Aile olamadan ölen evliler

“Aile” kavramı, kronolojik-antropolojik okumalarla müzeleştirilmek istenen “evlilik kurumu”nu aşan bir “insan yorumu” ve “insan olmak hâli”ni içeren bir “oluş-oldurma yuvası”dır. Bu nedenle insanların arasında evli kalıp aile olmadan ölenler vardır. Bir bakıma evli çiftler, aile olma arayışındadırlar. Kuşkusuz bu arayışı “aile olmak” şeklinde betimlemez, başka cümleler ve beklentiler demetiyle anlatırlar aradıklarını. Fakat tüm arayışı tam olarak karşılayan şey, “aile” kavramıdır.

İNSAN bedeninde “ebedîleştiren pınar” tadında iki zevk suyu (iddiası) vardır: “Arzu ve şiddet”… Modern zamanlar öncesi efsanelerde, modern zamanlarda ise tüm çizgi(sel) filmlerde erkek-kadın kahramanların birbirlerine sunduğu zevk şarabı aynıdır: “Arzu ve şiddet”…

Arzu, cinsel özgürlük ikliminde; şiddet ise “kadın için dökülen kan” akışında aynı kahramanda buluşur: Erkeğin gücü, kadının dişilik ateşi... Bu mitolojide “evlilik” edinimi, arzu ve şiddeti kontrol etmek amaçlı, insanlık tecrübesi ürün olan bir “kurum” olarak anlatılır. Bir bakıma arzu ve şiddet ipleri kesilsin diye “evlilik kurumu” tanımı ile şeytan tüylerinin bırakıldığı zevk suyu salınmak istenir.

Nitekim modernleşme dönemi, arzu ve şiddet iplerinin çözülmesini savunan cinsel devrime de yardım ve yataklık etmiştir. Yetişkinlerin karşılıklı rızasına dayalı “evsiz ve evliliksiz” yaşam sadece savunulmamış, aynı zamanda “ileri insan” belirtisi tütsüsü ile kutsanmıştır. Nitekim porno ve eşcinsellik kültürünü alevlendiren bu altyapı sonuç vermiş, önce “aile” kavramı evliliğe indirgenmiş, daha sonra evlilik “ev arkadaşlığı-şirket ortaklığı kıvamında eşit iş bölümü” yorumuyla insan, cinsiyete indirgenmiştir. Bir bakıma, “İnsan, düşünen hayvandır” felsefî (!) eşiğine ikinci basamak eklenmiştir: “İnsan, erotizmci hayvandır.”

İnsanı, hayvanlar arasında arzusu ile durmadan üreyen ve şiddeti ile hayvanlar arasından sıyrılan “süper hayvan” kurgusu içinde anlamlandıran ve bağımlılık krizleri üreterek şehvet-güç ikonu yapan bu zihniyete geçit vermeyen tek seçenek vardır: “Aile”…

Yuva, aile vesaire

“Aile” kavramı, kronolojik-antropolojik okumalarla müzeleştirilmek istenen “evlilik kurumu”nu aşan bir “insan yorumu” ve “insan olmak hâli”ni içeren bir “oluş-oldurma yuvası”dır. Bu nedenle insanların arasında evli kalıp aile olmadan ölenler vardır. Bir bakıma evli çiftler, aile olma arayışındadırlar. Kuşkusuz bu arayışı “aile olmak” şeklinde betimlemez, başka cümleler ve beklentiler demetiyle anlatırlar aradıklarını. Fakat tüm arayışı tam olarak karşılayan şey, “aile” kavramıdır.

