Aile, mahremiyet ve tesettür

İslâm, aileyi ve ev halkını dışarıya karşı mahrem ilân etmekle kalmıyor, ev içinde dahi daha özel mahremiyet alanları ihdas ediyor. İnsana kendi çocuklarını bile belli vakitlerde izin alarak yanlarına girmelerini emrediyor. İslâm, çağdaş dünyanın açılıp saçılmasının, kadın-erkek arasındaki ilişkilerin bile gözler önüne serilmesinin (aşüfteliğin) aksine mahremiyeti muhafaza etmeye özen gösteriyor.

BUGÜN tartışılan konulardan biri de aile, tesettür ve mahremiyettir. İnsanların bir kısmı, ailenin bir üyesi olan kadının, örtülmesi gereken yerlerini örtmesi ve kadın-erkek bir arada bulunmamasını benimserken; bir kısmı da mahremiyet anlayışının geç dönemlerde ortaya çıkmış bir gelenek olduğunu, hattâ İslâm açısından kadının örtünmesi zorunluluğunun bulunmadığını söylemektedir.

Aile, tesettür ve mahremiyet konusunda yazıp çizenler, bunları hep ayrı kategorilerde birbirlerinden bağımsız olarak incelemişlerdir. Oysa biz, bu üç konunun birbiriyle geçişli denebilecek kadar ilişkili olduğunu düşünmekteyiz. Nüzul tarihlerini göz önünde bulundurarak yaptığımız Kur’ân âyetleri araştırmamızda da gördük ki, bu üç konu birbiriyle ilintili olarak tedricîlik esası üzerine düzenlenmiştir. Kur’ân âyetleriyle yapacağımız değerlendirmeye geçmeden önce aile, tesettür ve mahremiyet açısından O’nun nasıl bir topluma vahyedilmeye başladığını ve bu toplumda nasıl bir düzenleme yaparak onu hangi istikamete yönlendirmeye çalıştığını tespit etmek gerekecektir.

Kur’ân vahyedilmeden önce Arap toplumu, (bugünküne benzer biçimde) kadın-erkek ilişkilerinde, iklimin de sıcak olmasının verdiği alışkanlıklar ile hiçbir mahremiyet sınırı tanımıyordu. Kadınlar, her cahilî toplumda olduğu gibi dekolte kıyafetler giyiyor ve vücûtlarını gizleme ihtiyacı hissetmiyorlardı. Toplumda cinsel ilişkiler, sınırsız bir özgürlük havası içinde yürütülüyor, hayatın her alanında kadın ve erkek iç içe geçmiş vaziyette yaşıyordu. Bu durumda aile bağları zayıflamış, boşanmalarsa evlenmeler kadar yoğun bir hâle gelmişti.

Hicret’ten sonra Medîne’de inşâ edilmeye başlanan Müslüman şehrinde bu hususun yeniden düzenlendiğini görmekteyiz. İslâm, toplumsal yapısını aileye dayandırmak istiyordu. Böylece toplumda kendiliğinden kurulacak bir kontrol mekanizması oluşturacak ve bireysel sapkınlıkları daha başında kontrol altına alacaktı. Bu yüzden ailenin bir birim olarak çözülmesini önlemek ve onu kendi içinde güçlü bir mekanizmaya sahip kılmak için aile dışındaki bireylerle ilişkilerde mahremiyet sınırlarına riayet etmek zorunluluğunu ihdas etti. İslâm, bu sayede toplumun çözülmesinde ve kötülüklerin yayılmasında önemli bir fonksiyon icra eden cinsler arası ilişkileri kontrol altına almayı başardı.

Şeytan, insanları Allah’ın yolundan alıkoymak istediğinde, ilk olarak onlara birbirlerine göstermemeleri gereken yerlerini göstermek için vesvese vermeye başlar (Araf, 20). Bu da toplumsal çözülmede tesettür ve mahremiyetin ne kadar önemli bir işlev gördüğünün göstergesidir. Tabiî olarak şeytanın vesvesesinin hem kadın, hem de erkek için olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü bazıları zannediyorlar ki, tesettür sadece kadın içindir. Hâlbuki erkeğin de örtmesi gereken mahrem yerleri vardır.

