“AİLE” kavramının
konuşulmadığı, alternatif cümlelerin kurulmadığı sohbetler çok nâdirdir. Bu
yazıyı yazmadan çok önce bu konularda iyi olduğuna inandığım ve bildiğim bir
dost ile aile üzerinde bir sohbetimiz olmuştu. Dergimizin bu ayki konusu da “aile”
olunca, ortak düşüncelerimizi siz değerli okurlarımızla paylaşayım istedim.
Aile
olmak, bir çabadan çok öte, farklı bir renk, farklı bir eylemle rutinlerden
sıyrılarak, kendine “mâl” etme duygularının çok ötesinde bütüncül bir değer
olduğunun bilincinde olmaktır. Tüm aile bireyleri birbirlerine anlam verdiğini
hissettirmek, ezbere değil de ezber bozan gibi yaşayarak, ürküten bir görüntüye
sahip olsalar dahi onun çok ötesinde yaptıklarıyla yapacaklarına umut köprüsü
olabilmelidirler. Aynı zamanda korkutmayacak, tedirgin etmeyecek,
kaygılandırmayacak eylem ve söylemlere sahip olmalılar. Güçlü bir karakter,
kararlı bir duruş, güven veren bir bakış, kıymetli olduğunu hissettiren cesaretler
sergilenebilmelidir. Var olan zaaflar sıkça güncellenmemeli ama onların
farkında olunmalı. Aile fertleri asla zaaflardan bencilce istifade etmemeli,
onları sürekli bir kötülük gibi algılamadan bir yere koyabilmeli. Kolay olmayan
bir hayatı kolay gibi yaşayabilmek, sürekli şikâyet ve tekrar etmemek, evinde
çorba kaynamıyorsa da evine gidebilmek, sevgisini ve fedakârlığını yük etmemek…
Hayatın
her basamağının paylaşılması gerekir. Taraflar bunun farkında ve bilincinde
olmalıdır. Zira olumsuz duruşların sakıncaları kaçınılmazdır. Olumlu
davranışlar ise bir zorunluluk gibi görülmemelidir. Şayet bu özverili
davranışlar daima zorunlu yapılması gerekenlerin hânesine yazılırsa, bu çok
kaba bir davranış olarak muhatabına yansır ve telâfisi imkânsız içsel
suskunluklara kapılar aralar. Bu durum çok yorucudur. Zira yaşamını nezaket üzerine
kurgulamış olanlar için bir cam fanusun kırılması gibidir.
İnsan,
minnettar olduğu bir konuyu rutine bağlayıp, gündelik sıradanlıklardan daha çok
yıpranır ve inancı sarsıldığı için de çok kırılır. Bazen iyilik çok nankör bir
eylemmiş gibi muamele görür ve çok çabuk unutulur. Bir hatâ bin fedakârlığı yok
etmemeli ve o hatâ da konuşulabilmelidir.
Bazı
iyilikler vardır ki, çok özeldirler. Bunun için onları sıradan görmeden, hangi
şartlar altında yapıldığının bilincinde olunmalıdır. Zira her bir fedakârlık ayrı
bir özveri gerektirir ama bazı fedakârlıklar daha özel özveriler
gerektirmektedir ki insanın kendini her anlamda paraladığı zamanlardır o anlar.
Eğer bu görmezden gelinirse, ister istemez kişi, hayatını sorgulamaya başlar ve
suskunluğa başka bir kapı daha aralanmış olur. İşte o vakit, insanın ışığı
solmaya başlar, gönül ısısı düşer ve gökkuşağını imrendiren renkleri âniden
grileşir.
Ebeveyn
olan insanların birbirlerine aşırı saygısızca davranmaları, kırmaları, rencide
etmeleri, bir güz gülünün kırağıyla yaşamasından çok daha kötüdür. Zamanı
mahzenine birlikte gönderen insanların mutlaka iyi anıları olmuştur. Zor
zamanlarında o anılarının yamaçlarında bir ağaca yaslanıp nefes almayı
başarabilmeliler. Bir ömürde mutlaka güzel günler yaşanmıştır; bir kuşun
uçuşuna şiirler söylenmiş, akan suya taşlar atılarak sürüklenişler seyredilmiş
veya durgun suda oluşturulan halkalar sayılmıştır… İşte o anıların hatırına,
bireyler birbirlerine ağır sözlerle ithamda bulunmamalıdırlar! Bunun hele
çocuklarına asla yansıtmamalıdırlar ki onlar, geleceğin umutlarıdır. Gelecek
ise herkesin sorumluluğundadır. Bu olgular nasıl yok sayılabilir ki? Böyle bir
davranıştaki kişi, ancak kendi hiçliğini ortaya koymuş olmaz mı? Bu durum öyle
bir hiçlik kapısı aralar ki içeriye esen rüzgâr, herkesi başkalaştırıp yok
eder; rüzgârın önünde bir gazel gibi olunur.