İnsanın ergenlik ateşinde olgunlaştırdığı “cinsiyet farkındalığı”, doğal olarak “evlilik rüyâsı” ile uyanan bir kültürle yola koyulur. Evlilik kriterleri, en az aile olmak kadar önemli ve öncelikli bir “insan huzûru kaynağı”dır. Dolayısıyla insan, toplum olma serüvenine cinsiyete bürünerek başlar. İnsanı hayata çağırsak, cinsiyet olarak gelecektir. Yani insan bir "erkek" ve bir "kadın" olarak karşımıza gelecektir. İnsan nasıl yorumlanırsa, cinsiyet kültürü de ona göre oluşacaktır. Kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan her şey, insanın tanım ve yorumlanmasının cinsiyetteki karşılığıdır.

Cinsiyet kültürü; kadın ve erkeğin birbiri ile ilişkisinde oluşan kültürü değil, insan yorumunun kadın ve erkekte vücut bulmuş kültürünün adıdır. Kadın-erkek ilişkilerindeki sorunların kaynağı, “insan yorumu” ile ilgilidir. Aile ise, insanın cinsiyet olarak vücut bulduğunda kadın ve erkek biçimlerine bölündükten sonra tekrar kendine döndüğü bir aşamayı ifade etmektedir. Yani insan olma sürecindeki bireyin "öteki"ne aynı çatı altında uğramasıdır. Aile sadece bir soy ağacı ve cinsiyetin (özellikle cinsel ihtiyacın giderildiği) bir geleneği olarak görülürse, önce insan cinsiyette, sonra da toplum ailede intihar eder.

Cinsiyet kültürünün en büyük edinimi evliliktir. Ancak "aile" farklı bir edinimdir. Evli çiftlerin çocuk edinmeleri ile başlayan süreç, "aile" olarak nitelenemez. Çünkü aile, cinsiyetteki "insan" bölünmüşlüğünün tekrar bütünleşme alanıdır ve bu nedenle "insan" merkezli bir oluşu ifade etmektedir. İnsan oluşu unutan evlilikler, anne, baba ve çocuk ile sınırlı bir mutluluğun peşine düşen evliliklerdir. Bu tür evliliklerin en büyük yitimi ise “aile” olamamalarıdır. O nedenle cinsiyet “oluşum evreleri” ile tamamlanırken, insan oluşumunun evreleriyle de tamamlanmalıdır. Böyle olmalıdır ki, evlilik ve aile bir bütünlük arz edebilsin.

“İnsan”ın derinlik ve çapı ile imkân olarak üretkenliği, cinsiyetin derinlik, çap ve imkânlarından daha çoktur. Cinsiyet tek başına hayatı kavrayamaz, taşıyamaz, anlamlandıramaz. Aile, insanın yorumuyla başlayan erdem arayışının cinsiyet kültüründe evliliğe evrilmesi ile devam eden/etmesi gereken ve hayata dair değerlerin üretilerek topluluklar aracılığıyla oluşturulan toplum modelinin bir prototipidir.

Aile olan yahut ailede kendine eren insan, aile merkezli çevre edinimi ile geliştirilen topluluklar aracılığıyla topluma geçiş yapar. Bu geçişte topluluklar, insanın yorumuna katkıda bulunamaz veya insanın mevcut erdemlerini tüketir ise, o zaman topluluklar aileden topluma geçiş aracı değil, aile fertlerinin kendi aralarındaki sorunlarda kullandıkları araçlar hâline gelecektir. Bu da insanı çözemeyen kadın ve erkekleri toplulukların itmesi ile birlikte onları toplumun boşluklarına düşürecektir. Bu boşluk önce kadını, sonra erkeği evsiz bırakacaktır.

Bu bağlamda şehir, toplumun “ev”li hâlidir. Onun için evin dışında, insanın karşı cinsle buluşarak "insan"a ermesi için buluşma yerleri sunan bir şehir, insana, aileye, topluma ve tarihe bir tehdittir. Modern kentler, aile yuvalarının toplamı değil, cinsiyet barınaklarının kütleleri olmuşlardır. O nedenle boşanma, cinsel özgürlük ve sapkın erotizm adresleri yaygındır.

Hayatın huzuru, uzun süren evliliklerle başlar, fakat “aile”ye erişildiğinde menziline varır: “Cennet”…