
İNSAN, yaratılışı itibariyle duyguları olan bir varlıktır. Bazen mutlu, bazen hüzünlü olur. Ama hiçbir duygu sonsuza kadar kalıcı değildir. Hatta anlık olarak bile değişir. Kahkaha atarken bir anda ağlama krizlerine girebilir. Ağlıyorken aklına bir şey gelir ve gülmeye başlar. Mutluluktan uçarken, bir dakika sonra aldığı haber onu hüzne boğar. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığı bu hayatta insanın hissettiği hiçbir duygu da kalıcı değildir. Hayatımızın odak noktasına bu düşünceyi koyarsak belki de daha yaşanılabilir bir ömür geçiririz.
Tabiî ki ömür boyu güllük gülistanlık bir hayat pek mümkün değil. Hep bizi mutlu edecek olaylar olmayacak. Her gün gülmeyeceğiz elbette. Her başladığımız işi tamamlayamayacak, her dalda başarılı olamayacağız. Bazen düşeceğiz, hemen kalkacağız. Belki biraz uzun sürecek kalkmamız. Aldığımız her karar doğru olmayacak; bazen yanlış kararlar vereceğiz. Böyle olmasaydı insan olmazdık; dünyaya bir imtihan için gelmiş olmazdık.
Dünyada yaratılmış tüm canlıların her gün mutlu olduğu, hiç ağlamadığı ya da hüznün olmadığı hayatı düşünelim. Olsa nasıl olurdu? “Bal yiyen baldan bıkar” derler, böyle bir hayat yaşıyor olsaydık böyle bir hayattan da bıkardık. Yaratan öyle dengeli yaratmış ki bu denge bozulduğunda artık yaşamdan söz edemeyiz. Yaratılan her şey zıddıyla yaratılmış, bunun bir sebebi olmalı. İyi-kötü, güzel-çirkin, büyük-küçük, gülmek-ağlamak, yaz-kış, yağmur-güneş… O kadar çok örnek var ki… Gelir-gider, vardır-yoktur, doğar-ölür… Hayatta kalıcı olan ne? Bu bilinci yerleştirmeliyiz önce kalbimize, sonra beynimize. Hem dünyada, hem ahirette hakkıyla var olmak istiyorsak bunu kabul etmeliyiz. Hem dünyamızın, hem ahiretimizin hakkını ancak bu şekilde verebiliriz.
Başımıza acı bir olay geldiğinde tabiî ki bu acıyı yaşayacak, üzüleceğiz, ağlayacağız. Ama “Bu da geçer Ya Hu” demeyi bileceğiz. Zor olsa da geçecek. Başımıza bir talih kuşu konduğunda, belki milyoner olacağız, belki çok daha büyük bir başarı elde edeceğiz. Ama bileceğiz ki bu da kalıcı değil. “Her an elimden gidebilir” diyerek tadında ve temkinli yaşayacağız kendimizi kaybetmeden.
Biz insanlar üzüntümüzü de, sevincimizi de paylaşma isteği duyarız. Büyüklerimizin söylediği gibi, sevinçlerimizin paylaştıkça arttığına, üzüntülerimizin ise paylaştıkça azaldığına inanırız. Ben buna kalpten inanıyorum. Sevincimi paylaştığım zaman beni gerçekten seven insanların da mutlu olduğunu görebiliyorum. Üzüntülerimi paylaştığım zaman ise sanki içimdeki sıkıntıların, hüzünlerin bir kaptan boşanır gibi dökülüp bittiğini hissediyorum. Tabiî ki paylaşım yaptığımız kişiler çok önemli. Bunu ancak gerçekten yanında kendimizi güvende ve iyi hissettiğimiz insanlara açarız. Bu en başta ailemiz olur, sonra en yakın hissettiğimiz arkadaşlarımız. İnsan kendi annesine, babasına, kardeşlerine, eşine kendini uzak hissediyorsa ne üzüntüsünü, ne de sıkıntısını paylaşabilir. Bazen anne, baba, kardeşler ne kadar yakınımızda da olsalar, onları üzmemek adına belki üzüntülerimizi paylaşamıyor olabiliriz. Ama yine üzüntülerimizi anlatabileceğimiz bir eş, dost ararız. Sevinçleri paylaşmak, üzüntüleri paylaşmaktan çok daha kolaydır. Dert dinleyeni bulmak tabiî ki daha zor. Etrafımızda iyi günümüzde de, kötü günümüzde de birileri varsa çok şanslıyız demektir. Eğer böyle bir aileye sahipsek çok daha şanslıyız demektir.
