Aile toplumun aynasıdır (3)

Boyalı basın ve kimi yayın organlarının boy hedefi yaptığı aileyi, bir huzur yuvası olmaktan ziyade cinselliğe dayalı bir yapıymış gibi göstermeye çalışması, maddî heveslerin tatmin edildiği bir yer olarak göstermesi, insanlığın geleceğini tehlikeye sokmasından başka bir şey değildir.

UZUN zamandan beri bütün sosyal müesseselerimizde olduğu gi­bi aile hayatımızda da geniş çapta erozyonlar olduğu gözlenmekte­dir.

Anlaşılabilir bir misal verirsek…

Bazı tabiat olayları ve fiziksel yapıları sebebiyle nasıl verimli toprakları kaybediyorsak, sağlam yapıdaki aile müessesemizi de verimli topraklar misali yavaş yavaş manevî bir erozyonla (maazallah) kay­betmek üzereyiz. Bu feryat çok can yakıcı olsa da, tehlikeye işaret etmek içindir. Bunun sebebi, yeni nesillerimize manevî ölçü olabilecek bir şeyler verememiş olmamızda aranmalıdır.

TV kanallarında, sosyal medya ortamında aile faciaları, ıstırap verici hikâyeleri her gün basın ve yayın organları­yla gözlerimizin önüne serilmektedir. Sanki uyuşturulmuş, şuurunu kay­betmiş kişiler gibi, faciayı görmemekte veya gülüp geçmekteyiz. Birçok sanatkâr(!), uzatmalı sevgilileri ile övünmekte ve gençlerimize örnek olmaktadırlar. Eş/koca kav­ramı, bu tipler için şöhret, rahat ve ucuz lüks hayat yollarını elde etmeye mâni olan bir engel gibi görünmektedir. Bunun neticesinde, fakir veya zengin olan kocasını beklemek, evine sahip olmak, ye­mek yapmak, sınırlı aile bütçesinin hudutları içinde mütevazı hayatı ile gurur duyabilmek, kısacası aslî şahsiyeti olan kadınlık ve analık sorumluluğunu hissedebilmek gibi ulvî düşünceler, nafile kavramlar hâline gelmeye başlamıştır.

Erkeğin durumu da kadınınkinden farklı değildir. Helâlinden kazananları tenzih ederek söyleyelim, alın teri dökmeden, helâl- haram demeden, pragmatik bir yolla, ucuz lüks bir hayat nasıl elde edilecektir, bunun hesapları yapılmaktadır.

İşte her iki cinsin meşru yollarla elde edilmesi mümkün olmayan hayâlleri! Aile çekirdeğinin ilk adımı bu ham ha­yâllerle başlarsa toplum bünyesinde daha nice yaralar açılacağı aşikârdır. Daha fazla yorum yapmaya lüzum yok!

Açıkça görülü­yor ki, her gün bir şeyler kaybetmekteyiz. Istırap duyduklarım hepimizin yürek yarasıdır. Görülüyor ki, insan fıtratındaki sapmalar, bir dokudaki hüc­releri yok eden kanser gibidir. Bu hastalık, tedavi yoluna gidilmez­se ferdi, toplumu, ülkeyi ve bütün dünyayı, kendi düzensizlik ve çarpıklığının bozuk mantığına boyun eğdirir, yok eder. Bugün toplumumuzu tehdit eden bu hastalık gelecek bir ihtimâl değil, yüz yüze kaldığımız tarihî bir olaydır. İstikbâlden ümit kesmiş değiliz lâkin söylemeden, tehlikeye dikkat çekmeden de geçemeyeceğiz.