Pirelerden
develer yapılmamalıdır. Bunun aksi olursa, yarınların güneşi hiç doğmayabilir,
umutlar söner, sevdâ katarları geri döner ve özellikle de çocukların her türlü
sağlıklarının negatif bir serüvene sürüklemenin yolları açılmış olacaktır. Aile
bireyleri kendi rollerini ve davranışlarını mutlaka bu özveriyle
sorgulayabilmelidirler. Kimin haklı olduğunun hiçbir öneminin olmayacağı o kötü
günden korkmalıdırlar. Aksi takdirde “aile” kavramı derinden sarsılır. Her
sarsıntı bir şekilde dengeye otursa da yeri ve enerjisi öncekinden çok
farklıdır. Hayata yenik olarak yaşamayı hangi akıl sahibi ister ki? Maalesef, toplumun
büyük ekseriyeti, yaşamını yenik olarak sürdürmektedir.
Farklı
algının aile içi iletişime etkisi
Aşırı
algı farklılıkları, ilerleyen zamanlarda aile iletişiminde ayrışmalara neden
olabilmektedir. Birbirlerini tolere edemeyenlerde fikirsel çatışmalar,
ayrışmaları tetikleyici unsurlardan biri olabilmektedir. Tolere sınırları çok geniş
ise çatışmaların şiddetleri daha az olur ki bu da ilişkilerde laçkalık
oluşturabilir. Her iki durumun farkında olmak, sağlıklı bir iletişim için
gereklidir. Sağlıklı bir iletişimde yaşam algılarının ivmeleri, seherde öten
muhabbet kuşunun notalarından etkilenir. Bu, çok boyutlu bir anlayışa kapı
aralar. Sabırla devam edilebilirse, her nefes, bülbülünü bekleyen pembe güller
gibi kokar. Aksi bir durum, Goethe’nin tezini güçlü kılar: “Sevgi bazen
yanılgıdan ibârettir.” Bunun düşünülmesi dahi riskli bir alana yönelmedir.
Böyle bir düşünsel süreçte algı örtüşmesi yaşayacağı biriyle iletişime
girilebilme ihtimâli oluşabilir ki bu, çift üyelerinin birbirlerine karşı iletişim
ekseninin negatif boyutlarından bakmalarını güçlendirir.
Hâlbuki sevgi eksenli aile olmak, güçlü ama diklenmeden bir duruşa ve sağlam bir karaktere bağlı olarak yol almakla mümkün olabilmektedir. Bazı evlilikler çocuk yaşta olmasına rağmen bunlarda iyi bir sahiplenme içgüdüsü görülebilirken, ileri ve olgun yaşlardaki bazı evliliklerde görülememektedir. Bu durum, aile sorumluluğunun evlilik yaşlarından ziyâde bilinç ve mukavemet ile ilgili olduğuna bir işârettir. İyi bir sahiplenme duygusu, ahde vefa bilinciyle ortak yaşamlardaki güzel hatırların sıkça anılmasıyla yaşatılabilir.
Olumsuzluğun giderilmesi, ortak alanlar ve ortak algılar için, eşler ve aile bireyleri birbirlerinden mümkün olduğunca pozitif olarak beslenebilmelidirler. Ayrıştırıcı parametrelerden uzak durulmalı ve asla birbirlerini sömürmemelidirler.
Bir
filmde izlemiştim, adam eşine şunu diyordu: “Ben sana iyi bakarım, ben sana iyi
bakarım…” Bu repliğe benzer ifadeler bizim oralarda da (Erzurum) sıkça
kullanılırdı: “Bu delikanlı avradına (eşine) iyi bakar…” Bakmak ve baktığını
her şekilde kavrama yetisi de özel bir nimettir. Zira aşksız bakılınca her yer
karanlıktır.
