Akabe (5)

Günah, günahın anasıydı. Günahı küçük görüp de devam ettirenler er geç büyük bir günaha bulaşırdı. Kalbi ve aklı yavaş yavaş “büyük” denilen günahlara böyle hazırlardı insan. Bu yüzdendi Yaradan’ın insanı büyük felâketlere götüren o “küçük” dediğimiz yanlışlıklardan men etmesi. Bu yüzdendi insanın merhamet ve şefkat üzere yaşamasının İlâhî bir gereklilik oluşu…

05.30…

Kâinat ve içindekiler zamanla birlikte akıp gidiyordu. Meltem hastanede, Nadim yokuştaki bir duvar dibinde, zamanın sabaha evrildiği bir zaman diliminde, yeni günün aydınlık umudundan ayrı düşmüşlerdi. Gün, sabaha yüz tutmuştu tutmasına da Nadim ve Meltem’in içindeki zamanın aydınlığa ihtimâli yok gibiydi.

Savaş meydanlarında yaralı bedenlerin gayretini takındı Nadim, gözlerini daha canlı bir tavırla açtı, kendine gelmek istercesine kaslarını zorladı, beynindeki ikircikli yaklaşımlara son noktayı koydu ve cebinden telefonu çıkartıp saatlerdir iletişime kapalı vaziyeti nihayete erdirdi.

Telefonun açma tuşuna uzunca bastı, aydınlanan ekranda gözlerinin acıdığını hissetti. Her uzvu ayrı ayrı acının kompozisyonunu yazıyordu bu gece. Ama bu son acımtırak hareketle geçmiş bir zamanın buruk hatırasında buldu kendini.

Bir Cumartesi akşamına aitti bu tat. Sadece bir gündü, sıradan, her zaman rastlanan cinsten bir Cumartesi’ydi. Fakat şimdi telefonun ekran ışığında hatırlanan bu sıradan gün, kurumuş damağında kekremsi bir tat, gözbebeklerini kısmaya zorlayan bir acı aydınlığa evrilmişti. Ne tuhaf! Geçip giden zamanların kalpte özlem, zihinde tahayyül şeklinde tezahürü alışılageldik bir şeydi de damakta tat, gözde sancı olabilecek bir maddeye dönüşmesi beklenmedikti. Nadim bir hatıranın nesne olup da tadılabilecek kıvama gelmesine çok alışık değildi. Çünkü bütün bu derinliklere dalabilmek, derin duyguların neticesiydi. Derin duygular da ancak incelikli kalplere uğrardı. Hayatı olduğu gibi, kendi duygusunda yaşayıp gidenlerin damaklarında alabilecekleri tek lezzet, besinlerin acı tatlı etkisinden ibaretti. Ne var ki, yalnızca ince ruhlu insanların ve bilhassa kalbinde imanla insana bakanların dil ve damakla alınamayacak acılara ve hazlara sahip olduğu muhakkaktı.

Nadim’in kalbini ilk kez böylesine incelten şey hayatı boyunca sahip olduğu kibri ve bu kibri taçlandıran şiddet eylemi değil, bütün bunların vebalinde nedamete denk geldiği bu geceydi. Pişmanlık, en bükülmez bedenleri iki büklüm bırakacak kadar çetin bir duyguydu. Ama her kötü eylemin üç ihtimâlinden de biriydi. Bütün kötülükler üç sonuca gebeydi çünkü. Sahibinde umursamaz bir duyguyu devam ettirebilir, benlik saltanatının sarsılması yönünde bir korkuyu inşâ edebilir ya da insana yakışmayan bütün acı sonuçlara bakmaksızın hâddi aşmışlığın verdiği pişmanlığı doğurabilirdi. Ve pişman olabilmek, insanlık ihtimâliydi.

