Aile ne değildir?

Aile bir şey değil, çok şeydir. Ona nasıl bakıyorsan odur. Bir ülke, bir toplum aileye ne kadar önem veriyor, ne kadar yatırım yapıyorsa kendini o kadar seviyor, geleceğine o kadar yatırım yapıyordur.

AİLE kurumunun ne olduğunu konuşmak kadar önemlidir “ne olmadığını” konuşmak. Bu yazının bir farkındalık oluşturmasını umarak düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Aile, evlilik ile başlayan bir süreç değildir. İster yurtta büyüyen bir çocuk olsun, ister yeni akıl çağına girmiş bir çocuk, isterse de huzurevindeki tek başına kalmış bir ihtiyar, kimse yalnız değildir aslında ve kimse ailesiz değildir. İnsan kâinatın ve yaşamın bir parçasıdır. Kendini yalnız hissetmesi yaşam şartlarından kaynaklansa da yaşam başlı başına sonsuzluğu içine alır ve yaşama sahip her canlı, içinde sonsuzluğa ev sahipliği yapar.

Yaşama ev sahipliği yapan bir konak, kendi kendine büyük bir ailedir. Bunun farkına varan kişi öyle büyük bir zenginliğe kavuşur ki hem içi, hem yaşamı dolu dolu olur.

Aile sorumluluğu, sorumluluk bilincinin oluşmasıyla başlar. Evlilik başladığında olunan eş, çocuk doğduğunda olunan ebeveynlik eğer daha önceden hazırlanılmadıysa birçok geç kalınmışlıkla doludur. Eşlik, anne veya babalık için önceden hazırlanmak, önce kendine, sonra insana ve insanlığa saygı duymak, içine doğduğu yaşama merak duymaktır. Önceden hazırlanmak, herkes gibi olmayı reddetmek, kaderi için çalışmaktır. Üzerine giydirilen varlık emanetinin sorumluluğunu kabul etmek, şu anda ve ileride mesul olabileceği insanlar için çalışmak ve hazırlık yapmak büyük bir erdemdir. Bu tür kişilerin topluma örnek olması ve çoğalması gerek. Her hâlükârda insan ne yaparsa kendine yapar. İyi şeyler biriktiren insan, ileride, biriktirdiklerini kullanacaktır. O hâlde bol bol iyilik biriktirelim, iyi insanlar biriktirelim, güzel anılar, güzel çocuklar bırakalım ki mirasımız olan, arkamızda bıraktığımız ayak izleri onları takip edenleri iyi yerlere çıkarsın.

Aile kurumu iyi günde, kötü günde, her koşulda ve her konuda anlaşmak ve anlaşılmak için kurulan bir kurum değildir. Öyle olsa idi farklılıklar nasıl gelişirdi? Aile çatısı toplumun çekirdeğidir. Çekirdek ne kadar güçlü, ne kadar kendini geliştiren bir yapıda olursa çevresine o derecede katkısı olur. Tamamen sevgi dolu, hiçbir çatışmanın yaşanmadığı bir ortamda belki mutluluk olur ama gelişim olmaz. Tartışma ve çatışma ortamlarında durum ve duygu kontrolü, çözümsüz gibi görülen anlaşmazlıklarda orta yol bulma, birbiri için fedakârlık yapma, haklılığından taviz verme, öfkeyi frenleyebilme, zor durumlarda cesur olma gibi durumlar aile içinde ne kadar tecrübe edilirse toplumsal birlikteliklerde de benzer durumlar o kadar rahat aşılır. Ormanlar tek ağaçlı olsa sizce güzel mi olurdu? Yaşam demek, paylaşmak demek. Acıyı, gözyaşını, mutluluğu, varlığı ve yokluğu, sevgiyi ve nefreti önce ailede paylaşarak hayata hazırlanırız.

Anlaşmak mı, paylaşmak mı?

Aile çatısı, anlaşma yeri değil, paylaşma yeridir. Herkes kendinde olanı paylaşmalı, diğerinin elinde olanı kabul etmeli ve birbirinde olanın gelişimine olanak ve destek sağlamalıdır. “Önce ben” demek, haklılığından taviz vermemek, “Hep benim sevdiğim yemekler olsun, benim istediğim tatil yerine gidilsin” demek, zor zamanlarda karşı tarafı suçlamak, fedakârlığın çoğunu başkalarından beklemek aile çatısını güçlendirmek yerine zayıflatır. “Anlaşamıyorum” diye aile kurumunu zayıflatmak, hatta dağıtmak ne akla, ne kalbe sığar.