İnsanlar
bazen içlerine sinmeyen birçok davranışı sahiplenme duygusuyla hareket
edebilmektedir. Ailede, kim olursa olsun, karşısındakini mahcup etmemek adına
çok defa gündüzlerini zindanda yaşayanlar vardır. Birlikte yürünen yolun
kutsallığına inanılır ve kutsalların zihinlere kazılan caydırıcılıklarının bilincinde
olunur. Kişi kendini tüm benliğiyle o yolun yolcusu olarak görebiliyorsa, suyun
yüzeyindeki gül gibi itirazsız olur. Bu özverili çabalar aile bireyleri ve
özellikle de eşler tarafından bir zorunluluk, bir zavallılık hâli gibi
algılanırsa, yarınlar için gülistana kasırga göndermek gibi olur. Ki o vakit,
canı yananların termometreye de ihtiyaçları olamaz.
Canların
yanmaması için güzel şeylerin yok sayılmaması ve karşı nezaketin incelikle
ifade edilmesi, rüzgâra bırakılmış ten kokusu gibidir. Aksi durumda ölgünlük,
solgunluk, kırgınlık ve nihâyetinde suskunluk başlar ve içsel olarak başkalaşma
süreci hızlanır. Bu öyle bir etkidir ki, sadece bir kurşun gibi delip geçmekten
çok öte, radyasyon enerjisine maruz kalmak gibidir. Bu etki, izotermal olarak
artar. Zira kişi zamanla sessizce, işlevsiz ve etkisiz olarak çürüyerek içi
kokmuş bir cevize dönüşür. Kurşunla ölmek, radyasyona göre tercih nedenidir.
Zira canların seve seve verildiği konular, başkaları için gayr-i ciddî algılandığı
zamanlara ulaşılmıştır. Bundan sonraki her söz, farklı dozdaki radyasyon
etkisine eşdeğerdir. İşte tam bu sırda en büyük yanılgı yaşanır ki bu, hayata
karşı en büyük yenilgidir!
Normal
şartlarda her bir birey, her şeyi aynı anda söyleyecek potansiyele sahiptir.
Ama işin içine nezaket girince, haklı olsa da maruz kalacağı haksızlıklar,
yüreğinde derin sızılara neden olur ve zihni, su damlacıkları altındaki mermere
döner. Bir anlık sabırsızlıkla söylenen sözler ruh ve beden şuurunun kaybolmasındandır.
İnsan bilgi ile duyar, feraset ile yürür, sabır ile yaşar. Bilmek fiili, her
zaman müşahede edilecek anlamında değildir. Yaratan, her şeyi bir şeyden
yaratıp onun içine tüm gizemleri sıralamıştır; vakti gelmeden hiçbiri açık olamamaktadır.
Bir bilginin veya sırrın sır kapsamından çıkması ve bilinmesi için bazen uzun zamanlar uygun etkilere ihtiyaç gerekebilir. Her şey kendiliğinden olmaz. Bunun da iki yolu var: İlki, bir sisteme mekanik etkide bulunmak (dokunma, duyma, görme gibi); diğeri de o sistem üzerinde alan etkisi (hissetmek, hissettirmek, algı gibi) oluşturmak… Aile ilişkileri daha ziyâde alan etkili olabilmeli ki eylemsel etkiler bir anlam oluşturabilsin. Birliktelikler arasındaki bağlar bir mıknatısın N ve S kutupları gibi olabilmeli; velev ki zamanla parçalansalar bile… Sevmek böyle bir şeydir. Zira bireylerin içsel davranışları daha çok alan etkili iç kuvvetlerin baskısıyla oluşur ve o oluşumun meydana getireceği ivmenin yönü ve büyüklüğü de kuvvetin dışsal etkilerini şekillendirir.
