
UZUN zamandan beri bütün sosyal müesseselerimizde olduğu
gibi aile hayatımızda da geniş çapta erozyonlar olduğu gözlenmektedir.
Anlaşılabilir bir misal verirsek…
Bazı tabiat olayları ve fiziksel yapıları sebebiyle
nasıl verimli toprakları kaybediyorsak, sağlam yapıdaki aile müessesemizi de
verimli topraklar misali yavaş yavaş manevî bir erozyonla (maazallah) kaybetmek
üzereyiz. Bu feryat çok can yakıcı olsa da, tehlikeye işaret etmek içindir.
Bunun sebebi, yeni nesillerimize manevî ölçü olabilecek bir şeyler verememiş
olmamızda aranmalıdır.
TV kanallarında, sosyal medya ortamında aile
faciaları, ıstırap verici hikâyeleri her gün basın ve yayın organlarıyla
gözlerimizin önüne serilmektedir. Sanki uyuşturulmuş, şuurunu kaybetmiş
kişiler gibi, faciayı görmemekte veya gülüp geçmekteyiz. Birçok sanatkâr(!), uzatmalı
sevgilileri ile övünmekte ve gençlerimize örnek olmaktadırlar. Eş/koca kavramı,
bu tipler için şöhret, rahat ve ucuz lüks hayat yollarını elde etmeye mâni olan
bir engel gibi görünmektedir. Bunun neticesinde, fakir veya zengin olan
kocasını beklemek, evine sahip olmak, yemek yapmak, sınırlı aile bütçesinin
hudutları içinde mütevazı hayatı ile gurur duyabilmek, kısacası aslî şahsiyeti
olan kadınlık ve analık sorumluluğunu hissedebilmek gibi ulvî düşünceler,
nafile kavramlar hâline gelmeye başlamıştır.
Erkeğin durumu da kadınınkinden farklı değildir. Helâlinden
kazananları tenzih ederek söyleyelim, alın teri dökmeden, helâl- haram demeden,
pragmatik bir yolla, ucuz lüks bir hayat nasıl elde edilecektir, bunun hesapları
yapılmaktadır.
İşte her iki cinsin meşru yollarla elde edilmesi
mümkün olmayan hayâlleri! Aile çekirdeğinin ilk adımı bu ham hayâllerle
başlarsa toplum bünyesinde daha nice yaralar açılacağı aşikârdır. Daha fazla
yorum yapmaya lüzum yok!
Açıkça görülüyor ki, her gün bir şeyler
kaybetmekteyiz. Istırap duyduklarım hepimizin yürek yarasıdır. Görülüyor ki,
insan fıtratındaki sapmalar, bir dokudaki hücreleri yok eden kanser gibidir. Bu
hastalık, tedavi yoluna gidilmezse ferdi, toplumu, ülkeyi ve bütün
dünyayı, kendi düzensizlik ve çarpıklığının bozuk mantığına boyun eğdirir, yok
eder. Bugün toplumumuzu tehdit eden bu hastalık gelecek bir ihtimâl değil, yüz
yüze kaldığımız tarihî bir olaydır. İstikbâlden ümit kesmiş değiliz lâkin
söylemeden, tehlikeye dikkat çekmeden de geçemeyeceğiz.
Yaşadığımız bu asırda bilim ve teknolojinin baş döndürücü
bir hızla ilerlemesinin insanlığa büyük maddî imkânlar sağladığı inkâr
edilemez. Bu maddî ilerlemeye rağmen insanlar mutlu mudurlar? Artık problemleri
bitmiş midir? Esefle ifade edelim ki, bu sorulara cevabımız müspet
olamayacaktır. Müşahedelerimiz şunu göstermektedir: Maddî ilerlemelere rağmen
insanlar mutlu değiller, problemleri ise azalacağı yerde artmaktadır. Bunun da
en önemli sebebi, insanları hayvanlardan ayıran değerler dünyası olan manevî
yönün ihmâl edilmesi, bütün canlıların ortak ihtiyaçları olan beslenme, üreme
ve korunma içgüdülerinin öne geçmesidir. Daha doğrusu, insanı insan yapan,
diğer varlıklardan ayıran özellik, onun değerler dünyasındaki hükümlere
bağlılığıdır. Bugün gerek fert ve gerekse toplum yönünden bütün müesseseleri
saran hastalığın asıl sebebi, bu değerler dünyasından uzaklaşmamız veya uzaklaştırılmamız
ve daha az insanî olana yönlendirilmemizdir.