Gün geçmiyor ki bir boşanma haberi almayalım çevremizden. Soranlara tek cevap veriyorlar: “Anlaşamadık.” Büyük bir sorun var ki boşanmayla sonuçlanmış elbet ama bir sorunu başka bir sorunla çözmeden önce bütün çareler sonuna kadar denenmeli. Bütün imkânlar seferber edildikten sonra hâlâ çözülemiyorsa belki doğru olanı zorlamamak olabilir ama bütün imkânlar aile kutsallığı için gerçekten sonuna kadar zorlanmalı. Hayatın, var olmanın ve insan olmanın anlamı hayatın bize göre şekillenmesi, haklılıklarımızın ön plânda tutulması, tüm isteklerimizin gerçekleşmesi, aile üyelerinden nasıl davranmalarını istiyorsak öyle davranmalarını beklemek üzerine değildir. Ne diyorsak o olsun, bizim hatalarımız hoş görülsün, affedilsin, başarılarımız bolca takdir edilsin, bizden bizi aşacak yükler yüklenmemiz beklenmesin. Diğer yandan da, “Kaç kez dedim böyle yapma diye, bak sınırı aştın artık” deyip karşı tarafa baskı yapmak, başarılarını kıskanıp görmezlikten gelmek, tanıdıklarımızın, sevdiklerimizin, hatta sevmediklerimizin bile yedi gün yirmi dört saat beklentilerimize ve bildiklerimize göre hareket etmelerini beklemek nasıl duruyor buradan böyle bakınca? Zaman zaman çoğumuzun başına gelir “Onun böyle bir şeyi yapacağını bin yıl düşünsem aklıma gelmezdi” dedirten bir davranışla karşılaşmak.

Biraz geri çekilelim ne olur, daha geniş açıdan bakmaya çalışalım. Bakmadığımız çok yön var, emin olun. Denemediğimiz çok şey var, inanın. Önce haklılığımızı, önce kendimizi, önce anlaşmayı beklemeyelim, önce anlamayı seçelim. Olayları ve şahısları kendi içsel yapımıza ve aklımıza göre değerlendirmenin yanında bir de dinimize göre, ilme göre aile kutsallığına göre tarafsız bir gözle değerlendirmeye ve anlamaya çalışmalıyız.

Donanımımız çoğu şeyi kavramaya yetmeyebiliyor, uzman görüşü almanın sakıncası olmamalı, hatta toplum bunu içine doğal olarak yerleştirmeli. İnsan olmak, aile olmak, toplum olmak, yaşamak o kadar basit konular değil. Bu konularda kitaplardan ve uzmanlardan şiddetle destek alınması, rehberlik istenmesi taraftarıyım. Varlık sorumluluğu “Bana göre”ler ile tek başına kaldırılacak bir şey mi, hiç olacak iş mi? Kendi aklıyla yaşamı ve kendini çözebilmiş ve sürekli doğru şekilde yaşayan birini gördünüz mü? Böyle biriyle tanıştıysanız bize de haber verin.

O hâlde aile kurumunu “Kafamın tası attı artık” deyip bir boş tas gibi rastgele fırlatıp atamazsın ey insan!

Aile, canımız nasıl isterse öyle davranacağımız önemsiz bir detay değildir. Bir çatı altında bir arada bulunan insanların birbirine ve çevrelerine olan davranış şekilleri toplumu yakından ilgilendirir. Aile içinde ne varsa topluma da o yansır. “Ev içinde başka olayım, dışarıda başka biri olayım” anlayışındaki biri, önce kendini kandırmaktadır. İnsanın sahtesi kendini çabuk ele verir. İnsan çeşitli şekillerde hissedebiliyor bunu. Meselâ gözlerdeki parıltıdan, mimiklerin farklılıklarından, davranışlardaki değişikliklerden yapmacıklık anlaşılabiliyor.

Aile kavramına gereken ciddiyet ve hassasiyeti göstermek her bireyin sorumluluğudur. Aile içinde bir kimse sorumlu olurken diğerleri bundan uzak kalamaz. Toplum ve bireyler aile yapısının gelişimi ve korunması için tüm tedbirleri almalı ve gereken çalışmaları yapmalıdır. Aile çatısı bir otel odası, bir konaklama ve beslenme noktasından ibaret değildir. Orada kafamıza göre hareket edemeyiz. Okullarda aile yapısı ders olarak işlenmelidir. Toplum ve devlet bu konuya ne kadar önem ve değer verirse aile yapısı o kadar çabuk toparlanır.