Sevgiyi
var etmek
Sevgiye
var olma gücünü veren, pozitif ve negatif hissiyatlardır. Algılarda ayrışmamak
ve sürekli diyalog için hissiyat önemlidir. Bu, her iki durum için de enerjik
olmaktır; bir yayın uzaması ve sıkışması gibi… Bireylerin pozitif eğilimlerini,
bilgiyle imar edilmiş tefekkürler yönlendirir. Tefekkürü yoksun sevgi, yürekte
yer edemez. Bu durumdaki algı veya eğilimlerdeki ayrışmalar, iletişim bağlarını
oldukça zayıflatabilir. Hayatın olumsuzlukları her ne kadar kabul edilse de
algılar bazen yönetilemez. Çünkü algılar, olayların zihinde ve yürekteki
kuşatıcılık muhtevâsını farklı yönlere evirebilir. Asıl sorun da tam olarak
burada!
Bu
olumsuzluğun giderilmesi, ortak alanlar ve ortak algılar için, eşler ve aile
bireyleri birbirlerinden mümkün olduğunca pozitif olarak beslenebilmelidirler.
Ayrıştırıcı parametrelerden uzak durulmalı ve asla birbirlerini sömürmemelidirler.
Zamana yenik düşmemenin şartlarından biri, kendilerini verimli tutabilmek adına
güzel değerlere tutunabilmeleridir.
Zor şartlar altında kolaycılık tavırlarından uzak durulmalıdır. Yani dar gün “yâri” olunmalıdır. Eğer zamanla aynılıklarda ayrışma fark edilmişse, bu, gecelere yenilmenin ilk sinyalleridir. Olaylar doğru okunup tedbirlerden ve fedakârlıklardan kaçınılmamalıdır asla. Zamanın net olarak bedenleri yeneceği bilincinde olarak, ruh ve yürekleri zamana karşı olabildiğince kararlı tutabilme çabaları, sevdâların en güzeli için karanlık sokakları aydınlık yarınlar için kararlılıkla adımlamaktır.
İnsan
ruhu eğilimlere karşı oldukça açıktır. Çünkü ruh, hep mutmain olmak peşindedir.
Bundan dolayı da kendini hangi düzeyde dengede hissedecekse orada kalır. Ki bu,
bazı özel durumlar için ruh ve bedenin yaşamdaki ayrılığıdır. Ruh kendi
peşinden yüreği de kolaylıkla oraya taşır. Mutmain olan ruh, üzerinde reel
anlamda hiçbir dış kuvvet hissetmez değildir ama iç kuvvetlerin büyüklüğü, onu
olduğu yerde muhafaza edebilir. Yalnız kalan bedenin ise kimseye hayrı olamaz.
Bu durumda iki şey ön plândadır; mutmain olma noktasının mutluluk düzeyi ve ona
olan yakınlığı -ki ilki enerjiyle ilgilidir, ikincisi uzaklıkla-…
Hiçbir
iki ruh, kesinlikle aynı değildir, sadece benzerlikleri vardır. Yani ruh
örtüşmesi yoktur, ruh yakınlığı vardır. Aile bireyleri gelecekleri için aynılık
aramaktan kaçınmalıdırlar.
Mükemmeli
arama yanlışı
Başlangıçta
aile içi iletişimlerde çok daha radikal içerikli söylem ve eylemler, zamanla
yapılan kabuller üzerinden daha realist bir çizgide seyrederler. Noksanlara
rağmen imkânlı hayâl etmeler öğrenilir. Zira kusursuz bir hayâl, belki de en
büyük hayâl yoksunluğudur. Hiçbir birey, eşinde veya ailenin diğer fertlerinde
olduğu gibi başkalarında da mükemmellik aramamalıdır. Hatırlamalıdır ki,
mükemmellik, Yaratıcının Zâtına müstesnâdır. Zira O, en küçük zerreleri
yaratırken dahi onların nizâmında birtakım eksiklikler bırakmıştır. Bundaki
maksat, hem mükemmeliyetçiliği ortadan kaldırmak, hem de eşyanın birbiriyle hemhâl
olmasını kolaylaştırmak için Sünnetullah’ın Gayretullah ile nasıl bir bağ
içinde olduğunun kavranması içindir.
Görünüşte kusursuz olma çabalarına çok rastlanmaktadır ve bunlar çok büyük zayıflık göstergeleridir. Hatırlanmalıdır ki, her insan farklı bir fıtrat ile donatılmıştır. Şayet bireyler bu bilgi bilincinde hareket edebilirlerse, daha hoşgörülü ve daha gerçekçi davranış gösterebilirler. Noksanlık boyutları her insanda kesinlikle farklıdır. İyi olan ise, kişinin bunların farkında olması ve noksanlıklarını yok saymamasıdır.
