Akabe (4)

Tonlarca ağırlıkta bir yükü kan ter içinde taşır gibi bir yudum suyu içti Meltem. Madde bunun neresindeydi?

04.30…

Yarım saat daha geçti. Yarım asra benzeyen bir ağırlıkta akıp geçen otuz dakikada Nadim, ağlamayı ve yakarmayı bırakmış, yağmur da bu dinginliği bozacak bir eyleme geçmemişti. Oturduğu ıslak zeminde öylece kalakalmış, hareket etmenin zamanı kurtaramayacağı düşüncesinde eli kolu bağlanmıştı.

Nadim, oksijenin ve kanın besleyici lütfunun bedenini terk ettiği hissine kapıldı. Nefes alıp veriyordu belki ama yetmiyordu. Hayatı boyunca kusursuz işleyen bu fiziksel sistemde aksamalar, tökezlemeler hissediyordu. Beyin hücreleri biraz daha oksijen için yalvarıyordu; kalbi bu yakarışa kulak asmıyor, kalpten beyne giden damarlar kanın özgür akışına müsaade etmiyordu. Güvenle toprağı ezen ayakları bu gece Nadim’i bir adım daha öteye götürmemek üzere iş birliği yapmış, uyuşan kolları ruhundaki hissizliğe yoldaş olmuştu.

Feriha’nın başıydı mermere çarpıp yeri kırmızıya boyayan; ama ağrısı, sızısı, travması Nadim’deydi.

Bütün bu fiziksel değişim, ölümün ayak seslerine benziyordu bir yandan. Ölüm yaklaşıyor da uzaklardan haber veriyordu gelişini. Soğuyan vücudunda gitgide kendini yok zannedeceği bir hissizliğe giderken Nadim’in aklından geçenler buydu. Hesabını veremeyeceği tüm enkaza rağmen ölümün “Merhaba” diyen sesinde huzuru hissetti. Hem bu hâl, ölümün başlangıcı değilse neydi?

Yaklaşık on beş dakikadır elini cebine atmak istiyor, telefonunu açıp Meltem’i aramayı tasarlıyor, bedeni bu kurguya en ufak bir karşılık vermiyordu. Eli kolu kıpırdamıyor, bu hareketsizliğe başı ve gözleri de eşlik ediyordu. Gitmek, yürümek, elini kolunu hareket ettirmek, hatta bütün bunları yapamayışın verdiği şaşkınlıkla bedenine göz atmak bile mümkün olmuyordu.

Dizlerine kapattığı başını ağrılarıyla birlikte zor belâ kaldırdı, göz kapaklarının izin verdiği ölçüde aralanan kâinatı buğulu bir camdan görür gibi gördü, sırtını soğuk duvara yasladı. Bütün bunlar Nadim’in gayretiyle olmuştu ama iki kolunun bir ceset tavrıyla yanlara düşüşünde onun en ufak bir hilesi olmamıştı. İşte tam bu hâlde Nadim, ölmeye çok benziyordu!

İnsanın yaratılışında İlâhî kudretin bahşettiği zerreler vardı oysa. Tüm bu sahibi olduğumuzu sandığımız bedenî melekeler, Allah’ın kudretinden insanlığa dağıtılmış zerrelerdi. İnsanı yürüyebilir, konuşabilir ve görebilir yapan kabiliyetler, insanın karar dairesinde bulunan mülkiyetler değildi. Allah verirdi, insan kullanırdı. Allah alırdı ve insan buna engel olamazdı. Ama çok yazık bir hâldi ki kim bir güce, kabiliyete, fiziksel ya da manevî bir doygunluğa sahip olsa, bunu kendinden zannederdi. Sanki insan doğmak eylemi dışında bütün kabiliyetlerine bir karar ve gayretle kavuşmuş gibi böbürlenirdi. Bacakları, kasları, damarları kendi hükmündeymiş gibi, yürürken buna şükretmek aklına bile gelmezdi. Sadece yürüyebilmek için kasların bir denge içinde çalışmasına, beynin sinyaller aracılığı ile bacaklara destek olmasına ve daha bir dolu fizikî sistematiğe ihtiyacı olan insan, bunu yetkinlik alanında görürdü. Hem bir adım bile atabilmede sadece iskelet sisteminin işlevselliğine değil, kasların, damarların, beynin ve dahi beyincikteki denge hücrelerinin koordineli çalışmasına muhtaçtı insan.

