Akabe (2)

Yerde bir müddet daha secde pozisyonunda kalakaldı. Bu da neydi böyle? Kıbleye mi denk düşmüştü başı? Bu nedamet yüklü huzur kokusu yerin marifeti miydi, başını ilk kez toprağa vuruşun verdiği uhrevî bir sığınış mıydı?

“EYVAH, ne yer kaldı, ne yâr kaldı!”[i]

Nadim, bu gece, bu yokuşta tam da bu duygudaydı. Bir “eyvah”tan geriye yalnızca âh-u zâr kalmıştı. Bu gece bir “eyvah” idi. Hem de böyle kalbi zıpkınla deşip de içine deprem korkuları zerk eden “eyvah”lardan… Karanlığa meydan okurcasına büyürken sızlatan, kâbusları ışık diye emen gözbebeklerinin haykırdığı “eyvah”lardan... Nedameti sancaktar edasıyla taşıyan geceye hükümdarlık kurmuş “eyvah”lardan…

Ya öldüyse?

Bu cümleciğin bir buçuk kiloluk insan beyninde işgal ettiği alan öyle geniş ve ağırdı ki beynini ıslak yokuşa serip de üzerinde tepinme fikri bile daha katlanılır geliyordu. Öldüyse ne yapardı?

Nadim, şiddet sicili kabarık bir maziye sahip değildi. O yalnızca sinsi öfkelerin mağdur edebiyatlı satırlarında gezinirdi. O satırları kalbince şekillendirir, noktayı virgülü kârına kullanırdı. Kimseye ünlem ve soru işareti bırakmaz, cevapları çıkarcı satırlarında bulmayanları paragraf dışı bırakırdı. Gayreti, minneti yoktu hiç. Fiziksel şiddet bir zamana kadar ötelenmiş, yol açtığı boşluğu sıklıkla dil ve tavır ikilisinin can yakma kabiliyeti doldurmuştu. 

Şimdi ilk defaymış gibi duran bu öfke patlaması, pek çok kez uzun cümle kalıplarında, horlayan bakışlarda ve sevgisizliği tasvir eden her türlü eylemde yaşatılmış, ispatsız ve yaptırımsız bir süreğenlikte yıllar yılı var edilmişti. Bu gece ilk defa şiddet, el emeği bir işçilikle müşterisine sunulmuştu. Nadim, bütün ağır sözlerin ve sevgisiz uzaklıkların zanlısıydı ama o her defasında “Ben haklıyım” temalı karşı çıkışlarla bütün ithamları bertaraf edebilmişti.

Fakat şimdi ellerin de dâhil olduğu bu yıkıcı eylemi haklılık naralarıyla yok sayamaz, daha da kötüsü yarının nasıl bir hayatın başlangıcı olacağı sorusundan böyle basit ayak oyunlarıyla kaçamazdı.

“Ah bu yokuş hiç bitmese, zaman dursa!”

Ne mümkün. Yokuş bitecek, zaman geçecekti. Olacaklar bütün bilinmezliğini korurken bilinmezliğin cevaplara kavuşacağı âna giden yollar tükenecek, durdurulması şöyle dursun, bekletilmesi dahi söz konusu olmayan zaman su gibi akacaktı. Nadim’in ellerinden firar eden ipini koparmış bir darbeyle karısının yere düşüşü, düşüp de kafasını mermer merdivene çarpışı, yerin kan rengine bulanmasıyla komşuların bağırış seslerini duyup “Ne yaptın sen!” çığlıklarıyla olay mahalline gelişi, üzerinden yıllar geçmiş bir kötü hatıra gibi geliyordu. Ama Nadim’in, yanına korkuyla nefretten bir yolluk alıp kendini yollara atışından bu yana sadece dört saat geçmişti.

Dört saat mi, dört gün mü, dört yıl mıydı geçen? Bilemedi…

Yokuşu hızla bitirip kendini sahile vurduğunda, henüz öfkenin şişirdiği damarları gevşememiş olmalıydı ki benliğin kendini aklama gayretinde eritilmiş bir endişeden başkası yoktu içinde.