“Evlere kapılarından giriniz”

Bu girişten sonra, konuya Kur’ân âyetlerinin nüzul yıllarını göz önünde bulundurarak baktığımızda, ilk olarak Hicret’in birinci yılında, evlere arkalarından girilmesinin yasaklandığını görmekteyiz: “Sana doğan aylardan soruyorlar, de ki, ‘Onlar insan için hac vaktinin ölçüleridir. Evlere arkalarından girmek iyilik değildir. Evlere kapılarından girin ve Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz, umduğunuzu bulasınız’.” (Bakara, 189)

Cahiliyye’nin bir âdeti olarak müşrikler, hac mevsiminde evlere kapılarından girmez, pencerelerinden veya arka duvarlarından atlayarak girerlerdi. Bu durum, ev içindeki mahremiyeti olumsuz yönde etkiliyor ve insanlar görmemeleri gereken manzaralarla karşılaşabiliyorlardı. İşte İslâm, ilk olarak bu abes durumu ortadan kaldırmak için evlere arkalarından girmeyi yasaklıyor ve tabiî yol olan kapıdan girip çıkmayı emrediyordu.

Hicret’in beşinci yılında ise kapılardan yapılmaya alışılan giriş çıkışlar için yeni düzenlemeler yapılıyor ve bu da izne bağlanıyordu: “Ey inananlar! Kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp halkına selâm vermeden girmeyin. Herhâlde bunun sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anladınız. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size ‘Dönün’ denilirse, dönün. Bu sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı bilendir. Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere girmenizden dolayı size bir günah yoktur. Allah açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de bilir.” (Nur, 27-29)

Cahiliyye Arapları, birinin evine girmek istediklerinde, Anadolu’da hâlâ köylerde geçerli olan “çatkapı” usûlüyle girer çıkarlardı. İslâm evdeki mahremiyeti korumak amacıyla bunu da yasaklıyor, evlere ancak izin alınarak girilebileceğini, hattâ izin verilmezse (içeriden müsait olmadığı söylenirse) geri dönmeyi emrediyor. Bugün bazı insanların misafirlik için izin istediklerinde eğer karşı taraf müsait olmadığını söylerse bozulduklarına ve küstüklerine şâhit olmaktayız ki bu, İslâm’ın kınadığı bir durumdur.

İzin alınmadan ancak içinde oturulmayan ve içinde eşyalarımız bulunan evlere girmeye izin verilmiştir ki birincisinde, ev zaten boş olduğu için herhangi bir mahremiyet söz konusu değildir. Kendi eşyalarımızın bulunduğu ev ise, kendi evlerimiz veya mahremiyeti bulunmayan yakınlarımızın evleridir ki oralara girmemizde de bir sakınca yoktur. Çünkü ortada mahremiyeti gerektirecek bir durum söz konusu değildir.

Yine Hicret’in beşinci yılında, ailenin mahremiyetini temin için -en azından istenmeyen misafirlerden korunduktan sonra- müminlerin gözlerini sakınmaları emredilmektedir. Böylece mahrem olmayanlar arasında şâhit olunacak gayr-i meşru bakışlara engel olunacaktır. Aslında cinsler arasındaki gayr-i meşru ilişkiler, gayr-i meşru bakışlarla başlamaktadır. İslâm, bakışlara sahip olarak ortaya çıkacak sorumsuzlukları daha baştan bertaraf etmek istiyor: “Müminlere söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, bu onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah onların her yaptıklarını haber almaktadır.” (Nur, 30)

Böylece izin alarak da olsa aynı mekânda oturan namahrem cinslerin gözlerine sahip olmaları ve ırzlarını korumaları emredilmektedir.

Aynı yıl yeni bir emirle, aynı mekânı paylaşması mümkün olan kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin sınırlarını belirlemek sadedinde tesettür âyeti vahyedilir: “Mümin kadınlara söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler, -ancak kendiliğinden görünenler hâriç- başörtülerini yakalarının üzerlerine koysunlar. Kardeşlerinin oğulları, ellerinin altında bulunanlar, kadına ihtiyacı bulunmayan erkeklerden emrinde olanlar ve henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklar hâriç... Süslerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allah’a tevbe edin ki felâha eresiniz!” (Nur, 31)

Bu âyetten sonra müminler, gerek ev içinde namahremleriyle birlikte iken, gerekse herhangi bir sebeple dışarıya çıktıklarında örtülmesi gereken yerlerini örtmüşler, korunmaları gereken şeyden kendilerini korumuşlardır. Âyetin ilginç özelliklerinden biri de, ailenin fertleri sayılabilecek olanların isimlerini vererek, onların kendi aralarında dışarıya karşı bir mahremiyet ihdas etmelerini temin etmiş olmasıdır.