Yaşadığımız bu asırda bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlemesinin insanlığa büyük maddî imkânlar sağladığı inkâr edilemez. Bu maddî ilerlemeye rağmen insanlar mutlu mudurlar? Artık problemleri bitmiş midir? Esefle ifade edelim ki, bu sorulara cevabımız müspet olamayacaktır. Müşahedelerimiz şunu göstermektedir: Maddî ilerlemelere rağmen insanlar mutlu değiller, problemleri ise azalacağı yerde artmaktadır. Bunun da en önemli sebebi, insanları hayvanlardan ayıran değerler dünyası olan ma­nevî yönün ihmâl edilmesi, bütün canlıların ortak ihtiyaçları olan beslenme, üreme ve korunma içgüdülerinin öne geçmesidir. Da­ha doğrusu, insanı insan yapan, diğer varlıklardan ayıran özel­lik, onun değerler dünyasındaki hükümlere bağlılığıdır. Bugün ge­rek fert ve gerekse toplum yönünden bütün müesseseleri saran hastalığın asıl sebebi, bu değerler dünyasından uzaklaşmamız veya uzaklaştırılmamız ve daha az insanî olana yönlendirilmemizdir.

Toplumumuzu kemiren bu hastalık yüzünden neredeyse kim­liğini yitiren bir ülke hâline gelmiş bulunmaktayız. Basın ya­yın organları el birliği etmişçesine benliğimizi unutturacak ya­banîliklerini sürdürmektedir. Gençlerimiz, yaşlılarımız, bebeklerimiz bu tip yayınlarla yatıp uyanıyor. Dünyanın hiçbir yerinde kendi gençliğine böylesi sırt çeviren bir propaganda ile bir ülkede yaşamayı hak etmiyoruz. Örf ve âdetlerimize uymayan evlilik dışı beraberlikler, gayrimeşru beraberlikleri öven TV programları, gençlerimizin ruh yapısında, toplumun bünyesinde tamiri imkânsız yaralar açmaktadır. Kimi basın-yayın organlarımızın sunduğu Batı’nın aile hayatı, doğrusu yanlışı ayırt edilmeksizin, bir nimetmiş gibi alınmakta, onların tekeli altına girilmektedir. Bugün sokakta flörtle başlayan, kısa bir müd­det sonra boşanma ile biten aile faciaları, Batı’yı şuursuzca taklit edişimizden ileri gelmektedir. Boyalı basın ve kimi yayın organlarının boy hedefi yaptığı aileyi, bir huzur yuvası olmaktan ziyade cinselliğe dayalı bir yapıymış gibi göstermeye çalışması, maddî heveslerin tatmin edildiği bir yer olarak göstermesi, insanlığın geleceğini tehlikeye sokmasından başka bir şey değildir.

İslâm’ın kadına verdiği insan şahsiyetinin en güzel örneğini Hazreti Peygamber, bir insan hakları beyannamesi olan Veda Hutbesi’nde kadın, aile ve evlilik üzerine şöyle buyurmak­tadır:

“Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah emaneti olarak al­dınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz, sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarınızın aile şerefini, sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye çiğnetmemesidir. Kadın­larınızın da sizin üzerinizde hakları, örf ve âdete göre, onların her türlü yiyecek, giyecek ve ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Onlar si­zin hakkınıza riayet etsinler. Siz de onlara nezaketle muamele edin. Bir kadının, kocasının izni olmadıkça onun malından bir şeyi başka­sına vermesi helâl olmaz. Çocuk kimin nikâhı altında doğmuş ise ona aittir ve zina suçunu işleyen kişi, çocuk üzerinde hak iddia edemez. Bunların hesabını Allah görecektir.”

Sonuç olarak, kanaatimizce Mukaddes Kitabımız Kur’ân, ferdî ve sosyal hastalıkla­rımızı ve onların tedavi çarelerini göstermiş yani doktor olarak hastalığı teşhis etmiş, reçetesini yazmış, ilâcını vermiştir. Bize düşen, Kur’ân ahkâmına göre İslâmî hayatı yaşamak ve yalancı reçetelerden, Frenk mukallidi hastalığının pençesinden kurtulup Kur’ân’da sunulan ilâcı içerek kendimize gelmektir. Debdebeli ve şatafatlı hayata kendimizi o kadar daldırmışız ki uçurumun kenarında olduğumuzun farkına varamıyoruz. Unutmayalım, Kur’ân şifadır.

Vesselâm…