Toplumumuzu kemiren bu hastalık yüzünden neredeyse kimliğini
yitiren bir ülke hâline gelmiş bulunmaktayız. Basın yayın organları el birliği
etmişçesine benliğimizi unutturacak yabanîliklerini sürdürmektedir.
Gençlerimiz, yaşlılarımız, bebeklerimiz bu tip yayınlarla yatıp uyanıyor.
Dünyanın hiçbir yerinde kendi gençliğine böylesi sırt çeviren bir propaganda
ile bir ülkede yaşamayı hak etmiyoruz. Örf ve âdetlerimize uymayan evlilik dışı
beraberlikler, gayrimeşru beraberlikleri öven TV programları, gençlerimizin ruh
yapısında, toplumun bünyesinde tamiri imkânsız yaralar açmaktadır. Kimi basın-yayın
organlarımızın sunduğu Batı’nın aile hayatı, doğrusu yanlışı ayırt
edilmeksizin, bir nimetmiş gibi alınmakta, onların tekeli altına girilmektedir.
Bugün sokakta flörtle başlayan, kısa bir müddet sonra boşanma ile biten aile
faciaları, Batı’yı şuursuzca taklit edişimizden ileri gelmektedir. Boyalı basın
ve kimi yayın organlarının boy hedefi yaptığı aileyi, bir huzur yuvası olmaktan
ziyade cinselliğe dayalı bir yapıymış gibi göstermeye çalışması, maddî
heveslerin tatmin edildiği bir yer olarak göstermesi, insanlığın geleceğini
tehlikeye sokmasından başka bir şey değildir.
İslâm’ın kadına verdiği insan şahsiyetinin en güzel
örneğini Hazreti Peygamber, bir insan hakları beyannamesi olan Veda Hutbesi’nde
kadın, aile ve evlilik üzerine şöyle buyurmaktadır:
“Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta
Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah emaneti olarak aldınız;
onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz,
sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarınızın aile şerefini, sizin
hoşlanmadığınız hiç kimseye çiğnetmemesidir. Kadınlarınızın da sizin
üzerinizde hakları, örf ve âdete göre, onların her türlü yiyecek, giyecek ve
ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Onlar sizin hakkınıza riayet etsinler. Siz de
onlara nezaketle muamele edin. Bir kadının, kocasının izni olmadıkça onun
malından bir şeyi başkasına vermesi helâl olmaz. Çocuk kimin nikâhı altında
doğmuş ise ona aittir ve zina suçunu işleyen kişi, çocuk üzerinde hak iddia
edemez. Bunların hesabını Allah görecektir.”
Sonuç olarak, kanaatimizce Mukaddes Kitabımız Kur’ân,
ferdî ve sosyal hastalıklarımızı ve onların tedavi çarelerini göstermiş yani
doktor olarak hastalığı teşhis etmiş, reçetesini yazmış, ilâcını vermiştir. Bize
düşen, Kur’ân ahkâmına göre İslâmî hayatı yaşamak ve yalancı reçetelerden, Frenk
mukallidi hastalığının pençesinden kurtulup Kur’ân’da sunulan ilâcı içerek
kendimize gelmektir. Debdebeli ve şatafatlı hayata kendimizi o kadar
daldırmışız ki uçurumun kenarında olduğumuzun farkına varamıyoruz. Unutmayalım,
Kur’ân şifadır.
Vesselâm…