“EYVAH, ne
yer kaldı, ne yâr kaldı!”[i]
Nadim, bu gece, bu yokuşta
tam da bu duygudaydı. Bir “eyvah”tan geriye yalnızca âh-u zâr kalmıştı. Bu gece
bir “eyvah” idi. Hem de böyle kalbi zıpkınla deşip de içine deprem korkuları
zerk eden “eyvah”lardan… Karanlığa meydan okurcasına büyürken sızlatan,
kâbusları ışık diye emen gözbebeklerinin haykırdığı “eyvah”lardan... Nedameti
sancaktar edasıyla taşıyan geceye hükümdarlık kurmuş “eyvah”lardan…
Ya öldüyse?
Bu cümleciğin bir buçuk
kiloluk insan beyninde işgal ettiği alan öyle geniş ve ağırdı ki beynini ıslak
yokuşa serip de üzerinde tepinme fikri bile daha katlanılır geliyordu. Öldüyse
ne yapardı?
Nadim, şiddet sicili
kabarık bir maziye sahip değildi. O yalnızca sinsi öfkelerin mağdur edebiyatlı
satırlarında gezinirdi. O satırları kalbince şekillendirir, noktayı virgülü
kârına kullanırdı. Kimseye ünlem ve soru işareti bırakmaz, cevapları çıkarcı
satırlarında bulmayanları paragraf dışı bırakırdı. Gayreti, minneti yoktu hiç.
Fiziksel şiddet bir zamana kadar ötelenmiş, yol açtığı boşluğu sıklıkla dil ve
tavır ikilisinin can yakma kabiliyeti doldurmuştu.
Şimdi ilk defaymış gibi
duran bu öfke patlaması, pek çok kez uzun cümle kalıplarında, horlayan
bakışlarda ve sevgisizliği tasvir eden her türlü eylemde yaşatılmış, ispatsız
ve yaptırımsız bir süreğenlikte yıllar yılı var edilmişti. Bu gece ilk defa
şiddet, el emeği bir işçilikle müşterisine sunulmuştu. Nadim, bütün ağır
sözlerin ve sevgisiz uzaklıkların zanlısıydı ama o her defasında “Ben haklıyım”
temalı karşı çıkışlarla bütün ithamları bertaraf edebilmişti.
Fakat şimdi ellerin de
dâhil olduğu bu yıkıcı eylemi haklılık naralarıyla yok sayamaz, daha da kötüsü
yarının nasıl bir hayatın başlangıcı olacağı sorusundan böyle basit ayak
oyunlarıyla kaçamazdı.
“Ah bu yokuş hiç bitmese,
zaman dursa!”
Ne mümkün. Yokuş bitecek,
zaman geçecekti. Olacaklar bütün bilinmezliğini korurken bilinmezliğin
cevaplara kavuşacağı âna giden yollar tükenecek, durdurulması şöyle dursun,
bekletilmesi dahi söz konusu olmayan zaman su gibi akacaktı. Nadim’in
ellerinden firar eden ipini koparmış bir darbeyle karısının yere düşüşü, düşüp
de kafasını mermer merdivene çarpışı, yerin kan rengine bulanmasıyla komşuların
bağırış seslerini duyup “Ne yaptın sen!” çığlıklarıyla olay mahalline gelişi,
üzerinden yıllar geçmiş bir kötü hatıra gibi geliyordu. Ama Nadim’in, yanına
korkuyla nefretten bir yolluk alıp kendini yollara atışından bu yana sadece
dört saat geçmişti.
Dört saat mi, dört gün mü,
dört yıl mıydı geçen? Bilemedi…
Yokuşu hızla bitirip
kendini sahile vurduğunda, henüz öfkenin şişirdiği damarları gevşememiş
olmalıydı ki benliğin kendini aklama gayretinde eritilmiş bir endişeden başkası
yoktu içinde.
Geri dönüş yollarıysa
pişmanlıktandı.
