
ERKEK ve kadının evlenmekle ayrılmaz bir bütün olduklarını düşünen
ve dolayısıyla aile birliğinin her türlü durum ve şartta devam etmesi gerektiği
noktasından hareket eden Hıristiyanlık anlayışı, İslâm tarafından bir ifrat
olarak kabul edilmiştir.
İslâm’da nikâh ve talâk (boşanma), ciddiyet isteyen
hususlardandır. Bunlar üzerinde şaka yapılmaz. Bu iş, şahsiyetini kazanmış
insanların taşıyabileceği bir yüktür. Boşanmayı eğlence hâline getiren erkeğe
İslâm elbette şahsiyetsizliğinin ve cehaletinin cezasını verecektir. İslâm’da
iki talâka kadar müsaade edilmiş, üçüncü bir talâk durumunda, talâkı oyuncak
hâline getiren koca, boşadığı kadını (araya başka bir nikâh girmedikçe) alamaz.
Boşadığı kadının başka biriyle nikâhlamasından sonra, onu tekrar alacak bir
kocayı tasavvur etmek zordur.
Böyle bir durum, bir taraftan şahsiyetli bir koca
olmayı beceremeyen erkeğe müthiş bir ceza, diğer taraftan da o kocanın
nikâhında bulunan kadının bir şahsiyet olduğu hakikatinin ispatıdır.
İslâm’ın kadına ve onun kuracağı aileye verdiği önemi
anlayabilmek için Hıristiyan dünyasının karanlık çağını, Cahiliye devri Arap yarımadasında
ve de Avrupa’sında yani o günün dünyasındaki kadının durumunu iyi bilmek, elde
edilen bu bilgilerle İslâm’ın verdiklerini mukayese etmek gerekir.
İslâm’ın gelişinden önce Arap yarımadasında, tarih,
kültür ve medeniyetin doğduğu saha olan Orta Doğu’da, Akdeniz ülkelerinde ve
Avrupa’da kadının durumu incelenecek olursa, konunun hâl-i pürmelâlinin iç
açıcı olmadığı görülür.
Eski Roma ve Yunan’da kadının istediği kadar koca
değiştirebileceği hususu açıktır. Bu duruma bir aksülâmel olarak gelen Hıristiyanlık,
erkeğin kadınla münasebet kurmasını ayıplamış, erkek ve kadının ömrünün sonuna
kadar bakire kalmasını ahlâkın en üstün prensibi olarak kabul etmişti.
İslâm’dan önce kadın, dünyanın her yerinde zulme
uğramış, çok kanlı (poligami) ve çok kocalı (poliandri) evlilik sistemleri
içerisinde bir mal olmaktan daha ileri gidememiştir.
Mal gibi alıp satılmış, kendisine miras bırakılmışsa
da mirasa sahip olamamış, kendisine sahip olunmuş fakat kendisi malik
olamamıştır. İslâm’ın gelişinden önce işte böyle bir metotla sağlam bir sonuca
ulaşılabilir. Yoksa, İslâm’dan önce kadının durumunu bilmezken ve hele İslâm’ın
ona neler verdiğini anlamamaya çalışırken, İslâm’ın kadına ve aileye verdiği
önemi anlamak asla mümkün olamaz. Bu sebeptendir ki, günümüzde kadına ve aileye
serbestlik ve hürriyet adı altında kristal bardaklarla zehirler sunulmakta,
toplumun bu temel müessesesinin önemi kaybettirilmeye çalışılmaktadır.
Mutlak hürriyet ancak Yaratan’a (Allah’a) mahsustur.
Yaratılanların en şereflisi olan insan da bu hürriyetten elbette nasibini
alacaktır. İslâm’ın kadına ve aileye verdiği önemi hiçe sayıp dine karşı
düşmanlıklarını sergileyenler, kristal bardaklarla sundukları Allah’sız (hâşa)
bir hürriyet anlayışı zehriyle erkeğimizi, kadınımızı ve bunların teşkil
ettikleri aileyi değerler dünyasından uzaklaştırmaktadırlar.
Orta Çağ’da insanlıkla asla alâkası olmayan kadına,
İslâm, dinî ve medenî haklarının hepsini vermiş, onun da bir şahsiyet olduğunu
ortaya çıkartmıştır. İnsanın aynı cevherden yaratılmış olduğunu söyleyerek,
kadının erkekten ayrı bir varlık olmadığını göstermiştir.
Kur’ân’da ona bir sûre (Nisa) de tahsis edilmiştir.
Erkeğin anatomik ve fizyolojik yönlerden kadınlardan farklı oluşu sebebiyle,
erkek, kadın üzerine koruyucu kılınmış ve bu yönden “Erkek, kadın gibi değildir”
(Âl-i İmran, 35) denilmek suretiyle erkeğin sert ve meşakkate tahammül
edebilecek kabiliyette, kadının ise aksine naif, lâtif, müşfik ve zayıf olarak
yaratıldığı ifade edilmektedir.
Kendilerinde bulunan kadınlık hâllerinden dolayı kadınlar
mesul değildirler. İslâm kadına böyle bir şahsiyet verdikten sonra, onu erkekle
müsâvi tutmuş, evlilik nizamını yeniden düzenlemiş, kadın ve aileyi hürmete
lâyık bir hâle getirmiştir.
Yaratılışları itibariyle temayüz eden farklılıklarından,
İslâm, erkeği kadın üzerine koruyucu kılmıştır. Kadının geçimini temin etme
hususunda erkeği vazifelendirmiştir.
Erkeğin anatomik ve fizyolojik yönlerden kadına nispetle değişik ve güçlü oluşu gibi sebeplerle bu vazife erkeğe verilmiştir. Böyle bir durum, kadının hakkını asla kısıtlayıcı olmamıştır ki bu ifadelerden İslâm’ın kadınla erkeği bir/eşit tutmadığı anlamı çıkarılamaz. Üstünlüğü bir tarafta görmek doğru değildir. Erkeğin (kavvam) koruyucu kabiliyetine mukabil, kadına da güzellik, letafet, incelik, zarafet gibi erkeğin üstünlüğünü giderecek meziyetler verilmiştir.