu yapamazdı…

DOKTORUN odadan çıktığını gören Meltem, telaşla durumunu sordu. Doktor, beyin kanaması sonrası komanın ne kadar süreceğini tam kestiremeyeceklerini, birkaç gün ya da birkaç hafta olabileceğini söyledi. Kanamayı erken durdukları için hasar kalmamasını umduklarını da ekledi.

Bunlar her doktorun belirsizlikler hâlinde hasta yakınına söyleyeceği teselli cümlelerine benziyordu. Öyleydi ya, insan elinden geleni yapardı, takdir Allah’ındı. Doktorlar da Feriha’yı ameliyat etmiş, kanamayı durdurmuş, beyin hücrelerinin bir an önce oksijene kavuşması için ellerinden geleni yapmışlardı. Şimdi herkes haddince kenara çekilmiş, Yaradan’ın takdirini beklemekteydi. İnsanın tedaviye erişmesi de takdirleydi, tedavinin sonrasında olacaklar da…

Her birinde insan vesileydi ama şifa da O’ndandı, derman da.

Meltem babasına “Gel” diye mesaj attıktan sonra hiçbir geri dönüş almamıştı; annesinin bu belirsiz vaziyeti kalbini sıkıştırırken artık çok da üzerinde durmadı. Doktorların konuştukları, annesinin dosyasında yazanlar, hemşirelerden işittikleri beyninde bir yumak oluşturmuş, ne düşünmesi gerektiğini bulamadan öylece boşluğa bakıyordu. “Epidural beyin kanaması, kafatasında çatlak”, Meltem’in beyninde yankılar hâlinde tekrar eden sözlerden sadece birkaçıydı.

İnsan beyni ne harika bir İlâhî sanat eseriydi aslında; beyin dokusu kanla ve kanın taşıdığı oksijenle besleniyor, beslenen hücreler sinirlerin farklı farklı işlevleri kontrol etmesini sağlıyordu. Fakat bir o kadar da hassastı. Bazen ortada bilinen bir sebep yokken, bazen de dıştan bir darbe ile içeride kanama meydana gelebiliyor, insanı bütün zihinsel aktivitelerden alıkoyabiliyordu.

Komada insanın tam olarak ne hissettiği, ne yaşadığı da muammaydı. Uyandığında bazı anları hissettiklerinden, bazı sözleri işittiklerinden bahsedenler vardı elbette. Bazen haftalarca, bazen aylarca koma hâlinde kalabiliyordu insanlar. Komadan uyananların bir kısmı bütün zihnî kabiliyetleri yerinde olacak şekilde hayatlarına devam edebiliyorlardı ama bazıları da birtakım beyinsel kabiliyetleri hayatlarının geri plânında bırakmış olarak yaşamaya mahkûm oluyorlardı. Beyin öyle hassas ve kompleks bir sistemdi; kanı ve oksijeni depolamıyor, sürekli kan akışıyla besleniyor, aldığı besinle insanın bütün eylem, duygu, düşünce ve hareket kabiliyetine imkân veriyordu.

Şöyle elle tartıldığında bir buçuk kilo kadardı. Ama milyonlarca nöron vardı. Hepsi bilgi transferinde görevliydi. Sinyaller, bilgi aktarımları, vücudun diğer organlarına taşınacak kan ve oksijen miktarı “beyin” denilen organda kararlaştırılıyordu. Beyindeki loblar ile duyu organları işlevsel bir kabiliyet kazanıyor, düşünme ve hissedişle alâkalı bölümlerde de eşsiz bir teşkilatlanma devridaim ediyordu. 

Bu yaratılış harikasının Nadim’in darbesiyle bu hâle gelmesi de ayrı bir paradokstu. Çünkü bakıldığında beyin yaşamayı sağlıyor, vücudun yaşamsal gereklilikleri yerine getirmesinde yönetici pozisyonunda görev alıyor, insanın doğruyu yanlışı ayırt etmesinde büyük bir rol oynuyordu; şimdi bütün bu kabiliyetlerden yoksun gibi görünen Feriha’ydı ama Nadim’in ona bunu yapmış olabilmesi için kendi beyninde böyle bir işlevsizlik baş göstermiş olmalıydı. Yoksa insan insana bunu yapamazdı.

Yine madde ve mânânın ayrıştığı bir dönemeçteyiz. İnsanın beyin kanaması geçirmesi, komaya girmesi ve dahi komadan bazı işlevleri kaybederek çıkması bile bazı hâllerden evlaydı. Meselâ beyninde en ufak bir oksijen ve kan akış problemi olmayan nice insan vardı ki bu şaheseri iyilik yapmaya değil, kötülük yapmaya, yıkmaya ve berbat etmeye kullanıyordu. Bu, gerçek anlamda oksijensiz kalmış beyin hücrelerinin hâlinden çok daha kötü bir vaziyetti.