Yükümlülük ve yükler

Aile içindeki çocuklar saksı değildirler. Ailede herkesin bir rolü vardır ve her bireyin özelliğine göre ayrı davranılması gerekir. Burada en önemli konu, ailede çocuk varsa işin renginin çokça değiştiğidir. Eşler gerek kendileri arasındaki ilişkilerini, gerekse de diğer aile üyeleri arasındaki iletişim ve davranışları çocuğa göre ayarlamalıdır. Çocuk için sadece “Yedir, içir, uyut, okula gönder; bitti” denemez. İnsanın eti ve kemiğinden önemlidir ruhunun gelişimi ki büyüklerin de en çok hata ve eksiklerinin olduğu nokta burasıdır. “Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, hasta oldu sırtımda taşıdım, saçımı süpürge ettim, daha ne yapayım?” diyerek kendilerini rahatlatan büyüklere şunu sormama izin verin: İnsan kişiliği hangi besinle, bu saydığınız hangi davranışla en iyi şekilde gelişiyor ve güçleniyor? Sadece yemek yiyerek mi geleceğe güvenle yürüyen, hedefine ve yaşama amacına kararlılıkla adım atan, ülkesine ve insanlığa hizmet etmekten gurur duyan bireyler yetişecek? Okullardaki öğretmenler temel dersler arasındaki teneffüslerde mi yetiştiriyor insanlığı yoksa? İnsanın içini kim ne zaman imar edecek Allah aşkına? Ailedeki anne ve baba diyor ki, “Bize de zamanında veren olmadı”. Öğretmen diyor ki, “Elim kolum bağlı, müfredata uymam gerek. Hem bu maaşla mı fedakârlık yapacağım”. Camideki hoca, Kur’ân okumayı öğretse yetiyor. Ha yoksa ben mi yanlış anladım, insan akıl çağına girince ve doğruyu yanlışı anlamaya başlayınca kendi kendini en güzel şekilde yetiştirebilecek kabiliyete de kavuşmuş mu oluyor?

Bana da annemle babamdan, öğretmenlerimden, hocadan insanı insan yapacak bilgi geçmedi, ruhuma işlenmedi. Ama bu arkaya yaslanmama ve gece rahat uyumama sebep olmuyor nedense. Bir ağır yük biniyor omuzlarıma ve bu ağırlık kitaplara doğru eğilmeme sebep oluyor. İsteyen istediğine kavuşmanın bir yolunu bulur, yeter ki o şeyi bütün varlığı ile istesin. Buradan yola çıkarak diyorum ki, “Ey anne ve babalar! Lütfen, acilen kitaplara kaçın, insanı okuyun ve önce kendinizi, sonra en yakınınızdan başlayarak çevrenizi aydınlatmaya başlayın”.

Bu sorumluluk hepimizin. Çocuklarınız var ise erken yaşta ruhu için gerekli tüm aşıları yaptırın. Bol bol oyuncak alarak, parklarda kaydıraklara, salıncaklara emanet ederek değil, bizzat vakit ayırarak, göz teması kurarak, öğreterek, sarılarak ve severek, ruhu için gerekli çalışmaları geç kalmadan yapın ne olur! Tabağında ne olduğuna değil, kalbinde ne olduğuna kafa yorun. Kimse içi yalnız büyümesin; sessiz çığlıkları duyulmayan ne kadar çok insan var, bir bilseniz.

Benim de büyük çığlıklarım vardı ama duyacak kalp bulamayınca kendi içine çöken yıldız gibi çöktük ve sonunda işitme engelli olduk. Lütfen çocuklarınızın kalplerini duyabilmek için kalbinizi, donanımınızı geliştirin ve duyarlı olun. Lütfen çocuklarınızın gözlerine iyi bakın! Emin olun, orada çok şey bulacaksınız.  

Eşimiz hizmetçimiz, işçi veya memurumuz değil. Ev hanımı, evin kölesi değil. Evde iş bölümü ve sorumluluk dağılımı ciddî ve önemli bir konu. Bu konu çok çabuk bozulan, tamiri güç ve bir ömür boyu devam eden dengesizliklere sahip. Kimi noktada eşlerden biri gelir getirdiği için görevinin tam ve eksiksiz olduğunu, diğeri evin tüm işlerini, yemeğini, temizliğini yaptığı için görevinin veya rolünün tamam olduğunu düşünür. Kimi yerde çalışan bey, ev hanımı eşini küçük görebiliyor. Kimi yerde hanım, erkeğini geliri ve işi yüzünden küçük görebiliyor. Erkek, evin reisi olma olayını abartıp dengesizlik yapabiliyor. Evin hanımı, erkeğin gücünden korkup kendini teslim edip yaşıyor gibi görünebiliyor. Bu demek değil ki akşama kadar dışarıda çalışan eş, bir de gelsin, evdeki tüm işi yapsın veya evdeki eş yedi gün yirmi dört saat evin içinde dönüp dursun.