Eşler arasında iletişim
Her geçen gün boşanan çift sayısı artıyor. Çok çeşitli sebeplerden dolayı ayrılmalar olabiliyor ama galiba en çok da iletişim sorunlarından dolayı… Karşısındaki insana ulaşamamak, sesini duyuramamak, duygularını ifade edememek ne kadar kötü bir durum. “İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa” diye boşuna dememiş atalarımız. Bir insan için belki de en zoru konuşamamak. Karşısındakine anlatacağı çok şey var, ama onu dinleyebilen, anlayabilen bir insan yok. İnsanlar sadece sıkıntılarını, üzüntülerini değil sevinçlerini, başarılarını, mutluluklarını da anlatma ihtiyacı duyarlar. Ve insan bunu bazen herkesten önce eşiyle paylaşmak ister. Tabiî eşi dinleyen, anlayan, sağlıklı bir iletişim kurma becerisine sahip bir insansa…
Düşünsenize, iş yerinde terfi ya da o gün uzun zamandır beklediğiniz müjdeli bir haber almışsınız, bunu büyük bir heyecanla ilk eşinize anlatıyorsunuz. Eşinizse elinde telefon, ona bakarak sizi dinlemiş gibi yapıyor. Sonra alâkasız bir soru soruyor: “Yemekte ne var?”
Ya da anlatan erkek, dinleyen kadın olup şöyle bir soru soruyor: “Ekmek aldın mı?”
Böyle bir durumda ne hissederdiniz? Düşüncesi bile sinir bozucu. Böyle bir evliliğin sağlıklı bir şekilde yıllarca sürmesi mümkün mü? Belki eşlerden biri bu durum tekrar ettikçe sevincini veya üzüntüsünü bir daha eşine anlatmayacak. Belki tamamen içine kapanacak, üzüntüsünü de, sevincini de içinde yaşayacak; belki anlatacak başka arkadaşlar arayacak kendine. Sonrasında ise bu evlilik artık her ikisine de yük gelecek ve ayrılacaklar. Bence doğal bir sonuç bu. İletişim ve paylaşımın olmadığı bir aile ayakta kalamaz. Bu hâlde aile olmanın bir anlamı da olmaz.
Aynı durum çocuklarımız için de geçerli. Çocuklarımız da bizimle paylaşma ihtiyacı duyarlar. Konuşmak isterler ve bazen anlatacakları hiç bitmez. Biz anne-babalar, eğer çocuklarımızı sabırla ve içten dinlersek, ileride iletişimi çok iyi olan sağlıklı bireyler yetiştirmiş oluruz. Dinlemez, her defasında onları başımızdan savmaya çalışırsak, onları hep öteler ve ciddiye almazsak, o zaman da içine kapanık, iletişim sorunları olan, kendine güvensiz bireyler yetiştirmiş oluruz. Belki de bugün evliliği bu sebepten bitmiş eşlerin çoğu, çocukluğunda bu tarz iletişim problemlerine maruz kalmış olanlardır.