O Cumartesi gününü bu bedbaht güne benzeten birkaç duyguyu yakalamıştı Nadim. Biri, telefon ekranının ışığında gizliydi; bir diğeri, geciktirilmiş bir pişmanlıkta… O gün Feriha bütün evi temizlemiş, yorgun bir hâlde akşamı etmişti. Meltem de her hafta sonu olduğu gibi saat 18.00’de dershaneden çıkmış eve dönmüştü. Nadim hafta sonu işe gitmez ama evde de durmazdı. Ne gerek vardı? Akşam yemeğinde anne kız beraber sofraya oturmuş, günün olağan dengesini muhabbete evirmiş, akşama bir bardak çayla geçiş yapmışlardı. İlerleyen saatlere rağmen eve dönmeyen Nadim’i aramakla aramamak arasında birkaç saat daha geçirmişti Feriha. Meltem de annesinin kalbindeki telaşı hissediyor, içten içe babasına kızıyordu. Ama bu duygu geçişlerini ne annesine, ne babasına yansıtabilirdi. Annesi her telaşlandığında, Meltem her şey normalmiş gibi davranmayı bir görev bilmişti. Böyle yaparak annesini de rahatlattığını düşünüyordu. Babasından işitebilecekleri aklına geldiğinde ona karşı da böyle davranması gerektiğini hatırlıyor ve suskunluğu bir evlatlık görevi gibi mütemadiyen icra ediyordu.

Geceye doğru Meltem salonda, televizyon karşısında uyuyakalmış, annesi de salonun ışığını söndürüp günün tozunu üzerinden atmak için banyoya girmişti.

Sessizliğin hüküm sürdüğü bu evde bir Cumartesi günü kapının anahtarla açıldığını işiten olmadı. Gelen Nadim’di. Saat: 21.00… Beklenenden erken gelen Nadim’in elinde bir paket vardı. Çok nadir zamanlarda eve elinde bir meyve ya da bir tatlıyla gelirdi, bu da o müstesna zamanlardan biriydi. İçeri girdi, geniş holdeki ufak masanın üzerine elindeki paketi bıraktı. İşte bu ses, Meltem’in uyanmasına, sesin sahibini ararken babasının elinde bir poşetle eve gelmesini fark etmesine sebep olmuştu. Yarı uykulu vaziyette açtığı gözlerinde beliren neşe, sıcak bir ailenin varlığına inanmak için çırpınan kalbinin işiydi. Babasının eve her zamankinden erken gelişi ve elinde “Sizi seviyorum” cümlesine benzer bir paketle gelişi, Meltem’in hep arzuladığı bir sahneydi. Ama sevinci kısa sürmüştü. Nadim salona gelip Meltem’e katı bir tavırla sordu:

-Annen nerede?

-Şey… Bilmiyorum baba, içeridedir.

-Neyi bilirsin ki zaten!

-Bir şey mi oldu? İyi misin baba?

Nadim cevap vermeden diğer odalara bakmaya gitmiş, Feriha’nın banyoda olduğunu anlayınca tekrar Meltem’in yanına gelmişti. Meltem henüz babasının sinirli reveransının ve uyku mahmurluğunun etkisinden ayrılamamış, uyandığı ve yarı doğrulduğu hâlde kalakalmıştı.

Nadim: “Kaç saattir size ulaşmaya çalışıyorum. Annen cevap vermiyor, senin telefonuna ulaşılamıyor.”

Meltem gayriihtiyari sehpanın üzerinde duran telefonu eline alıp bakmak istedi, kapalı olduğunu fark edip de hemen açmaya çalıştı, tam bu esnada Nadim öfkeyle Meltem’in elinden telefonu aldı, telefon açılıyordu, ekranı aydınlandı. Karanlık salonda Nadim’in öfke dolu gözleri ekran ışığından kısılmıştı. Nadim, Meltem’in yüzündeki korkuyu fark etmiş ama kayda değer bulmamış olmalıydı ki sinirle telefonu yere fırlatmış, söylene söylene odasına gitmişti. Biraz sonra anne-babasının odasından aynı sorguların ve aynı cevapsızlığın yankısını duydu Meltem. Hâlâ salondaydı, hâlâ koltuktaydı, hâlâ telefon yerdeydi.

Babası sadece onlara ulaşamadığı için mi bu kadar öfkeliydi, yoksa onlara onlar olduğu için mi? Cevabı bulamadı.

Annesinin “Banyodaydım, duymamışım” savunmasına, babasının “Gebersem de kurtulsam senden!” atağını da duyduktan sonra yavaşça koltuktan kalktı Meltem. Önce telefonu aldı yerden, sesi kısık bir şekilde etrafı aydınlatan televizyonu kapattı, hole gelip poşetin içine baktı. Poşette tulumba tatlısı vardı. Neşeye ve sevgiye benzeyen bir an daha öfkeye ve sevgisizliğe bürünmüştü böylece…

Meltem poşeti eliyle iteledi ve odasına çekildi.

