Aile, medeniyetimizin ana rahmidir

Büyük bir medeniyete öncülük etmiş İslâm’ın aile yapısı, Tanzimat Fermanı ve arkasından Cumhuriyet’in ilânı ile büyük bir yıkıma maruz kalmıştır. Özellikle son 17 sene içinde Avrupa Birliği’ne hoş görünme adına ailenin sağlam temelleri sarsılmaya başlamıştır. Ailede kadının öne çıktığı açık seçik görülmektedir. Evden uzaklaştırma yöntemi, beraberinde cinayetleri tetiklemiştir.

“AİLE topluluğu çöktü, ev diye bir şey kalmadı. Kadınlar pazarda iş aramağa başladılar. Feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadınlara pazarlarda iş bulma dâvâsıdır.” (Cemil Meriç, Bir Facianın Hikâyesi)

Aileyi fertler teşkil eder. Geniş aile, bir aile reisinin başkanlığında eş, çocuk, torun, gelin, damat, amca, dayı, hala ve teyzelerden oluşmaktadır. Yani insan merkezli sosyal yapı...

Aile, ataerkil veya anaerkil oluşuna göre ikiye ayrılmaktadır. Onu meydana getiren fertler de değişmektedir. Dar veya çekirdek aile ise bir karı-koca ile çocuklardan meydana gelmektedir. Ailedeki hâkimiyetin baba veya annede oluşuna göre aileler ikiye ayrılmaktadır. Baba hâkimiyetine dayanan, onun çocuk ve yakınlarını içine alan aileye ataerkil (pederşâhî-patriarcal), anne hâkimiyetine dayanan, onun çocuk ve yakınlarının teşkil ettiği aileye de anaerkil (mâderşâhî-matriarcal) aile denir. 

Ataerkil aile daha yaygın olmakla birlikte, bazı toplumlarda her iki tip aileye de rastlanmaktadır. Ayrıca aile, eşlerin sayısına göre de tek eşliliğe (monogami) dayanan aile, çok eşliliğe (poligami) dayanan aile olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. (İslâm Ansiklopedisi, Aile, 2. Cilt, 196)

İslâm’da aile son derece önemli bir sosyal kurumdur. Tarihi ilk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem’e kadar uzanmaktadır. Daha açık ifadeyle aile, insanlık tarihi kadar eski ve zengin bir geçmişe sahiptir. Aile, sosyal dokunun önemli bir hücresidir. Ailenin sağlam ve kutsal yapısı korunduğu sürece toplum diri ve ayaktadır. Aile, günlük siyâsî polemik ve çıkarlar uğruna fedâ edildiği ve görmezlikten gelindiğinde toplumsal ve sosyal sorunlar baş göstermektedir. Aile yapısının sarsıldığı ve bozulduğunda topyekûn bir çöküş başlar. 

Ailenin temelini evlilik teşkil etmektedir. Evlilik, aynı zamanda sağlıklı nesiller, milletlerin geleceği ve güveni için kutsal bir bağdır. Evlilik kurumuna sahip olmayan toplumlar çökmeye mahkûmdurlar. Bunun en çarpıcı örneğini bugün Avrupa yaşamaktadır. Çünkü Avrupa ülkelerinde nüfus artışı hızla sıfırın altında seyretmektedir.

Din ve toplumlarda aile

Yahudilikte aile sadece sosyal değil, aynı zamanda dinî bir topluluktur. Atalar kültü, bir aile ibadetidir. Geleneksel ibadeti muhafaza eden ve onu yeni nesillere aktarma görevini üstlenen aile ve onun reisi olan babadır. İlk metinlere göre Yahudilerin ataları (İbrâhim, İshak, Ya’kūb) kurban yerleri hazırlamışlar ve Tanrı’ya kurban takdim etmişlerdir (Tekvîn, 12/7 vd.; 13/18; 26/25; 37/5). Aynı zamanda baba, bir aile ibadeti olarak evde icra edilen Fısıh (Pesah) Bayramı’na da başkanlık etmektedir (Çıkış, 12/1-51). Bu yüzden babanın rûhânî bir hüviyeti vardır ve sınırsız otoritesi de buradan gelmektedir. Aile bağlarını koparan kimse, atalarının himayesinden mahrum olur. Evlenmeyerek ailenin ortadan kalkmasına sebep olan kimse ise, sadece bir sosyal birimin değil, bir kültün yok olmasına da sebep olmaktadır. Bu yüzden Yahudilikte bekâr kalmak büyük günahtır. 