Kadın-erkek iletişiminde usûl ve erkân

Tesettürü ihdas edip mahrem olmayanlarla araya konulan örtü engeline rağmen, iletişimin ve ilişkinin devam etmesi kaçınılmazdır. Çünkü gerek evde, gerekse dışarıda (çarşı pazarda) kadın-erkek arasındaki sosyal ilişkiler devam etmektedir. Aynı yıl mahremiyetin sınırları konusunda bir adım daha atılarak, mahrem olmayanlarla ilişkideki konuşma âdâbı belirlenir: “Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer korunuyorsanız, sözü yumuşak edâlı söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin. Sözü düzgün (yanlış anlaşılmaya ve yoruma müsait olmayan biçimde) söyleyin.” (Ahzab, 32)

Bazı kimseler âyetin başındaki “Ey Peygamber hanımları! Sizler başka kadınlar gibi değilsiniz” ibaresinden hareketle, âyetin onlara hasredilmiş olduğunu düşünmektedirler. Hâlbuki bu, Kur’ân’ın bir üslûbudur. Kur’ân birçok yerde müminlere, Peygamber’in Şahsında hitap etmektedir. “Sizler başka kadınlar gibi değilsiniz” ifadesinde başka kadınlardan kastedilen ise, diğer mümin kadınlar olmayıp, “müşrik kadınlardır”. Aksi takdirde, “Sözü düzgün söylemek, sadece Peygamber hanımlarına farzdır, diğer kadınlar edâlı konuşabilirler” gibi bir anlam ortaya çıkar ki bu, tamamen yanlış bir mantık ve yanlış bir sonuçtur.

İslâm, aile fertlerinin mahremiyetini temin etmiş, onları şahsiyetli birer mümin hâline getirmiştir. Onlar dışarıya herhangi bir vesîle ile çıktıklarında, iffetli oldukları örtülerinden anlaşılan birer insan olarak toplumda saygın bir yere sahiptirler. 

Netîcede mümin kadınlar ve erkekler tesettürlü oldukları hâlde konuşmak durumunda olduklarında, lâubâli olmayıp, sadece işleriyle ilgili olarak ciddiyet ve vakar içinde konuşmalıdırlar.

Aynı yıl, Kur’ân, kadınların gereksiz yere gezip tozmak ve eğlenmek üzere Cahiliyye geleneğine uygun olarak dışarı çıkmalarına da sınırlama getirmektedir: “Evlerinizde oturun, ilk cahiliyenin açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûle itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi temiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 33)

Tabiî bugün bazı insanlar İslâm’ın bu âyette kadınları eve hapsettiği, hiç dışarı çıkarmak istemediği zehabına kapılabilirler. Ama buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, bu yasak, ancak boş şeyler, oyun ve eğlence, gezip tozmak ve karşı cinse kur yapmak üzere dışarı çıkanlar içindir ki bu, İslâm’ın korunmayı hedeflediği toplumun ahlâkî yapısı için zarurettir. Zaten sosyal hayatın tabiatı gereği kadınlar da işleri güçleri için evlerinden dışarı çıkacaklar, hattâ kendilerine namahrem olanlarla iş ilişkilerinde bulunacaklardır. Ancak bu ilişkilerinde kendilerine dikkat edecekler, gözlerini sakınacaklar, dillerine sahip olacaklar, süslerini teşhir ederek dikkatleri çekmeye çalışmayacaklardır.

Hicret’in onuncu yılında ev içinde bile birtakım mahremiyetlerin olduğu hatırlatılarak karı-kocanın yanına belli vakitlerdeki giriş ve çıkışlar da düzenlenir: “Ey inananlar! Ellerinizin altında bulunanlar (köle-cariye) ve sizden henüz ergenliğe ermemiş olanlar üç vakitte odalarınıza girmek için izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleden sonra elbiselerinizi çıkardığınızda ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunların dışında ne size, ne de onlara bir günah yoktur. Yanınızda dolaşırlar, birbirinizin yanına girip çıkarsınız. Allah size âyetleri böyle açıklar. Allah bilendir. Hikmet sahibidir. Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman kendilerinden öncekilerin izin istedikleri gibi izin istesinler. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Nur, 58-59)


Görüldüğü gibi İslâm, aileyi ve ev halkını dışarıya karşı mahrem ilân etmekle kalmıyor, ev içinde dahi daha özel mahremiyet alanları ihdas ediyor. İnsana kendi çocuklarını bile belli vakitlerde izin alarak yanlarına girmelerini emrediyor. İslâm, çağdaş dünyanın açılıp saçılmasının, kadın-erkek arasındaki ilişkilerin bile gözler önüne serilmesinin (aşüfteliğin) aksine mahremiyeti muhafaza etmeye özen gösteriyor.