Evlenmek, aile kurmak Peygamber Efendimizin bir sünnetidir. Eşler birbirine anlayışlı davrandığında, kimse kimseye üstünlük kurmaya çalışmadığında, her iki taraf da karşısındakini Allah’ın bir emaneti olarak görebildiğinde, birbirine değer verip bu değeri gösterebildiğinde, ihtiyaçlarını gözetebildiğinde, evlilik gülistan olur. Derdin olduğunda, bilirsin ki, paylaşıp yardım alacağın bir eşin var. Sevinçli gününde sevincine candan ortak olacak biri var. Hayatta yalnız değilsin, eksik yanını dolduracak ve seni tamamlayacak biri var. Bu duygulara sahip olarak evli kalmak ne kadar güzel. Böyle bir yuvada eşler de, çocuklar da çok mutlu ve başarılı olurlar. Hem kendilerine, hem çevrelerine faydalı insanlar olurlar. Hem bedenen, hem ruhen sağlıklı olurlar. Toplumda böyle insanların sayısının fazla olması, o toplumun gelişmişlik seviyesini de yükseltir. Mutlu bir aileye sahip bireyler iş yerinde, okulda, hayatın her noktasında huzur ve mutluluk kaynağıdırlar. Hayatın zorluklarıyla mücadele ederken daha güçlü, başladığı işlerde başarılı olmaları kaçınılmazdır.
Ama tabiî ki bu durumun aksine evde suratı asık, dinlemeyen, görmeyen, eşine hiçbir şekilde yardım etmeyip aksine yük olan bir eş varsa hayat çekilmez olur. Böyle evliliklerde eşlerden daha fedakâr olanı, bir süre sabredip evliliğini kurtarmak için birçok yol dener, çabalar. Hâlâ bir şey değişmiyorsa maalesef boşanma yolunu seçer. Çünkü kimse ölümsüz değil. Hayata bir kez geliyoruz ve bu kısacık hayatı kimse bile isteye sıkıntı ve hüzünle geçirmek istemez. Her gün kavganın olduğu, seslerin yükseldiği, sevginin olmadığı, değer verilmediği bir evde yaşamak istenmez. Hele bu evde büyüyen çocuklar varsa durum daha vahimdir. Genellikle kadınlar bu tarz evliliklerde çocukları varsa boşanmayı pek düşünemezler. Çünkü çocuklarının babasız büyümelerine gönülleri razı olmaz. Birçok sıkıntıya katlanıp sevgisizliğe, değersizliğe boyun eğerek çocukları için tutunmaya çalışırlar.
Çocukların her gün kavgalı ve stresli bir aile ortamında büyümesi mi, yoksa anne babanın ayrı yaşadığı, gelgitlerle dolu bir çevrede büyümesi mi daha doğru, bilemiyorum. Ama her ikisi de çok acı. İki yol da yanlış belki. Peki, üçüncü bir yol var mı? Bence var. Ama tabiî ki istisna durumlar olabilir. Sadece bu sebeplerden yani ilgisizlik, sevgisizlik, iletişim kaynaklı sıkıntılardan dolayı ailede çatışmalar yaşanıyorsa bu durum aşılabilir. O evde çocuk ya da çocuklar var ise aşılmalıdır. Şiddet, eşlerin birbirini aldatması ya da yasaklı madde kullanımı olan aileler istisna. Bu durumlarda zaten kesinlikle evlilik devam etmemeli. Çocuk olsa dahi!
Eşlerin birbirlerine olan tutumları, davranışları, düşünceleri ve aralarındaki iletişim düzeltilebilir, geliştirilebilir. Gerekirse bir uzmandan destek alınmalıdır.
Aile kurma bilinci
Bir aile kurmadan önce erkek ve kadın kendini çok iyi geliştirmeli. Yanlış kararlar verip bir ömür bunun ıstırabını çekmektense, baştan yanlış bir adım atmaktan kaçınılmalıdır. Gerekirse büyüklerine danışarak, gerekli araştırmaları yaparak, evleneceği kişiyi iyi tanımalıdır. Günümüzde birçok önemli yazarın bu konu üzerine yazmış olduğu kitaplar okunmalı, bu konu ile alâkalı seminerlere katılmalıdır. Büyükler istiyor ya da sırf zengin, yakışıklı veya güzel diyerek evlenilmemelidir. İnsan sevmediği ama mantıklı gördüğü bir evliliğe de adım atmamalıdır. Çünkü sevgi yoksa ya da oluşmamışsa, mantıklı da olsa o evliliğin yürümesi çok zordur.