Her an olabilen, alelâde gibi gelen bu yürüme, konuşma, elini kolunu hareket ettirme gibi tüm fiziksel kabiliyetler, vücudun emirberleri tarafından sağlanıyordu. Bugün Nadim’in içindeki askerler ayaklanma başlatmış ve bütün bu basit devinimin insanın iradesi dışında gerçekleştiğini açık etmişti.

Gücün üstünde bir güç olduğuna, bütün yaratılmışları gözeten bir Malik olduğuna bazı anlarda uyanış yaşardı insan. Kimi bu uyanışa daha sıradan, daha suçsuz bir hâlde kavuşurdu, kimi de Nadim gibi dehşetli bir gecenin çaresizliğinde denk gelirdi. Ama bazıları Nadim kadar bile değildi…

***

Bir ses duydu Meltem: “Siz kızı mısınız?”

Meltem, hastane koridorunda başını öne eğmiş, bekliyordu. O da tıpkı babası gibi hacimli bir ağırlığı üstüne giymiş, en ufak bir harekete mecali olmadan oturuyordu. Ama babasından farklıydı onun bu hâli. Suçsuz bir ağırlıktı ondaki, masum bir hareketsizlik… Feriha yoğun bakımda, kalmak ve gitmek arasındaki ince ayrımda yatarken, Meltem’se polis memurunun sesinde bile çaresizliğini hissetti. Kafasıyla “Evet” işareti yapabildi.

Nadim’i sordular Meltem’e. Ne yapmıştı, olay nasıl olmuştu, Nadim şimdi neredeydi, hiç onu aramış mıydı? Ve daha bir dolu soru işaretli cümleyle muhatap oldu Meltem. Polis, komşulara da sormuştu Nadim’i. Sesleri duyup olay yerine gelen komşular kapının açık olduğunu, içeride, hemen kapı girişinde Nadim’in durduğunu, Feriha’nınsa yerde kanlar içinde yattığını anlattılar. Nadim’in Feriha’ya vuruşuna kimse şahit olmamıştı ama denk geldikleri sahne, olayın öncesi hakkında da detaycı bir kompozisyon oluşturuyordu.

Meltem de babasının annesine tam olarak ne yaptığını görmemişti, bilmiyordu. Ama iki perdelik oyun sahnesinin ilk perdesinde neler olduğunu anlaması hiç de güç değildi. Nadim daha önce annesine eliyle vurmamıştı ama vurma, yıkma potansiyeli yüksek olduğunu dayaktan beter söz ve tavırlarından da biliyordu. Yine de böyle söylemedi polislere. “Bilmiyorum”, “Görmedim”, “Odamdaydım” dedi ağlayarak. Doğrusu buydu zaten. Bütün bunları babasını korumak amacıyla yapmıyor, bütün olayları olduğu gibi anlatıyordu. Babasının öfkeyle eve geldiğini seslerden anladığını da saklamıyordu.

Polisler bu tip sahneleri çok kez görmüşlerdi. Nadim’in şu an bu hastanede olmayışı bile kalan resmi tamamlamaya yeterdi. Ama yine de suç, ispat edilmesi gerekenler listesindeydi. Hukukta öyle olduğunu varsaymak, böyle olduğuna kanaat getirmek yoktu. Kanıt lâzımdı, şahit lâzımdı, beyan lâzımdı. Feriha henüz kendisine bunu yapanı söyleyecek kadar hayatta değildi.