Mahremiyet (bazı şeylerin gizli kalması, saklanması, muhafaza edilmesi), İslâm düşüncesinde, toplumda bazı şeylerin muhafaza edilmesi gerekliliğinin bir sonucudur. Onun sayesinde insanlar, bazı şeyleri korumayı, karşısındakinin sırlarına riâyeti, hâddi aşmamayı, sınırlara riâyet etmeyi, karşısındakine saygılı davranmayı, birbirlerini korumayı, kollamayı ve sevmeyi öğrenirler.

İslâm öğretisinde aile üç, bazen de dört kuşaktan oluşur: Dede, oğul, torun, torun oğlu... Bu yüzden ailede yaşlı dede ve nineler her zaman bulunur. Onlara tüm aile bireylerinin sonsuz sevgi ve saygısı vardır. Onlarla kendilerine en yakın olan oğul arasında bile önemli bir yaş farkı vardır. Bu yüzden artık onların cinsel cazibe merkezi olmaları ihtimâli kalmamıştır. Onlar sadece saygı mercii durumundadırlar. Kur’ân onları, kendilerini zora sokarak örtünmek zaruretinden kurtarmıştır: “Evlenme arzusu kalmamış, ihtiyar kadınların kasten süs göstermeye çalışmadan örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.” (Nur, 60)

Bu âyetten bir husus daha anlaşılmaktadır ki, kadınların örtünmesi, birilerinin iddia ettikleri gibi sadece müşrikler ve kölelerden ayrılarak tanınmak amacına matuf değil, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız cinsel cazibeyi kıracak mahremiyetin tesis edilmesi amacına yöneliktir.

Mahremiyette Kur’ânî düzen

Hicret’in 11’inci yılında mahremiyetin son aşaması da Hazreti Peygamber’in (as) Zeynep Vâlidemiz (radiyallahuanh) ile düğünü vesîle edilerek gerçekleştiriliyor. Aşağıda vereceğimiz âyetin metninden önce, kastedilen şeyin anlaşılması bakımından düğün ortamını göz önüne getirmek gerekecektir.

Bugün aşağı yukarı tüm insan toplumlarında düğünler, kadın ve erkeklerin iç içe eğlendikleri ve davetli olarak gelenlerin önemli bir kısmının karşı cinsten birilerine ilgi duydukları bir ortamdır. Bu durum özellikle bekâr olanlar için böyledir. Onlar düğün ortamlarında karşı cinsten birileriyle ilişki kurma imkânına sahip olurlar. İnsanların kalpleri, bu ortamlarda birilerine meyleder vesaire… Bu zamana kadar tesettürle ilgili ahkâm oturmuş, mahremiyetin bazı sınırları çizilmiştir. Ancak yine de kadın ve erkek örtünme sınırlarına Riâyet etmekte, fakat birlikte oturup kalkmaktadır. Artık tesettürlü de olunsa, kalplere gelebilecek şeytanî vesveseleri önlemek üzere, kadın ve erkek arasında kapalı mekânlardaki birlikteliğe son verme zamanı gelmiştir. Böylece iyi niyetli insanların karşı cinsle olabilecek kötülüklerinin önü alınmış olacaktır.

“Ey inananlar! Yemeğe çağrılmadan Peygamber’in evine girmeyin. Yemek vaktini gözetmeyin. Davet edildiğiniz zaman girin, yemeği yiyince dağılın. Söze dalmayın. Çünkü bu, Peygamber’e eziyet veriyor. O bunu size söylemekten utanıyor, ancak Allah hakkı söylemekten utanmaz. Evin hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir. Sizin, Allah’ın Resûlüne eziyet etmeniz, Kendisinden sonra Onun eşlerini nikâhlamanız asla doğru olmaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir iştir.” (Ahzab, 53)

İslâm evdeki mahremiyeti korumak amacıyla bunu da yasaklıyor, evlere ancak izin alınarak girilebileceğini, hattâ izin verilmezse (içeriden müsait olmadığı söylenirse) geri dönmeyi emrediyor. 

Âyetten açıkça anlaşılmaktadır ki, bu düğün vesîlesiyle, artık Peygamber’in evine gelenler hanımlarıyla aynı mekânda oturmayacaklar, onlardan bir şey isteyeceklerinde yanlarına girmeksizin, kapı arkasından isteyeceklerdir. Daha önce geçtiği gibi, yine bazıları bu âyetin Peygamber hanımlarına has olduğunu, İslâm’da harem ve selâm bulunmadığını, bunun geç dönemlerde ortaya çıktığını söylemektedirler. Ama tarihî hâdiseler bunun aksini göstermektedir. Bu âyetten sonra Medîne’de mümin kadın ve erkekler, mahrem olmayanlarla birlikte iş ilişkilerinin dışında birlikte oturup kalkmamışlardır.