Hayatını birleştireceğin insan, öncelikle seni sevmeli ve sen de ona sevgi duyabilmelisin. Mantık kısmı ise hayatlarınızı devam ettirebilmeniz içi gerekli olan iş, kariyer ya da çevre olabilir. Tabiî ki kimse dört dörtlük olamaz. Hepimizin eksik olduğu, yaptığı yapamadığı ya da yapamayacağı şeyler vardır ve olacaktır. Ama önemli olan, kendimizi geliştirmeye, farklı görüşlere ve çözümlere açık olabilmektir. Karşımızdaki insanın da mükemmel olamayacağını kabul edebilmektir.
Evlilik nasip işidir. Bazen ne yaparsak yapalım, kendimizi ne kadar geliştirmiş olursak olalım, bize göre çok iyi tanıyarak, severek evlenmiş olsak bile, yıllar içinde insan değişebiliyor. Eşiniz sanki hiç tanımadığınız bir kişiliğe bürünebiliyor. Çok iyi giden evlilikler bir anda sonlanabiliyor. Çeşitli anlaşmazlıklardan dolayı evlerde kavgalar, sesler yükselebiliyor. Eğer bu durum acil olarak aşılamazsa, eşlerden en azından biri bu duruma bir “Dur” diyemiyorsa, maalesef çok iyi gittiğini düşündüğümüz evlilikler de bitebiliyor.
Her evlilikte ufak tefek anlaşmazlıklar tartışmalar olabilir. Önemli olan, bunu tadında bırakıp sorunları çözüme kavuşturmaktır. Genellikle kadınlar erkeklere göre daha duygusaldır. Biraz daha fazla ilgi görmek isteyebilirler. Nasıl bir çiçek güzel bir şekilde açmak için su, güneş ve sağlıklı bir toprağa ihtiyaç duyuyorsa, evliliklerde de kadınlar biraz daha sevgi ve değer görmeye ihtiyaç duyarlar. Ama günümüzde maalesef çoğu ailede erkekler bu konuda çok zayıf. Sanki eşleri sadece ev işi, çocukların bakımı gibi işler için var ve duyguları yok; tamamen iş odaklı, hatta evde adeta bir demirbaş. Ne kadar acı!
Evet, evi çekip çeviren, çocuklarına ve eşine bakan genellikle annedir ama görülmelidir ki o buna mecbur değildir. Anne olarak evde kadının sorumluluklarının yanında erkeğin de sorumlulukları vardır. Kadın evde yemeği yapıyorsa, bu onun tercihidir. Erkek de istemesi durumunda yemek yapabilir. Aynı şekilde, ev temizliği de böyledir. Kadının üzerine yapışmış ya da yakıştırılmış tüm sorumluluklar, aslında erkeğin de yapabileceği işlerdir. Yine de kadın tüm bunları tek başına yapıyorsa, o zaman o kadın baş tacı edilmelidir. Göstermiş olduğu emeklerinden dolayı ona teşekkür edilmeli ve her defasında çok değerli olduğu ona hatırlatılmalıdır. Yorulduğunda ondan yardım esirgenmemelidir.
Evlilikleri bitiren en önemli sebep için “iletişimsizlik” demiştik. Bir ailede eşler karşılıklı olarak her konuda fikir alışverişi yapabiliyorlarsa, her adımlarını istişare ile atabiliyorlarsa, sevgi ve saygı çerçevesinde yaşayabiliyorlarsa, o evlilik uzun yıllar sürecektir. Ve o evlilikten dünyaya gelen çocuklar mutlu bir ailede büyümenin keyfini çıkaracaklardır.
Yazımın sonuna gelmişken, buradan özellikle erkeklere seslenmek istiyorum. Lütfen eşinize değerli olduğunu hissettirin. Onu koruyup kollayın, ona güven verin, onu sevin, ondan fikir alın, her konuda eşinizle istişare edin. Bazen size zor gelse de, sırf eşiniz istiyor diye bazı zorluklara göğüs gerebilin. Emin olun, eğer böyle yaparsanız hem eşiniz, hem çocuklarınız, hem de siz mutlu olursunuz.
Mutlu anne demek, mutlu çocuk demek. Mutlu çocuk demek, mutlu aile demek. Mutlu aile demek, mutlu bir toplum demek.