Evin ve ailenin çok çeşitli ihtiyaçları var. Evin bakımı nasıl ki evin ömrünü uzatırsa, aile bireylerinin de içsel ve dışsal ihtiyaçları dengeli bir şekilde karşılanmalıdır. Sadece sorumluluk üstüne, sadece görev dağılımına göre hareket etmek bazı noktalarda problem oluşturabiliyor. Meselâ evin erkeği kendini sadece maddî konulardan sorumlu bilip mutfak ile ilgili hiçbir bilgi edinme çalışmasına gitmiyor. Evin hanımı, ömrünün büyük kısmını mutfakta geçiriyor, nereye giderse gitsin ve ne yapıyor olursa olsun aklının bir köşesinde sürekli mutfak ve ev işleri bekliyorsa, hayatın tadını tam çıkaramayacaktır.

Hâlbuki insan olmanın gereklerinden biri de yaşamı doya doya hissetmektir. İki tarafın da çalıştığı durumlarda eşler birbirlerine destek oldukları sürece önemli bir sorun yaşanmaz. Ama evin sıcaklığı da tam olarak karşılanmaz. Ne söylersem söyleyeyim, nasıl söylersem söyleyeyim, yanlış anlaşılacak, ama düşüncemi yine de belirtmek isterim ki, bütün bir hafta iki eşin de sabah evden çıkıp akşam eve girdiği, küçük çocuk varsa ya kreşe ya da büyüklere teslim edildiği ortamlarda çatışmalar daha fazla oluyor ve genel anlamda yuva pek de istenen düzeyde sağlıklı olamıyor. Bunun anlamı, “Biri sürekli çalışsın, diğeri sürekli evde kalsın” değil tabiî. Tek gelirle geçinmenin zor olduğu zamanlardayız. Diğer yandan, aile çatısı maddî kaygılardan daha önemli. Bu nedenle orta yol bulunmalı. Hem evin geliri arttırılabilmeli, hem de aile yapısının sağlığı için tüm bireylere eşit dağıtılabilecek bir sorumlulukla azamî düzeyde aile içi sıcaklık ve gelişim sağlanabilmeli.

Evin içindeki her bireyin kendine göre yaşamsal ihtiyaçları olduğu gibi, her aile bireyinin diğerlerinden beklentileri de vardır. Aile içindeki sorumluluklar eşit dağıtılmalı ve herkes üstüne düşeni yapmalı. Bu resmî görev gibi algılanmamalı. Bir teşekkür, bir özür çok şey ifade edebilir. Yol, her hâlükârda yoldur. Ama yol vardır çakıllı, balçıktan. Yol vardır çiçekli, çimenli. Birbirimizi ihmâl etmeyelim ve birbirimize destek olalım.

Aile şu veya bu demek değildir. Aile her şeydir. Candır, cennettir, cehennemdir, okuldur, bazen en büyük travmandır, bazen en büyük sermayedir. Vatanındır, kaçtığın yerdir, belki hiç kavuşamadığın özlemindir. Annedir, babadır, evlattır ya da kardeştir. Aile, içi boş bir ev değildir. Bir sen, bir de kedi varsa, orada da hayli büyük bir aile vardır. Aile geçmişimizdir, geleceğimizdir, alnımızdaki yazıdır, mirasımızdır. Sığınağımızdır. Ne olursa olsun, döneceğimiz bir yerin olması büyük bir nimettir. Ailesi ailesiz kalmış yurtlar da oralarda büyüyen nice insanın bağrındaki en büyük boşluktur. Nice başarı hikâyesinin, nice hastalığın arkasındaki sırdır.

Aile bir şey değil, çok şeydir. Ona nasıl bakıyorsan odur. Bir ülke, bir toplum aileye ne kadar önem veriyor, ne kadar yatırım yapıyorsa kendini o kadar seviyor, geleceğine o kadar yatırım yapıyordur. Aile kaderdir, kazadır, müjdedir ya da felâkettir.

Temennim odur ki, devletçe ve milletçe bu konuya daha hassas yaklaşıp önemli çalışmalar yaparız. Hep birlikte “aile” kavramının yükselişini sağlayalım ki yükselsin insanlık, yükselsin birliğimiz, yükselsin geleceğimiz.