Aile olmanın kodları

Ebeveyn olan insanların birbirlerine aşırı saygısızca davranmaları, kırmaları, rencide etmeleri, bir güz gülünün kırağıyla yaşamasından çok daha kötüdür. Zamanı mahzenine birlikte gönderen insanların mutlaka iyi anıları olmuştur. Zor zamanlarında o anılarının yamaçlarında bir ağaca yaslanıp nefes almayı başarabilmeliler.

“AİLE” kavramının konuşulmadığı, alternatif cümlelerin kurulmadığı sohbetler çok nâdirdir. Bu yazıyı yazmadan çok önce bu konularda iyi olduğuna inandığım ve bildiğim bir dost ile aile üzerinde bir sohbetimiz olmuştu. Dergimizin bu ayki konusu da “aile” olunca, ortak düşüncelerimizi siz değerli okurlarımızla paylaşayım istedim.

Aile olmak, bir çabadan çok öte, farklı bir renk, farklı bir eylemle rutinlerden sıyrılarak, kendine “mâl” etme duygularının çok ötesinde bütüncül bir değer olduğunun bilincinde olmaktır. Tüm aile bireyleri birbirlerine anlam verdiğini hissettirmek, ezbere değil de ezber bozan gibi yaşayarak, ürküten bir görüntüye sahip olsalar dahi onun çok ötesinde yaptıklarıyla yapacaklarına umut köprüsü olabilmelidirler. Aynı zamanda korkutmayacak, tedirgin etmeyecek, kaygılandırmayacak eylem ve söylemlere sahip olmalılar. Güçlü bir karakter, kararlı bir duruş, güven veren bir bakış, kıymetli olduğunu hissettiren cesaretler sergilenebilmelidir. Var olan zaaflar sıkça güncellenmemeli ama onların farkında olunmalı. Aile fertleri asla zaaflardan bencilce istifade etmemeli, onları sürekli bir kötülük gibi algılamadan bir yere koyabilmeli. Kolay olmayan bir hayatı kolay gibi yaşayabilmek, sürekli şikâyet ve tekrar etmemek, evinde çorba kaynamıyorsa da evine gidebilmek, sevgisini ve fedakârlığını yük etmemek…

Hayatın her basamağının paylaşılması gerekir. Taraflar bunun farkında ve bilincinde olmalıdır. Zira olumsuz duruşların sakıncaları kaçınılmazdır. Olumlu davranışlar ise bir zorunluluk gibi görülmemelidir. Şayet bu özverili davranışlar daima zorunlu yapılması gerekenlerin hânesine yazılırsa, bu çok kaba bir davranış olarak muhatabına yansır ve telâfisi imkânsız içsel suskunluklara kapılar aralar. Bu durum çok yorucudur. Zira yaşamını nezaket üzerine kurgulamış olanlar için bir cam fanusun kırılması gibidir.

İnsan, minnettar olduğu bir konuyu rutine bağlayıp, gündelik sıradanlıklardan daha çok yıpranır ve inancı sarsıldığı için de çok kırılır. Bazen iyilik çok nankör bir eylemmiş gibi muamele görür ve çok çabuk unutulur. Bir hatâ bin fedakârlığı yok etmemeli ve o hatâ da konuşulabilmelidir.

Bazı iyilikler vardır ki, çok özeldirler. Bunun için onları sıradan görmeden, hangi şartlar altında yapıldığının bilincinde olunmalıdır. Zira her bir fedakârlık ayrı bir özveri gerektirir ama bazı fedakârlıklar daha özel özveriler gerektirmektedir ki insanın kendini her anlamda paraladığı zamanlardır o anlar. Eğer bu görmezden gelinirse, ister istemez kişi, hayatını sorgulamaya başlar ve suskunluğa başka bir kapı daha aralanmış olur. İşte o vakit, insanın ışığı solmaya başlar, gönül ısısı düşer ve gökkuşağını imrendiren renkleri âniden grileşir.

