HİÇ secdeye
varmamıştı. “Keşke”lerle dolu bu hırçın zaman diliminde hiç tatmadığı bir
huzuru özlüyordu Nadim. Benliğini besleyen uzun yıllara inat, acizliğiyle
tanışıyor, kendini sahip değil, ait hissediyordu. Ama bu onda kaygıyı dindirmek
şöyle dursun, bu gece karısının kendi yüzünden ölebilme ihtimâline bir de
şimdiye dek hiç secdeye varmamış olmanın karanlığı ekleniyordu.
İnsan bu değildi.
Pişmanlık ne kadar insanî bir hissediş olsa da insanı pişmanlığa götüren
eylemler dizisi insanlık dışı olabiliyordu. Tek bir defa karısı bu hâle
gelmişti oysa. Bunca yıldır sadece bu gece… Ama anımsadı Nadim; karısına
vurmasıyla etrafın kana bulanması arasında geçen birkaç saniyeye bütün
evliliğini sığdırdı. Daha önce nefretle sarf ettiği sözlerin Feriha’da kan
revan bir etki yapmaması, mahkeme salonlarında en gayretli savcıları ters köşe
yapacak kadar tutarlı bir savunmaydı. Söz, en etkili silahtı ama en ispatsız
cinayetler listesinde başı çekerdi. Ortada ne kan olurdu, ne maktul. Ne parmak
izi kalırdı, ne darbe izi.
Feriha ilk kez kocası
Nadim tarafından dıştan gözlemlenebilir bir darbe almış, ilk kez ölüm döşeğine
bırakılmıştı ama içi defalarca ölmüştü. Bütün içsel darbelerin açtığı yaraları
kendi kendine tedavi etmiş, Nadim bile bu yaraları hiç görmemişti. Gözün
erişemediği derinlerde açılırdı içsel yaralar. Ama görmek isteyene gönül gözü
yeterdi.
***
Nadim secde hâlinde, bu
ıssız yokuşta, gecenin köründe kalakalmıştı. Ayağa kalkıp eve doğru gitmeye
yetmiyordu dizleri. O heybetli vücudu şimdi ufacık kalmış, zeminin tümsekli bir
parçası kadar yok görünüyordu. Tümsek, yolun vücudunda bir aza olsaydı yok sayılamazdı
ama Nadim, zeminden ayırt edilemeyen bu hâliyle var görünmüyordu.
Yağmur suları yokuştan
aşağı hızla akıyor, Nadim’in yerle yeksan göz pınarlarından akan yaşları da
yanına katıyor, daha coşkun bir vaziyet alıp ayakları ucunda köpürüyordu.
“Affet Allah’ım!”
Yere haykırınca O’na varır
mıydı bu yakarış? Gözyaşı, pişmanlık ve korku yüklü bu ağıt kime emanet
edilebilirdi? O yağmura ve toprağa kattı duasını. Secdeye varmak, O’na yakarmak
için böyle bir felâket mi gelmeliydi başına? Bunca kibrini toprağa gömmek için
kibirden bir ölüm mü peyda etmeliydi? Daha önce, çok daha önce yapmalıydı
bunları.
Meselâ tekrar eden
gecelerden birinde eve geç gelip de Feriha’nın ürkek ve sorgulayıcı
bekleyişinden nefret etmeden hemen önce…
Nefretin doğurgan tabiatında, en seçkin hakaret cümlelerini en sevgisiz
ses tonu rengiyle boyamadan, Feriha ömrünün yarısını ağlayarak geçirmeden önce…
İlgisiz ve horlayan bakışlarla Meltem’i kutucuktan bir odada yalnızlığa
düşürmeden, neşeyle coşmaya hevesli anne-kızın yüzüne derin hüzünleri
nakşetmeden önce…
Meltem böyle böyle içine
kapanmış, annesi çok sevilmeyen kızların derdini üstüne giymişti bile. Herkes
her an kızabilir, kalbini kırabilir gibi gelirdi. Nereye gitse bu ihtimâlle
zırhını giyinirdi. Okulda, arkadaş ortamlarında hep bu zırh vardı üstünde.
Cümlelerin bitiminde ifadesi korkuya evrilirdi. Her cümlesinin sonunda aşağılanma,
hor görülme riskini hesap ederdi. Ama Meltem’i ve ailesini tanıyanlar içeride
olup bitenleri duymazlardı. Çünkü Nadim, dıştan bakanlara sükûnet sahibi
adamların dinginliğini hissettirirdi. En fazla bir kibir kokusu sızardı dış
âleme; bir anne kızın sevgisizlikten ölmek üzere olan içi, dıştan
okunmazdı.