İlâhî vasfını yitirmiş ve dejenere olmuş Hıristiyanlıkta aile yapısı, Yahudi ailesinden çok farklı değildir. Esasen İncil’de de belirtildiği gibi Hazreti Îsâ önceki şeriatları lağvetmek için değil, tamamlamak için gelmiştir (Matta, 5/17). Bu bakımdan burada Hıristiyanlıktaki aileden bahsedilirken sadece Yahudilikten farklı olan noktalar üzerinde durulacaktır. 
Hıristiyanlık aileyi sosyal veya medenî bir kurum olarak değil, tamamen dinî bir kurum olarak kabul etmektedir. Bu bir ölçüde Yahudilikteki maddeci anlayışa bir tepkidir. Hazreti Îsâ’ya göre aile fertleri arasındaki ilişki, insanla Allah arasındaki ilişkinin bir aynası ve insanın rûhî-mânevî alandaki gelişmesinin vazgeçilmez bir unsurudur.

Aileyi meydana getiren evliliğe, Hıristiyanlıkta o ölçüde kutsî bir mahiyet verilmiştir ki evlenmekle karı-kocanın tek bir beden hâline geldiği ve artık ayrılmalarının mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır (Markos, 10/8-12). Buna göre boşanıp başkasıyla evlenen eş, zina etmiş olmaktadır (Matta, 19/9; Luka, 16/18). Çünkü önceki evliliği henüz devam etmektedir. Her ne kadar bu yasak Yahudilikteki boşanmaların aşırılığına bir tepki olarak ortaya çıkmışsa da boşanmayı bütünüyle reddettiği için bu defa da bir başka aşırılığa sebebiyet vermiştir. Hıristiyan dünyasında yaşanan çeşitli sosyal çalkantıların bir sebebi de bu yasak olmalıdır. Zira bu durum bir taraftan kilise dışındaki evlenme ve boşanmalara yol açmış, kilisede boşanıp ikinci defa evlenemeyenler bunu kilise dışında yapma yoluna gitmişlerdir.

Eski Türk ailesinin de çağdaşı birçok toplumdaki gibi ataerkil bir yapıda olduğu görülmektedir. Yalnız bu ataerkil aile yapısı Yahudilerde veya Roma toplumunda olduğu gibi aile reisine geniş yetkiler veren, eş ve çocukları âdeta bir mülkiyet ilişkisiyle babaya bağlayan bir aile değildir. İlk zamanlarda göçebe ve genellikle savaşçı bir toplum olmanın gereği olarak erkeğin aile ve toplum içerisindeki yeri, kadına göre daha önemlidir. Fazla yaygın olmamakla birlikte çok evlilik uygulamasının eski Türk toplumunda var olduğu ve buna özellikle zengin tâcirler arasında rastlandığı bilinmektedir.

İslâm’da aile, Hıristiyanlıkta olduğu gibi tamamen dinî bir kurum değilse de, yine de bu birliğe büyük önem verilmiş ve insanların aile kurmaları muhtelif âyet ve hadîslerle teşvik edilmiştir. Çünkü aile hem kişinin huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamı için bir vesîle, hem de kişiyi dince günah sayılan çeşitli kötülüklerden alıkoyan bir vâsıtadır. 

İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O’nun varlığının belgelerindendir. Bunda düşünen insanlar için dersler vardır.” (Rûm 21; ayrıca bk. Nahl 72, Nûr 32)

“Nikâh Benim Sünnetimdendir. Kim Benim Sünnetimi uygulamazsa Benden değildir. Evleniniz, Ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim...” (İbn Mâce, Nikâḥ, 1; ayrıca bk. Miftâḥu Künûzi’s-Sünne, “Nikâḥ” md.) 