Ebeveyn olan insanların birbirlerine aşırı saygısızca davranmaları, kırmaları, rencide etmeleri, bir güz gülünün kırağıyla yaşamasından çok daha kötüdür. Zamanı mahzenine birlikte gönderen insanların mutlaka iyi anıları olmuştur. Zor zamanlarında o anılarının yamaçlarında bir ağaca yaslanıp nefes almayı başarabilmeliler. Bir ömürde mutlaka güzel günler yaşanmıştır; bir kuşun uçuşuna şiirler söylenmiş, akan suya taşlar atılarak sürüklenişler seyredilmiş veya durgun suda oluşturulan halkalar sayılmıştır… İşte o anıların hatırına, bireyler birbirlerine ağır sözlerle ithamda bulunmamalıdırlar! Bunun hele çocuklarına asla yansıtmamalıdırlar ki onlar, geleceğin umutlarıdır. Gelecek ise herkesin sorumluluğundadır. Bu olgular nasıl yok sayılabilir ki? Böyle bir davranıştaki kişi, ancak kendi hiçliğini ortaya koymuş olmaz mı? Bu durum öyle bir hiçlik kapısı aralar ki içeriye esen rüzgâr, herkesi başkalaştırıp yok eder; rüzgârın önünde bir gazel gibi olunur.

Pirelerden develer yapılmamalıdır. Bunun aksi olursa, yarınların güneşi hiç doğmayabilir, umutlar söner, sevdâ katarları geri döner ve özellikle de çocukların her türlü sağlıklarının negatif bir serüvene sürüklemenin yolları açılmış olacaktır. Aile bireyleri kendi rollerini ve davranışlarını mutlaka bu özveriyle sorgulayabilmelidirler. Kimin haklı olduğunun hiçbir öneminin olmayacağı o kötü günden korkmalıdırlar. Aksi takdirde “aile” kavramı derinden sarsılır. Her sarsıntı bir şekilde dengeye otursa da yeri ve enerjisi öncekinden çok farklıdır. Hayata yenik olarak yaşamayı hangi akıl sahibi ister ki? Maalesef, toplumun büyük ekseriyeti, yaşamını yenik olarak sürdürmektedir.   

Farklı algının aile içi iletişime etkisi

Aşırı algı farklılıkları, ilerleyen zamanlarda aile iletişiminde ayrışmalara neden olabilmektedir. Birbirlerini tolere edemeyenlerde fikirsel çatışmalar, ayrışmaları tetikleyici unsurlardan biri olabilmektedir. Tolere sınırları çok geniş ise çatışmaların şiddetleri daha az olur ki bu da ilişkilerde laçkalık oluşturabilir. Her iki durumun farkında olmak, sağlıklı bir iletişim için gereklidir. Sağlıklı bir iletişimde yaşam algılarının ivmeleri, seherde öten muhabbet kuşunun notalarından etkilenir. Bu, çok boyutlu bir anlayışa kapı aralar. Sabırla devam edilebilirse, her nefes, bülbülünü bekleyen pembe güller gibi kokar. Aksi bir durum, Goethe’nin tezini güçlü kılar: “Sevgi bazen yanılgıdan ibârettir.” Bunun düşünülmesi dahi riskli bir alana yönelmedir. Böyle bir düşünsel süreçte algı örtüşmesi yaşayacağı biriyle iletişime girilebilme ihtimâli oluşabilir ki bu, çift üyelerinin birbirlerine karşı iletişim ekseninin negatif boyutlarından bakmalarını güçlendirir.

Hâlbuki sevgi eksenli aile olmak, güçlü ama diklenmeden bir duruşa ve sağlam bir karaktere bağlı olarak yol almakla mümkün olabilmektedir. Bazı evlilikler çocuk yaşta olmasına rağmen bunlarda iyi bir sahiplenme içgüdüsü görülebilirken, ileri ve olgun yaşlardaki bazı evliliklerde görülememektedir. Bu durum, aile sorumluluğunun evlilik yaşlarından ziyâde bilinç ve mukavemet ile ilgili olduğuna bir işârettir. İyi bir sahiplenme duygusu, ahde vefa bilinciyle ortak yaşamlardaki güzel hatırların sıkça anılmasıyla yaşatılabilir.

Olumsuzluğun giderilmesi, ortak alanlar ve ortak algılar için, eşler ve aile bireyleri birbirlerinden mümkün olduğunca pozitif olarak beslenebilmelidirler. Ayrıştırıcı parametrelerden uzak durulmalı ve asla birbirlerini sömürmemelidirler. 