***
Nadim bir kez daha
haykırdı geceye, hıçkırıkları arasından bir cümle sızıverdi:
“Böyle olsun istemedim,
bunu yapmak istemedim!”
Kaldırdı başını, göğe
baktı. Yüzüne vuran yağmur yavaşladı, yavaşladı, durdu. Hâlâ yürümeye devam
edecek zihin gücüne sahip değildi. Yerden yarım yamalak kalkar gibi yaptı,
hemen sağındaki duvar dibine oturdu. Gecenin başından bu yana içini yakan
hararet, yerini ıslak bir soğukluğa bırakmıştı. Vücudundan çok zihni üşüyor, kalbi
üşüyordu. Dizlerini kollarıyla sarmaladı, göğsüne çekti, başını dizleri üzerine
kapattı ve yarı baygın bir hayâlî zamana gözlerini kapattı. Ağlaya ağlaya
yorulan göz kapaklarının kararıydı bu. Nadim’den emir beklemeden göz
bebeklerine sızan ışığa perde oldular.
Binbir düşünceyi bir
çukura doldurup da üstünü yığma bir enkazla kapatmak istedi Nadim. Gözlerini
kapatır gibi kolay olsun istedi. Allah’a ilk kez bu kadar içten yakarıyordu bu
gece.
“Allah’ım, lütfen ölmesin!
O benim her şeyim. Onlar benim her şeyim. Affet!”
Cümle kapsamına girebilecek
düşünceleri bu kadardı ama cümle olmayı başaramayan binbir düşünce daha vardı
içinde. Meselâ onlardan biri Feriha iyileşecek, Meltem babasını affedecek,
Nadim de bundan sonra hayatını onları mutlu etmek için yaşayacaktı. Artık
sevgisiz ve ilgisiz olmayacak, ailesini sevgiyle şımartacaktı. Bütün bu
düşüncelerin bu gece bir cümle hâlinde kurulması, dahası, bir ses titreşimi
olarak kâinata salınması mümkün değildi. Çünkü şimdi sadece “Lütfen ölmesin!”
cümlesi, diğer olumlu düşüncelerin yolunu kesiyordu. Her şey olabilir, her şey
yapılabilirdi ama her şeyden önce Feriha’nın ölmemesi gerekirdi.
***
04:00
***
Bu yokuştan sahile inmek,
sahilde vakit geçirip eve dönmek hiç bu kadar uzun ve acılı olmamıştı. Nadim
için… Geride bıraktığı Feriha ve Meltem, Nadim’in sevgisiz tavırları ve yıkıcı
sözleriyle benzer uzunlukta pek çok geceyi sabah etmişlerdi. Bu geceyi farklı
kılan şey, Nadim’in de bu mutsuzluğa dâhil oluşuydu. Mutsuz ettikleri gibi
mutsuzdu.
Gerçek bir pişmanlık,
içten bir tövbe, insanı yeniden doğmuş kadar temizleyebilirdi. Ama bütün
ümitler Feriha’nın ölebilme ihtimâlinde, Meltem’in annesinin babası tarafından
katledilmiş olabilme endişesinde tıkanıp kalıyordu.
Bu gece Feriha ölürse,
Meltem’in de çocukluğu, gençliği ölecekti. Nadim için ikisi de imkânsız
olacaktı. Öfke ne çirkin bir şeydi öyle! İnsanın bütün hayatını, sahip olduğu
ve olacağı tüm iyi anları ayakları altından çekip alıyordu. İnsanı koca
dünyanın canhıraş kalabalığında bir başına bırakıyordu. En büyük pişmanlıkları
kalbe işliyor, kalpte pişmanlık ve acıdan başka hiçbir duygu ve ümide yer
bırakmıyordu. Öfke ne hacimliydi böyle! Zihninde ne kadar iyi düşünce varsa yok
ediyor, geçmiş güzelliklerin üstünü kapattığı gibi gelecek sevinçleri de
şimdiden katlediyordu.
Nadim artık öfkenin ve
kibrin nasıl bir illet olduğunu biliyordu. Sanki bütün kırdıkları,
yıprattıkları, ağlattıkları toplanmış da ona çevrilmiş bir silah olmuştu bu
gece… Defalarca ateşe tutuluyor ama ölmüyordu.
(Devam edecek…)