Her ailenin kendine özgü bir hayatı vardır. Hayatlar hep göründükleri gibi değillerdir. Her hayat bir göstergedir belki, ama çok defa maskedir, perdedir, gizdir, sırdır… Bu hayatlar, içlerinde ne çok şey barındırır ve ne çok şey saklarlar!
Eşler
birbirleriyle olan iletişimlerinde, güneşi gölgenin, sevgiyi nefretin içinde
sonsuzluk boyutunda saklayabilmeli ve de uygulamaya geçirebilmelidirler. Bu,
yukarıda konu edilen ahenk için çok önemlidir. Böyle bir mekanizma, mutluluğa
adım adım yürüyen kuğular gibidir. Eşler asla ve asla birbirlerinin kusurlarını
abartmamalı ve kimse kimsenin kusurlarından beslenmemelidir. Aksi durumda,
farkında dahi olmadan bir boyutta aşırı küçülmeye başlanır. Bu, insanın küresel
simetrisini zamanla bozar ve insan, önünü göremez hâle gelir. Bilinmelidir ki,
her simetrinin farklı özellikleri vardır ama asla birbirlerinin yerine
işlevselliklere sahip değillerdir. Ve yine bilinmelidir ki, simetriyi en çok
değiştiren, dış etkenlerdir. Bundan dolayı nezaket, en büyük nimettir.
Ve
eşler veya aile bireyleri, katlanmayı bilmeli ve başarmalıdırlar. Balını daha
çok şifâ niyetiyle yediğimiz arının iğnesinin acı olduğu bilinir. Hiç kimse normal
şartlarda arının iğnesi var diye “Bal yemem” demez ya da “Arıları yok edelim”
diye bir düşünceye sahip olamaz. Eğer aile
fertleri kusursuzluk beklentilerine son verirlerse, her kusur arayışında aynaya
dikkatlice bakar ve kendilerini net olarak görüp anlarlarsa, üstesinden
gelinmeyecek sorun yok gibidir.
Her
aile kendine özgüdür
Her
ailenin kendine özgü bir hayatı vardır. Hayatlar hep göründükleri gibi
değillerdir. Her hayat bir göstergedir belki, ama çok defa maskedir, perdedir,
gizdir, sırdır… Bu hayatlar, içlerinde ne çok şey barındırır ve ne çok şey
saklarlar! En çok da duygularını ve hislerini... Onların özgürlüğü, bir nefesin
ciğerlere akışı kadardır çok defa. Saklanan şeyler, onların hayatlarını başka
yöne evirir ve gönülleri, baktıkları yere mıhlanır. Hayatların içindeki
hayatları mahpustur. Bundan dolayı, o hayatların içindeki hayatları görmek çok
defa mümkün değildir. Onların iletişimlerindeki ruhu görebilmek, bir perde olan
hayatlarını aralayıp onların içine karışabilmek, dostlar için önemli bir vazîfedir.
O mutlu, tebessüm eden yüzlerin arkasında büyük bir keder, yoksunluk selinde
akıp giden büyük bir huzur olabilir. İnsan kırılgan bir yapıda olduğu için,
onun ilişkileri de kırılgandır; ona kendisini hatırlatırken Meryem sabrı ve
zarâfetinde olmak gerekir.
Bizim
meczuptan alıntıyla bu ayki yazıyı sonlandırayım istiyorum. Meczupla biz bir
aileyiz ve söz hakkımızı istediğimizde istediğimiz kadar kullanmaktayız. Meczup
diyor ki, “Birbirlerine sevgiyle bakanlar, bir çobanın kavalında çiçek
kokularıyla bestelenmiş serçenin tek heceli şiirinin güftesini dinleyerek gönül
ve ruh dünyalarını dinginleştirebilmeliler. İçlerinde yaşattıkları yarınlara
ait hayâlleri tatlı meyveler verebilmeliler. Varsa gönül karanlıkları,
göklerden yıldızlar ödünç alınabilmeli. Ruh ve yürekleri aynı bağlamanın mızrap
ve telleri gibi birbirlerine mâkâm olmalı… Ve sorumluluğun saygıyı, saygının da
sevgiyi yaşatacağından herkes emîn olmalı!”.