Geri dönüş yollarıysa pişmanlıktandı.

Nadim, öfkeyi şeytanî fısıltılarda eyleme döküp de evden kaçarcasına çıkarken, yanında “Ne hâli varsa görsün!” zırhını getirmişti. Fakat sahilde birkaç saatlik boşluğa bakma seansında denize düşürmüş, dönüş yolunda ise düşen zırhın yerini “Ben ne yaptım?” çıplaklığı devralmıştı. Artık savunmasızdı…

Az önce oturduğu harabeliği geride bırakırken kendi vaziyetiyle yakınlık kurduğu bu duvar parçasını tekrar görmek istedi. Döndü, ardına baktı. Karanlık ve sessizlik acı veriyordu. Ömrünce bu uzayan dost yolla aralarında kıyıcı bir düşmanlık vardı şimdi. Evine dönerken elinde taşıdığı ekmeği bile takdir eden kaldırımlar, sitemkâr bakışlarla Nadim’i daha da eziyor, yağmur rahmetten damlalarını bir tek ondan sakınıyordu sanki. Bütün bu denklemin paydaşları karanlık, yağmur, sessizlik ve yokuştu. Hepsi de geceyi sevginin, şükrün ve huzurun kıyısında abâd edilmiş bir camiye benzetiyordu; aralarında bir tek Nadim ahengi bozuyordu.

Secdeye varır gibi kapandı yere. Üşüyor, titriyor, gitgide soğuyordu. Kalbi bedeninden bile soğuktu şimdi. Vücudundaki bütün elementler aynı kaygıyı defalarca var etmek üzere trilyonlarca hücreyi besliyor, tek bir tamamlanmış soru cümlesinde Nadim’in beynini uyuşturuyordu: “Ya öldüyse?”

Yerde bir müddet daha secde pozisyonunda kalakaldı. Bu da neydi böyle? Kıbleye mi denk düşmüştü başı? Bu nedamet yüklü huzur kokusu yerin marifeti miydi, başını ilk kez toprağa vuruşun verdiği uhrevî bir sığınış mıydı? Bu ayrımlar Nadim için şimdi en zorlu logaritmik problemlere taş çıkarırdı. “Üs”sün ne olduğunu daha önce hiç düşünmemiş, kendini de taban olarak görmemişti ne de olsa.

Ama şimdi böylesi bir acziyetle başını toprağa koyduğunda kendini İlâhî kudretin secdesinde yakaran bir kula benzetti. Benzetti benzetmesine de… İşte… “Ya öldüyse?” idi…

Bu hâlde toprak bile başını yük bulmaz mıydı? Göklerin ve yerin bir Sahibi vardı; Nadim’in şu âna kadar çok da sorgulamadığı bir alandı bu ama şimdi bu acziyet ve korku, onu bir kul olduğu gerçeğine yaklaştırmıştı. Bu, “son pişmanlık” dediklerinden miydi? Eğer öyleyse -ki çok benziyordu- fayda etmeyecekti, biliyordu.

***

Nadim evi terk ettikten hemen sonra komşular ambulans çağırmış, kadının anne-babasını tanıyanlar haber salmıştı. Evin 15’ine henüz basmış sevecen kızı Meltem, ağlaya ağlaya ambulansa binmişti: “Anne n’olur ölme, n’olur!”

Meltem’in ağlamak ve haykırmak arasında afallarken çatallanan sesinden, sokağın işittiği son cümleydi bu. Sonrası, bir yuvanın altında kaldığı enkazı anlatan o matemli sahne: Ambulansın siren sesleri ve tepe lâmbasından yayılan ağıt yüklü ışıklar...

Gözleri kederli yaşlarla donuklaştıran bu resim, sokağı bir müddet inletti ve kaygılı komşuların “vah” ile “tüh”leri arasında silinip gitti.

“Anne n’olur ölme!” ne demekti?

(Devam edecek…)

 



[i] Abdülhak Hâmid Tarhan, “Makber”