Bir filmde izlemiştim, adam eşine şunu diyordu: “Ben sana iyi bakarım, ben sana iyi bakarım…” Bu repliğe benzer ifadeler bizim oralarda da (Erzurum) sıkça kullanılırdı: “Bu delikanlı avradına (eşine) iyi bakar…” Bakmak ve baktığını her şekilde kavrama yetisi de özel bir nimettir. Zira aşksız bakılınca her yer karanlıktır.

İnsanlar bazen içlerine sinmeyen birçok davranışı sahiplenme duygusuyla hareket edebilmektedir. Ailede, kim olursa olsun, karşısındakini mahcup etmemek adına çok defa gündüzlerini zindanda yaşayanlar vardır. Birlikte yürünen yolun kutsallığına inanılır ve kutsalların zihinlere kazılan caydırıcılıklarının bilincinde olunur. Kişi kendini tüm benliğiyle o yolun yolcusu olarak görebiliyorsa, suyun yüzeyindeki gül gibi itirazsız olur. Bu özverili çabalar aile bireyleri ve özellikle de eşler tarafından bir zorunluluk, bir zavallılık hâli gibi algılanırsa, yarınlar için gülistana kasırga göndermek gibi olur. Ki o vakit, canı yananların termometreye de ihtiyaçları olamaz.

Canların yanmaması için güzel şeylerin yok sayılmaması ve karşı nezaketin incelikle ifade edilmesi, rüzgâra bırakılmış ten kokusu gibidir. Aksi durumda ölgünlük, solgunluk, kırgınlık ve nihâyetinde suskunluk başlar ve içsel olarak başkalaşma süreci hızlanır. Bu öyle bir etkidir ki, sadece bir kurşun gibi delip geçmekten çok öte, radyasyon enerjisine maruz kalmak gibidir. Bu etki, izotermal olarak artar. Zira kişi zamanla sessizce, işlevsiz ve etkisiz olarak çürüyerek içi kokmuş bir cevize dönüşür. Kurşunla ölmek, radyasyona göre tercih nedenidir. Zira canların seve seve verildiği konular, başkaları için gayr-i ciddî algılandığı zamanlara ulaşılmıştır. Bundan sonraki her söz, farklı dozdaki radyasyon etkisine eşdeğerdir. İşte tam bu sırda en büyük yanılgı yaşanır ki bu, hayata karşı en büyük yenilgidir! 

Normal şartlarda her bir birey, her şeyi aynı anda söyleyecek potansiyele sahiptir. Ama işin içine nezaket girince, haklı olsa da maruz kalacağı haksızlıklar, yüreğinde derin sızılara neden olur ve zihni, su damlacıkları altındaki mermere döner. Bir anlık sabırsızlıkla söylenen sözler ruh ve beden şuurunun kaybolmasındandır. İnsan bilgi ile duyar, feraset ile yürür, sabır ile yaşar. Bilmek fiili, her zaman müşahede edilecek anlamında değildir. Yaratan, her şeyi bir şeyden yaratıp onun içine tüm gizemleri sıralamıştır; vakti gelmeden hiçbiri açık olamamaktadır.

Bir bilginin veya sırrın sır kapsamından çıkması ve bilinmesi için bazen uzun zamanlar uygun etkilere ihtiyaç gerekebilir. Her şey kendiliğinden olmaz. Bunun da iki yolu var: İlki, bir sisteme mekanik etkide bulunmak (dokunma, duyma, görme gibi); diğeri de o sistem üzerinde alan etkisi (hissetmek, hissettirmek, algı gibi) oluşturmak… Aile ilişkileri daha ziyâde alan etkili olabilmeli ki eylemsel etkiler bir anlam oluşturabilsin. Birliktelikler arasındaki bağlar bir mıknatısın N ve S kutupları gibi olabilmeli; velev ki zamanla parçalansalar bile… Sevmek böyle bir şeydir. Zira bireylerin içsel davranışları daha çok alan etkili iç kuvvetlerin baskısıyla oluşur ve o oluşumun meydana getireceği ivmenin yönü ve büyüklüğü de kuvvetin dışsal etkilerini şekillendirir.  