Mahrem olmayan kadın ve erkeklerin aynı mekânda oturarak sohbet etmelerinin yasaklanmasının hikmeti, “kalplerin temiz kalması”dır. Bunu âyet, “Hem sizin kalplerinizin, hem de onların kalplerinin…” ifadesiyle dile getirmektedir. Mahrem olmayan kadın ve erkeğin birlikte oturup kalkmaları, onların birbirlerine veya birinin diğerine meyletmesine sebep olmaktadır. Nitekim âyetin son kısmında yer alan, “Kendisinden sonra Onun eşlerini nikâhlamanız doğru olmaz” ifadesi, bir şahsın, Peygamber’in evinde Hazreti Âişe’yi görüp beğenmesi ve “Eğer Peygamber boşarsa onu ben nikâhlarım” diye sağda solda konuşmasına matuftur.

Bugün, Müslümanlar arasında yaşanan hâdiselerden anlaşılmaktadır ki, uzun süre bir arada bulunan kadın ve erkek arasındaki ilişkiler, zamanla ilk resmîliğini yitirip sulanmakta, hattâ bazı nâhoş hâdiselerin meydana gelmesine bile sebep olmaktadır. Elbette çok yakın dost olan arkadaşların birbirlerinin hanımları hakkında kalplerini bozmaları beklenmez. Ama İslâm, kural ve kaideler koyarken, bunu bütün olumsuzlukları ve geneli göz önünde bulundurarak yapar.


İslâm’da harem ve selâm anlamında mahremiyetin olmadığını, birbirleriyle tanış olan insanların aileden olup olmamasına bakılmaksızın birlikte olabileceklerini savunanlar, buna delil olarak şu âyeti kullanmaktadırlar: “Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. Size de kendi evlerinizden yahut babalarınızın evlerinden yahut annelerinizin evlerinden, yahut kardeşlerinizin evlerinden yahut kız kardeşlerinizin evlerinden yahut halalarınızın evlerinden yahut dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden yahut anahtarları ellerinizde bulunan evlerden yahut arkadaşınızın evlerinden yemenizde bir güçlük yoktur. Toplu olarak yahut ayrı ayrı yemenizde üzerinize bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (kendinizden olan ev halkına) selâm verin. İşte Allah, âyetleri size böyle açıklıyor ki düşünüp anlayasınız.” (Nur, 61)

Burada kastedileni yanlış anlamaya sevk eden şey, âyetin siyakını ve inmiş olduğu ortamı tanımamaktır. Hâlbuki ayette, “birlikte yemenizde” ifadesiyle kastedilenler, kadın ve erkekler değildir. “Birlikte” ifadesiyle kastedilen, kör, topal ve sakat olanlardır. Medîne’de engelli insanlara ayrı sofra kurmak, onların sofrasından yemek yememek gibi bir gelenek vardı nüzulün olduğu dönemde. Buna benzer bir gelenek bizim Anadolu’muzda da vardır. Evin çocukları misafirle aynı sofraya oturtulmaz, ayrıca evin en yaşlı dede ve ninesine ayrı bir sofra kurulur. Onların yanına oturup yemeklerini yemek ayıp sayılır. Bu davranış, onların yiyeceklerini önlerinden aşırmak anlamında algılanır. İşte âyet, böyle bir geleneğin anlamsızlığını anlatmaktadır. Yoksa kadın-erkek iç içe bulunup beraber oturup kalkmayı değil…

Ayrıca, âyette sayılan “evlerinde birlikte yiyebileceğimiz diğer kişiler” de İslâm’ın aile anlayışının içinde olan şahıslardır. Yani onlar mahremiyetin bireyleridir. Diğer bir husus olarak bu âyet, harem âyetinden önce, onuncu yılda vahyedilmiştir.

Tesettür ve mahremiyetle ilgili son olarak Kur’ân şu âyeti içerir: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle, örtülerini üstlerine alsınlar, onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Ahzab, 60)

Böylece İslâm, aile fertlerinin mahremiyetini temin etmiş, onları şahsiyetli birer mümin hâline getirmiştir. Onlar dışarıya herhangi bir vesîle ile çıktıklarında, iffetli oldukları örtülerinden anlaşılan birer insan olarak toplumda saygın bir yere sahiptirler. Artık kalbinde kötülük taşıyanlar bile onlara bulaşmaktan hayâ ederek uzak durur, onlara karşı saygılı davranırlar.