***

06.00

Nadim koşuyordu. Yarım saat kadar önce felce uğramış gibi kaldığı duvar dibinden karısına ve Meltem’e gitme fikriyle doğrulan Nadim, Meltem’den gelen mesajdan sonra koşmaya başlamıştı. Artık başına gelebilecekler ve ödeyeceği bedel umurunda değildi. Pişmanlığının hak ettiği hareketi yapmak ve sonucuna da katlanmak için sonsuz bir güç bulmuştu içinde. Bundan sonrası kolay olmayabilirdi. Feriha’nın durumu, Meltem’in yıkık kalbi, Nadim’in alabileceği hukukî ceza… Hepsi en iyi ihtimâlden en kötü ihtimâle kadar Nadim’in beyninde dönüp duruyordu. Nadim bedenen nasıl koşuyorsa, beynindeki ihtimâller de aynı öyle depara kalkmıştı.

İnsan bazen ağlamazdı da gözyaşları akardı. Nadim hem koşuyor, hem de istemsizce akıp giden gözyaşlarıyla yıkanıyordu. Hiçbir ağlama efekti yoktu yüzünde, sesinde. Ama gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Ümit ve korkunun birlikteliği böyle akıtırdı gözde birikenleri. İnsan korkuyla da, ümitle de ağlayabilirdi ama ikisinin bir arada olduğu bazı hâllerde ağlamadan ağlardı. Gözyaşları hiçbir emir beklemeden öylece akardı.

Nadim sabaha yaklaşan bir aydınlıkta yokuş yukarı koşuyor, her şeyi düzelteceğine dair kalbi umutla doluyordu. Böyle bir gecenin sabaha evrildiği vakitte Meltem ona “Gel” demişti. Umut için başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktu ki…

Nadim bu çileli yokuşu bitirip evlerinin bulunduğu sokağa köşeden baktı. Nefes nefeseydi. Apartmanın önünde bir polis arabasının beklediğini gördü. Gidip teslim olabilirdi ama önce Meltem’e gitmeliydi. Meltem, Nadim’in pişman olduğunu bilmeliydi. Eğer Feriha’ya bir şey olacaksa, bu, Nadim için bütün kapıların kapanması demekti ki bir an önce Meltem’le yüzleşmesi, en azından ondan af dilemesi için belki de tek şansıydı bu.

Sokağa girmedi, çıktığı yokuştan kendi sokağını es geçerek karşı yola, ana caddeye çıktı.

Bir taksi aradı gözleri ama saatin altısında yoldan geçen çok az araç vardı; içlerinde taksiye benzer bir araç da göremedi. Hastane istikametinde yürümeye, yürürken de ilk denk geldiği taksiyi durdurmaya karar verdi. Hızla yürüyor, arada ardına bakıyor, taksi göremeyince tekrar önüne dönüp hızla yürümeye devam ediyordu.

Bir geri dönüşünde uzaklardan polis arabasına benzer ışıklar görünce telaşla yolun sağında, park hâlinde duran araçların ardına saklandı. Stres, korku, telaş, pişmanlık ve Meltem’e yetişme arzusu Nadim’in kalbini öyle hızlı çarptırıyordu ki adımlarının bu taşikardide çok bir etkisi yok gibiydi. 

Polis aracını atlatan Nadim tekrar yola revan oldu: “Bir taksi bile nasıl geçmez?”

Arada söyleniyor, arada kendine kızıyor, arada duaya benzer mırıldanmalarla tabiata ses frekansları salıyordu. Ama kesintisiz yürüyordu. Artık evleri geride bırakmış, yolun sağında solunda park eden araçlar da kalmamıştı. Artık çevreyolundaydı Nadim. Araçlar da gitgide çoğalıyordu. Zaman ilerliyor, şehir aydınlanıyor, insanlar telaşlı hayata birer birer karışıyorlardı.

Nadim artan kalabalıkta hem bir kez daha yaşamak ve yaşatmak ümidine bağlanıyor, hem de bir an için bu kalabalıklar içinde ne kadar yalnız kalabileceği endişesiyle ürperiyordu. Gözleri uzaklardan parlayan bir cami minaresine denk düştü.

Bir cami minaresinde bütün pişmanlığı yeniden şahlandı beyninin ve kalbinin en ince damarlarında. Çok içten ve çok büyük bir mahcubiyetle “Allah’ım, affet!” dedi. Bu yakarışla bir gürültü koptu caddede. Tövbesinin, içinde meydana getirdiği bir gürültü müydü?

Yok, değildi galiba… Nadim göremiyordu neler olduğunu, ama bütün vücudunda bir ağırlık hissediyordu.

Bir ara gözleri aralandı, yerde yattığını anladı. Ne işi vardı yerde? İnsanlar bağırış çağırış ona koşuyorlardı: “Ambulansı arayın!”

Bu haykırışlar da kime aitti? Nadim olanları anlamakta güçlük çekiyordu. Ama sıcak sıcak bir şeyler akıyordu yüzüne doğru…

Yerdeydi, insanlar telaş içinde başındaydı. Nadim’in gözleri bir kararıyor, bir aydınlanıyordu. Şimdi bir de bu sıcaklık… “Galiba güneş kararlı bir şekilde yüzüme vuruyor” diye düşündü.

Nadim’e çarpan arabanın şoförü 112’yi aramış, yeri bildirmiş ve telaş içinde Nadim’e seslenmişti. Nadim’in gözleri tamamen kararmadan ve duyma yetisine perde çekilmeden önce işittiği son ses şoföre aitti:

“Geliyorlar kardeşim, dayan!”