Bunun yanı sıra İslâm hukukçuları, evlenmenin dinî hükmünün çeşitli durumlara göre farz, sünnet, mubah, mekruh ve haram olduğunu belirtmişlerdir. 
Birçok toplumda olduğu gibi İslâm aile yapısı da ataerkildir. Fakat bu aile Yahudilikte, Roma ve eski Arap toplumunda var olanlardan farklı bir yapıdadır. Aile reisinin onu meydana getiren fertler üzerindeki yetkisi, öncekilere nispetle son derece sınırlıdır. Meselâ bir aile reisi olarak babanın, çocuklarının şahısları ve mal varlıkları üzerinde onların yararıyla sınırlı bir velâyet hakkı vardır. Çocuklarını satma veya onların hayat ve ölümleriyle ilgili bir karar verme yetkileri yoktur.

Hıristiyan inancına göre ilk günahkâr kadındır. İslâm’da ise kadın, ilk günahın vebalini taşımamaktadır. Din ve cemiyet nazarındaki durumu da buna göre şekillenmektedir. O, kocası karşısında bağımsız bir kişiliğe sahip olduğu gibi iktisâdî bakımdan da bağımsızdır; İslâm hukukundaki tek kanunî mal rejimi olan mal ayrılığının tabiî sonucu olarak karı ve kocanın mal varlıkları birbirinden ayrıdır. Hâkim görüşe göre kadın, kendi mal varlığında dilediği gibi tasarruf edebilir. Bunun için kocasının rızâsına muhtaç değildir. Ayrıca kadın, erkekler gibi mirasa ehildir. Bu mallar üzerinde de kocasının bir müdahalesi söz konusu değildir. 

Tek eş ve boşanma meselesine bakış

İslâm hukuku bakımından kadın ve erkek, esas itibariyle eşittir. İslâm belli bir dereceye kadar kan, süt ve sıhrî hısımlarla evlenme yasağı koyarak (bk. Nisâ 23) esas itibariyle bir aile egzogamisi uygulamıştır.

Evlenme sırasında erkek, kadına “mehir” adıyla belirli bir para veya mal öder veya ödeme borcu altına girer. İsim olarak mehir, İslâm öncesi Arap toplumunda aynen, Yahudilikte benzer şekilde (mohar) var ise de mahiyetleri farklıdır. İslâm hukukunda mehir, evlenecek kadının ailesine değil, bizzat kendisine verilir ve kadın, diğer mallarında olduğu gibi onda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Bu durum, ödenen mehrin satış bedeli, nikâhın da bir satış akdi olduğu iddialarını çürütmektedir. Bir kimsenin bir akde hem taraf olup satış bedelini alması, hem de akde konu olması mümkün değildir. Gerçekte mehrin amacı, kadına iktisâdî bir güç kazandırma ve boşanmanın suistimal edilmesini önlemektir. Özellikle boşanmalara sıkça başvurulduğu dönem ve bölgelerde yüksek tutulan ve çoğu kez boşanma ânında ödenmesi kararlaştırılan mehrin bu nevi sebepsiz boşanmalara önemli ölçüde engel olduğu bir gerçektir.
İslâm’da aile, esas itibariyle tek evlilik (monogami) üzerine kurulmuştur. Fakat belirli durumlarda kocanın dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir. Ancak bunun bir emir değil, belirli şartlarla başvurulan bir ruhsat olduğu unutulmamalıdır. Böyle bir evliliğe izin veren Nisâ Sûresi’nin üçüncü âyetinin devamında, “(...) Şayet adaleti gözetmekten korkarsanız, o zaman bir tane ile veya câriyenizle yetinin. Doğru yoldan ayrılmamak için bu daha elverişlidir” buyrularak tek evlilik teşvik edilmiştir.
Boşanma konusunda kabul edilen sistem, boşanmayı yozlaştıran Yahudi uygulamasıyla onu asla kabul etmeyen Hıristiyan tatbikatı arasında yer alan orta bir yol görünümündedir. Hazreti Peygamber’in, eşlerin birbirlerine iyi davranmaları ve aile birliğini devam ettirmeleri hakkında çeşitli emir ve tavsiyeleri bulunmaktadır.

