Aile toplumun aynasıdır (2)

İslâm’dan önce kadın, dünyanın her yerinde zulme uğramış, çok kanlı (poligami) ve çok kocalı (poliandri) evlilik sistemleri içerisinde bir mal olmaktan daha ileri gidememiştir. Mal gibi alıp satılmış, kendisine miras bırakılmışsa da mirasa sahip olamamış, kendisine sahip olunmuş fakat kendisi malik olamamıştır.

ERKEK ve kadının evlenmekle ayrılmaz bir bütün olduklarını düşünen ve dolayısıyla aile birliğinin her türlü durum ve şartta devam etmesi gerektiği noktasından hareket eden Hıristiyanlık anlayışı, İslâm tarafından bir ifrat olarak kabul edilmiştir.

İslâm’da nikâh ve talâk (boşanma), ciddiyet isteyen hususlardandır. Bunlar üze­rinde şaka yapılmaz. Bu iş, şahsiyetini kazanmış insanların taşıya­bileceği bir yüktür. Boşanmayı eğlence hâline getiren erkeğe İslâm elbette şahsiyetsizliğinin ve cehaletinin cezasını verecektir. İslâm’da iki talâka kadar müsaade edilmiş, üçüncü bir talâk durumunda, talâkı oyuncak hâline getiren koca, boşadığı kadını (araya başka bir nikâh girmedikçe) alamaz. Boşadığı kadının başka biriyle nikâhlamasından sonra, onu tekrar alacak bir kocayı ta­savvur etmek zordur.

Böyle bir durum, bir taraftan şahsiyetli bir koca olmayı beceremeyen erkeğe müthiş bir ceza, diğer taraftan da o kocanın nikâhında bulunan kadının bir şahsiyet olduğu hakikatinin ispatıdır.

İslâm’ın kadına ve onun kuracağı aileye verdiği önemi anla­yabilmek için Hıristiyan dünyasının karanlık çağını, Cahiliye devri Arap yarımadasında ve de Avrupa’sında yani o günün dünyasındaki kadının durumunu iyi bilmek, elde edilen bu bilgilerle İslâm’ın verdiklerini mu­kayese etmek gerekir.

İslâm’ın gelişin­den önce Arap yarımadasında, tarih, kültür ve medeniyetin doğ­duğu saha olan Orta Doğu’da, Akdeniz ülkelerinde ve Avrupa’da ka­dının durumu incelenecek olursa, konunun hâl-i pürmelâlinin iç açıcı olmadı­ğı görülür.

Eski Roma ve Yunan’da kadının istediği kadar koca değiştirebileceği hususu açıktır. Bu duruma bir aksülâmel olarak gelen Hıristiyanlık, erkeğin kadınla münasebet kurmasını ayıpla­mış, erkek ve kadının ömrünün sonuna kadar bakire kalmasını ahlâkın en üstün prensibi olarak kabul etmişti.

İslâm’dan önce kadın, dünyanın her yerinde zulme uğramış, çok kanlı (poligami) ve çok kocalı (poliandri) evlilik sistemleri içerisinde bir mal olmaktan daha ileri gidememiştir.

Mal gibi alıp satılmış, kendisine miras bırakılmışsa da mirasa sahip olamamış, kendisine sahip olunmuş fakat kendisi malik olamamıştır. İslâm’ın gelişin­den önce işte böyle bir metotla sağlam bir sonuca ulaşılabilir. Yoksa, İslâm’dan önce kadının durumunu bilmezken ve hele İslâm’ın ona neler verdiğini anlamamaya çalışırken, İslâm’ın kadına ve aileye verdiği önemi anlamak asla mümkün olamaz. Bu sebeptendir ki, günümüzde kadına ve aileye serbestlik ve hürriyet adı altında kristal bardaklarla zehirler sunulmakta, toplumun bu temel müessesesinin önemi kaybettirilmeye çalışılmaktadır.

Mutlak hürriyet ancak Yaratan’a (Allah’a) mahsustur. Yaratılanların en şereflisi olan insan da bu hürriyetten elbette nasibini alacak­tır. İslâm’ın kadına ve aileye verdiği önemi hiçe sayıp dine karşı düşmanlıklarını sergileyenler, kristal bardaklarla sundukları Allah’sız (hâşa) bir hürriyet anlayışı zehriyle erkeğimizi, kadınımızı ve bunların teşkil ettikleri aileyi değerler dünyasından uzaklaştırmaktadırlar.

Orta Çağ’da insanlıkla asla alâkası olmayan kadına, İslâm, dinî ve medenî haklarının hepsini vermiş, onun da bir şahsiyet olduğu­nu ortaya çıkartmıştır. İnsanın aynı cevherden yaratılmış olduğu­nu söyleyerek, kadının erkekten ayrı bir varlık olmadığını göster­miştir.

Kur’ân’da ona bir sûre (Nisa) de tahsis edilmiştir. Erkeğin anatomik ve fizyolojik yönlerden kadınlardan farklı oluşu sebebiyle, erkek, kadın üzerine koruyucu kılınmış ve bu yönden “Erkek, kadın gibi değildir” (Âl-i İmran, 35) denilmek suretiyle erkeğin sert ve meşakkate tahammül edebilecek kabiliyette, kadının ise aksine naif, lâtif, müşfik ve zayıf olarak yaratıldığı ifade edilmektedir.

Kendile­rinde bulunan kadınlık hâllerinden dolayı kadınlar mesul değildirler. İslâm kadına böyle bir şahsiyet verdikten sonra, onu erkekle müsâvi tut­muş, evlilik nizamını yeniden düzenlemiş, kadın ve aileyi hürmete lâyık bir hâle getirmiştir.

Yaratılışları itibariyle temayüz eden farklılıklarından, İslâm, erkeği kadın üzerine koruyucu kıl­mıştır. Kadının geçimini temin etme hususunda erkeği vazifelendirmiştir.

Erkeğin anatomik ve fizyolojik yönlerden kadına nispetle de­ğişik ve güçlü oluşu gibi sebeplerle bu vazife erkeğe verilmiştir. Böyle bir durum, kadının hakkını asla kısıtlayıcı olmamıştır ki bu ifadelerden İslâm’ın kadınla erkeği bir/eşit tutmadığı anlamı çıkarılamaz. Üstünlüğü bir tarafta görmek doğru değildir. Erkeğin (kavvam) koruyucu kabiliyetine mukabil, kadına da güzellik, letafet, incelik, zarafet gibi erkeğin üstünlüğünü giderecek meziyetler verilmiştir.