Nadim nasıl olmuştu da o Cumartesi gecesi Meltem’in yaşadığı hayâl kırıklığını bu gece gözlerini acıtan telefon ekranında hissedebilmişti? Aslında anlamak çok da zor değil. İnsan, yaşattığı hüznü her zaman fark ederdi de etmemiş gibi yapardı. İçe ağlayanların hıçkırıklarını hep duyardı da duymazlıktan gelirdi. Sevincin ve ümidin gözde parladığı ilk anı da, yerini fersiz ve neşesiz bir mutsuzluğa devrettiği son anı da her göz görürdü de görmemeyi yeğlerdi. Öfkeyi, benliği ve kibri susturan bütün sahneleri Nadim gibiler ötelerdi. Ama gün gelir, hepsi üç boyutlu bir hatıra canlandırmasında gözleri böyle acıtırdı işte!

O gün Meltem, tam sevinecekken elindeki oyuncağı babası tarafından kırılan ufacık bir kız çocuğundan farksızdı. Ve o günlerin peşi sıra gelen zamanları da aynı duyguda inşâ etmişti. Ne zaman bir güzellik görecek olsa aynı hayâl kırıklığına düşme korkusuyla bütün sevinçleri yarım yaşardı. Nadim bütün bunları görmüyor olabilir miydi?

Ama görmediğine kendini ikna etmede üstün bir başarı sahibiydi. Babasının her zamankinden erken ve elinde tatlıyla eve gelişi, her çocuk ve her eş için cennet betimlemesiydi. Ama saçma sapan, ipe sapa gelmez bir konuyla ortamı güreş meydanına benzeten yıkıcı tavırlarla zamanı cehennem duygusuna iliklemişti…

***

Kalbi acıdı Nadim’in. Bu fark edişle pişmanlığı da katmerlenmişti. Tek bir hatıradan yola çıkan beyni, kızını ve eşini sudan sebeplerle hüzne düşürdüğü bütün hatıraları ayan etti.

Telefonun titreşimiyle Nadim’in zihninde birikmiş hatıralar koleksiyonundan seçme animasyon gösterisi sona erdi. Arayan en yakın arkadaşı Fuat’tı.  

-Fuat! Ben mahvoldum.

-Abi neler olmuş, Meltem’in yanındaydım az önce. Herkes seni arıyor, neredesin?

-Feriha nasıl, iyi mi?

-Bilmiyorum abi, durumu ciddiymiş, ‘Yoğun bakımda’ dedi Meltem. Kız perişan hâlde. Polisler de seni sorup duruyor.

-Allah beni kahretsin!

-Nadim, bırak şimdi kahırlanmayı da kızının yanına gel.

-Tamam…

Kesik nefeslerle, ağlamaklı bir ses tonuyla konuşmuştu Nadim. Durumu ciddiymiş… “Durumu ciddi” ne demek? Ne demek olduğunu anlıyordu da kabullenemiyordu. Alt tarafı biraz öfkeli, bir miktar kibirli, biraz da hâddini aşmakta sakınca görmeyen biriydi Nadim. Bu olumsuz sıfatlar insanı bir gün katil yapabilir miydi? Hem de eşinin katili, hem de çocuğunun annesinin katili? Yapardı. İnsan öldürmek günahtı ama kibir de günahtı. İnsana vurmak günahtı ama küfür de günahtı. İnsanı yaralamak günahtı ama hâddini aşmak da günahtı. Günah, günahın anasıydı. Günahı küçük görüp de devam ettirenler er geç büyük bir günaha bulaşırdı. Kalbi ve aklı yavaş yavaş “büyük” denilen günahlara böyle hazırlardı insan. Bu yüzdendi Yaradan’ın insanı büyük felâketlere götüren o “küçük” dediğimiz yanlışlıklardan men etmesi. Bu yüzdendi insanın merhamet ve şefkat üzere yaşamasının İlâhî bir gereklilik oluşu…

Nadim sonunda anlamıştı. Ayağa kalktı, eşinin ve Meltem’inin yanına gitmek üzere yürümeye başladı. Şimdi tek bir isteği vardı. Feriha yaşasın, Feriha ve Meltem kendisini affetsin ve Nadim cezası neyse çeksin de kendini Allah’a affettirecek eylemlere de vakti olsundu.

Telefona bir mesaj geldi:

“Gelen Kutusu/ Meltem: Baba lütfen gel!”

(Devam edecek…)