Nadim, öfkeyi şeytanî
fısıltılarda eyleme döküp de evden kaçarcasına çıkarken, yanında “Ne hâli varsa
görsün!” zırhını getirmişti. Fakat sahilde birkaç saatlik boşluğa bakma
seansında denize düşürmüş, dönüş yolunda ise düşen zırhın yerini “Ben ne
yaptım?” çıplaklığı devralmıştı. Artık savunmasızdı…
Az önce oturduğu
harabeliği geride bırakırken kendi vaziyetiyle yakınlık kurduğu bu duvar
parçasını tekrar görmek istedi. Döndü, ardına baktı. Karanlık ve sessizlik acı
veriyordu. Ömrünce bu uzayan dost yolla aralarında kıyıcı bir düşmanlık vardı
şimdi. Evine dönerken elinde taşıdığı ekmeği bile takdir eden kaldırımlar,
sitemkâr bakışlarla Nadim’i daha da eziyor, yağmur rahmetten damlalarını bir
tek ondan sakınıyordu sanki. Bütün bu denklemin paydaşları karanlık, yağmur,
sessizlik ve yokuştu. Hepsi de geceyi sevginin, şükrün ve huzurun kıyısında abâd
edilmiş bir camiye benzetiyordu; aralarında bir tek Nadim ahengi bozuyordu.
Secdeye varır gibi kapandı
yere. Üşüyor, titriyor, gitgide soğuyordu. Kalbi bedeninden bile soğuktu şimdi.
Vücudundaki bütün elementler aynı kaygıyı defalarca var etmek üzere
trilyonlarca hücreyi besliyor, tek bir tamamlanmış soru cümlesinde Nadim’in
beynini uyuşturuyordu: “Ya öldüyse?”
Yerde bir müddet daha
secde pozisyonunda kalakaldı. Bu da neydi böyle? Kıbleye mi denk düşmüştü başı?
Bu nedamet yüklü huzur kokusu yerin marifeti miydi, başını ilk kez toprağa
vuruşun verdiği uhrevî bir sığınış mıydı? Bu ayrımlar Nadim için şimdi en zorlu
logaritmik problemlere taş çıkarırdı. “Üs”sün ne olduğunu daha önce hiç düşünmemiş,
kendini de taban olarak görmemişti ne de olsa.
Ama şimdi böylesi bir
acziyetle başını toprağa koyduğunda kendini İlâhî kudretin secdesinde yakaran
bir kula benzetti. Benzetti benzetmesine de… İşte… “Ya öldüyse?” idi…
Bu hâlde toprak bile
başını yük bulmaz mıydı? Göklerin ve yerin bir Sahibi vardı; Nadim’in şu âna
kadar çok da sorgulamadığı bir alandı bu ama şimdi bu acziyet ve korku, onu bir
kul olduğu gerçeğine yaklaştırmıştı. Bu, “son pişmanlık” dediklerinden miydi?
Eğer öyleyse -ki çok benziyordu- fayda etmeyecekti, biliyordu.
***
Nadim evi terk ettikten
hemen sonra komşular ambulans çağırmış, kadının anne-babasını tanıyanlar haber
salmıştı. Evin 15’ine henüz basmış sevecen kızı Meltem, ağlaya ağlaya ambulansa
binmişti: “Anne n’olur ölme, n’olur!”
Meltem’in ağlamak ve
haykırmak arasında afallarken çatallanan sesinden, sokağın işittiği son
cümleydi bu. Sonrası, bir yuvanın altında kaldığı enkazı anlatan o matemli
sahne: Ambulansın siren sesleri ve tepe lâmbasından yayılan ağıt yüklü
ışıklar...
Gözleri kederli yaşlarla
donuklaştıran bu resim, sokağı bir müddet inletti ve kaygılı komşuların “vah”
ile “tüh”leri arasında silinip gitti.
“Anne n’olur ölme!” ne
demekti?
(Devam edecek…)