Sevgiyi var etmek

Sevgiye var olma gücünü veren, pozitif ve negatif hissiyatlardır. Algılarda ayrışmamak ve sürekli diyalog için hissiyat önemlidir. Bu, her iki durum için de enerjik olmaktır; bir yayın uzaması ve sıkışması gibi… Bireylerin pozitif eğilimlerini, bilgiyle imar edilmiş tefekkürler yönlendirir. Tefekkürü yoksun sevgi, yürekte yer edemez. Bu durumdaki algı veya eğilimlerdeki ayrışmalar, iletişim bağlarını oldukça zayıflatabilir. Hayatın olumsuzlukları her ne kadar kabul edilse de algılar bazen yönetilemez. Çünkü algılar, olayların zihinde ve yürekteki kuşatıcılık muhtevâsını farklı yönlere evirebilir. Asıl sorun da tam olarak burada!

Bu olumsuzluğun giderilmesi, ortak alanlar ve ortak algılar için, eşler ve aile bireyleri birbirlerinden mümkün olduğunca pozitif olarak beslenebilmelidirler. Ayrıştırıcı parametrelerden uzak durulmalı ve asla birbirlerini sömürmemelidirler. Zamana yenik düşmemenin şartlarından biri, kendilerini verimli tutabilmek adına güzel değerlere tutunabilmeleridir.

Zor şartlar altında kolaycılık tavırlarından uzak durulmalıdır. Yani dar gün “yâri” olunmalıdır. Eğer zamanla aynılıklarda ayrışma fark edilmişse, bu, gecelere yenilmenin ilk sinyalleridir. Olaylar doğru okunup tedbirlerden ve fedakârlıklardan kaçınılmamalıdır asla. Zamanın net olarak bedenleri yeneceği bilincinde olarak, ruh ve yürekleri zamana karşı olabildiğince kararlı tutabilme çabaları, sevdâların en güzeli için karanlık sokakları aydınlık yarınlar için kararlılıkla adımlamaktır. 


İnsan ruhu eğilimlere karşı oldukça açıktır. Çünkü ruh, hep mutmain olmak peşindedir. Bundan dolayı da kendini hangi düzeyde dengede hissedecekse orada kalır. Ki bu, bazı özel durumlar için ruh ve bedenin yaşamdaki ayrılığıdır. Ruh kendi peşinden yüreği de kolaylıkla oraya taşır. Mutmain olan ruh, üzerinde reel anlamda hiçbir dış kuvvet hissetmez değildir ama iç kuvvetlerin büyüklüğü, onu olduğu yerde muhafaza edebilir. Yalnız kalan bedenin ise kimseye hayrı olamaz. Bu durumda iki şey ön plândadır; mutmain olma noktasının mutluluk düzeyi ve ona olan yakınlığı -ki ilki enerjiyle ilgilidir, ikincisi uzaklıkla-…

Hiçbir iki ruh, kesinlikle aynı değildir, sadece benzerlikleri vardır. Yani ruh örtüşmesi yoktur, ruh yakınlığı vardır. Aile bireyleri gelecekleri için aynılık aramaktan kaçınmalıdırlar.     

Mükemmeli arama yanlışı

Başlangıçta aile içi iletişimlerde çok daha radikal içerikli söylem ve eylemler, zamanla yapılan kabuller üzerinden daha realist bir çizgide seyrederler. Noksanlara rağmen imkânlı hayâl etmeler öğrenilir. Zira kusursuz bir hayâl, belki de en büyük hayâl yoksunluğudur. Hiçbir birey, eşinde veya ailenin diğer fertlerinde olduğu gibi başkalarında da mükemmellik aramamalıdır. Hatırlamalıdır ki, mükemmellik, Yaratıcının Zâtına müstesnâdır. Zira O, en küçük zerreleri yaratırken dahi onların nizâmında birtakım eksiklikler bırakmıştır. Bundaki maksat, hem mükemmeliyetçiliği ortadan kaldırmak, hem de eşyanın birbiriyle hemhâl olmasını kolaylaştırmak için Sünnetullah’ın Gayretullah ile nasıl bir bağ içinde olduğunun kavranması içindir.

Görünüşte kusursuz olma çabalarına çok rastlanmaktadır ve bunlar çok büyük zayıflık göstergeleridir. Hatırlanmalıdır ki, her insan farklı bir fıtrat ile donatılmıştır. Şayet bireyler bu bilgi bilincinde hareket edebilirlerse, daha hoşgörülü ve daha gerçekçi davranış gösterebilirler. Noksanlık boyutları her insanda kesinlikle farklıdır. İyi olan ise, kişinin bunların farkında olması ve noksanlıklarını yok saymamasıdır.