Boşanma konusunda kocanın kadına nispetle daha geniş bir serbestlik içerisinde bulunduğu görülmektedir. Bu, boşanmanın malî bütün külfetinin kocanın omuzlarında oluşu ve kocayı boşanma kararından önce dikkatli olmaya iteceği düşüncesine dayanmaktadır. Aynı zamanda erkeğin kadın kadar hissî olmaması ve boşanma hakkını genellikle suiistimal etmeyeceği anlayışı da bu hususta rol oynamıştır. Nitekim kocanın sahip olduğu bu boşanma serbestisi aynı ölçüde tatbikata yansımamıştır. Bunda kocanın yükleneceği malî külfetin yanı sıra dinin sebepsiz boşanmayı hoş görmemesi de büyük ölçüde müessir olmuştur. 

Kadın, boşanma konusunda daha sınırlı bir yetkiye sahiptir. O ancak kocasıyla anlaşarak (muhâlea) veya belirli sebeplerin varlığında bir mahkeme kararıyla (tefrik) boşanabilir. Aile birliğinin devamı sırasında olduğu gibi bu birliğin bozulmasından sonra da karı kocanın, özellikle kocanın çocukları üzerinde belirli sorumlulukları devam etmektedir.
Klâsik fıkıh kitaplarında, konular ibâdât, muâmelât ve ukubât ana bölümleri içinde incelenmiştir. Münâkehât, bu sistematik içerisinde genel olarak ibâdât ve muâmelât arasında yer alır. Bu, aile hukukunun hem ibadetlerle, hem de muâmelâtla olan yakın ilişkisi sebebiyledir. Bu bakımdan bazı hukukçular onu ibâdât, bazıları muâmelât bölümüne dâhil ederler. Münâkehât da başlıca iki ana bölüme ayrılır: Nikâh ve talâk… 

Nikâh bölümünde evlenme akdi, bununla ilgili şartlar, evlenme engelleri ile mehir ve nafaka gibi evlenmenin doğurduğu sonuçlar; talâk bölümünde ise boşanma, boşanma çeşitleri, sonuçları, iddet, nafaka gibi konular işlenir. Nesep, süt emzirme (radâ), çocuğun bakım ve terbiyesi (hadâne) ile akrabalık nafakası gibi konular da yine münâkehât bölümünde incelenmektedir. 
Son söz 

Sonuç olarak, büyük bir medeniyete öncülük etmiş İslâm’ın aile yapısı, Tanzimat Fermanı ve arkasından Cumhuriyet’in ilânı ile büyük bir yıkıma maruz kalmıştır. Özellikle son 17 sene içinde Avrupa Birliği’ne hoş görünme adına ailenin sağlam temelleri sarsılmaya başlamıştır. Ailede kadının öne çıktığı açık seçik görülmektedir. Evden uzaklaştırma yöntemi, beraberinde cinayetleri tetiklemiştir. Millî bütünlüğün korunması ve devam ettirilmesi, millî hüviyetin geliştirilerek güçlendirilmesi, aile hayatı açısından çok yönlü adımlar atılmasını gerektirmektedir. 

Dünya küçülmüş ve iletişim hızla ilerlemiştir. Böyle bir ortamda aile hayatı, emperyalizme esir olmak yerine emperyalizme karşı koyacak güce sahip olmalıdır. Sağlıklı yeni nesiller ve güven içinde bir Türkiye geleceği için ailenin, özellikle evliliklerin sağlam temellere oturtulması gerekmektedir. Bu ise öteki dinlerden, özellikle Batılı anlayıştan farklı olan İslâm’ın sosyal hayatı bütünüyle kucaklamasından geçmektedir.