Olay yerinde incelemeler yapılmış, hastaneye ve ev civarına polisler konuşlandırılmış, gidebileceği yerler hem Meltem’den, hem de Nadim’in yakın çevresinden sorgulanmıştı. Gecenin yokuşunda birkaç kez duvar arkalarına, binaların aralarına, moloz yığınlarının ardına sığınan Nadim, yoldan geçen polisleri birkaç saat daha kendinden uzak tutmuştu. Nadim bu gece kaçmıyordu ama saklanıyordu. En son sırtını verdiği duvarda beyninin ve bedeninin hissizliğinde saklanmayı da bırakmıştı. Amacı inkâr etmek ve kaçmak değildi. Ama ne yapacağını da bilen bir hâli yoktu.

***

Meltem bir yudum su bulmak için kalktı yerinden. Polislerin sorularında kendini saldırıya uğramış hissediyordu. Bir suçlu varsa babasıydı ama bütün bu sorgu sual Meltem’e ceza kesiyordu. Sanki birileri gelmiş de Meltem’in ailesini parçalara ayırmak istiyordu. Evet, babası suçluydu ama kefareti neden Meltem ödüyordu? Annesinin ölmeye yüz tutmuş hâline mi yansındı, yerinden oynatılan, zaten sallanıp duran düzeninin temelden yıkılacak olmasına mı?

Hem bir yangın sebebi daha vardı ki hepsine taş çıkarırdı; böyle korkulu gecelerde kızların yorgun başı babalarının göğsüne sığınmaz mıydı? Annesi hastanede yatan bir genç kızın yangını en azından babasının gölgesinde serinlemez miydi? Babası yanında değildi ama daha da beteri, içine düştüğü bu yarınsızlık korkusunun müsebbibi babasıydı.

Bir kalbi alsalardı, ortaya koysalardı, merhametsiz ellerle deşe deşe, oya oya parçalasalardı, insanın çekeceği acı ancak bu kadar olurdu.

Meltem, bir yudum suda aradı bütün merhemleri. Su, insanın yaratılışında da vardı. İnsan topraktan bedenini suyla yaşama bağlıyor, bütün çatlakları suyla sıvıyordu. Bir yudumcuk suyun göğüs kemiğine saplanmış bir bıçak hissi uyandırmasını beklemezdi insan. Her zamanki gibi ağızdan giren besini mideye ulaştırmada görevli kasların bu derece umarsız davranacağını kimse ummazdı. Yemek borusunun bir yudum suyu sıkıştırıp da gitmesine izin vermeyeceği akıllara gelmezdi. Hem bütün bu olumsuz koşulları peyda eden en ufak bir fiziksel hasar da yoktu ortada. Tıpkı Nadim’in yarı felçli bir hasta gibi duvar dibinde hareketsiz kalışı gibi… Meltem’in bir yudum suyu boğazından geçirip midesine ulaştırmada yaşadığı bu çıkmaz da maddenin değil, mânânın işiydi.

Hani her şey maddeydi? Değilmiş! Hiçbir zaman değildi. İnsan bedende yaşarken, ruhun gayretini hiçe sayıyor, her şeyi fiziksel bir devinimde açıklıyordu. En azından bazıları böyle sanıyor, yanılıyordu. Bedende en ufak bir delil olmadan insan yemekten içmekten, hareket etmekten, konuşmaktan ve bir yudum su yutmaktan alıkonabiliyordu. Hepsi elle tutulmaz duyguların bedenî faaliyetlere kısıtlama getirmesindendi. Her şey maddeden çok mânâdaydı. Ama insan ancak böyle anlarda maneviyatın maddiyattan daha etkin olduğunu anlıyordu.

Tonlarca ağırlıkta bir yükü kan ter içinde taşır gibi bir yudum suyu içti Meltem. Madde bunun neresindeydi?

(Devam edecek…)