Her ailenin kendine özgü bir hayatı vardır. Hayatlar hep göründükleri gibi değillerdir. Her hayat bir göstergedir belki, ama çok defa maskedir, perdedir, gizdir, sırdır… Bu hayatlar, içlerinde ne çok şey barındırır ve ne çok şey saklarlar! 

Eşler birbirleriyle olan iletişimlerinde, güneşi gölgenin, sevgiyi nefretin içinde sonsuzluk boyutunda saklayabilmeli ve de uygulamaya geçirebilmelidirler. Bu, yukarıda konu edilen ahenk için çok önemlidir. Böyle bir mekanizma, mutluluğa adım adım yürüyen kuğular gibidir. Eşler asla ve asla birbirlerinin kusurlarını abartmamalı ve kimse kimsenin kusurlarından beslenmemelidir. Aksi durumda, farkında dahi olmadan bir boyutta aşırı küçülmeye başlanır. Bu, insanın küresel simetrisini zamanla bozar ve insan, önünü göremez hâle gelir. Bilinmelidir ki, her simetrinin farklı özellikleri vardır ama asla birbirlerinin yerine işlevselliklere sahip değillerdir. Ve yine bilinmelidir ki, simetriyi en çok değiştiren, dış etkenlerdir. Bundan dolayı nezaket, en büyük nimettir.

Ve eşler veya aile bireyleri, katlanmayı bilmeli ve başarmalıdırlar. Balını daha çok şifâ niyetiyle yediğimiz arının iğnesinin acı olduğu bilinir. Hiç kimse normal şartlarda arının iğnesi var diye “Bal yemem” demez ya da “Arıları yok edelim” diye bir düşünceye sahip olamaz.  Eğer aile fertleri kusursuzluk beklentilerine son verirlerse, her kusur arayışında aynaya dikkatlice bakar ve kendilerini net olarak görüp anlarlarsa, üstesinden gelinmeyecek sorun yok gibidir.  

Her aile kendine özgüdür

Her ailenin kendine özgü bir hayatı vardır. Hayatlar hep göründükleri gibi değillerdir. Her hayat bir göstergedir belki, ama çok defa maskedir, perdedir, gizdir, sırdır… Bu hayatlar, içlerinde ne çok şey barındırır ve ne çok şey saklarlar! En çok da duygularını ve hislerini... Onların özgürlüğü, bir nefesin ciğerlere akışı kadardır çok defa. Saklanan şeyler, onların hayatlarını başka yöne evirir ve gönülleri, baktıkları yere mıhlanır. Hayatların içindeki hayatları mahpustur. Bundan dolayı, o hayatların içindeki hayatları görmek çok defa mümkün değildir. Onların iletişimlerindeki ruhu görebilmek, bir perde olan hayatlarını aralayıp onların içine karışabilmek, dostlar için önemli bir vazîfedir. O mutlu, tebessüm eden yüzlerin arkasında büyük bir keder, yoksunluk selinde akıp giden büyük bir huzur olabilir. İnsan kırılgan bir yapıda olduğu için, onun ilişkileri de kırılgandır; ona kendisini hatırlatırken Meryem sabrı ve zarâfetinde olmak gerekir.   

Bizim meczuptan alıntıyla bu ayki yazıyı sonlandırayım istiyorum. Meczupla biz bir aileyiz ve söz hakkımızı istediğimizde istediğimiz kadar kullanmaktayız. Meczup diyor ki, “Birbirlerine sevgiyle bakanlar, bir çobanın kavalında çiçek kokularıyla bestelenmiş serçenin tek heceli şiirinin güftesini dinleyerek gönül ve ruh dünyalarını dinginleştirebilmeliler. İçlerinde yaşattıkları yarınlara ait hayâlleri tatlı meyveler verebilmeliler. Varsa gönül karanlıkları, göklerden yıldızlar ödünç alınabilmeli. Ruh ve yürekleri aynı bağlamanın mızrap ve telleri gibi birbirlerine mâkâm olmalı… Ve sorumluluğun saygıyı, saygının da sevgiyi yaşatacağından herkes emîn olmalı!”.