ÇOCUKLUĞUM, öğleden
sonraları esen ılık rüzgâra, yapraklarının hışırtıları ile eşlik eden ağaçların
gölgesinde, hava kararana kadar top peşinde koşturduğum Adapazarı’nın eski
sokaklarında geçti.
O
günlerde, sanki aralarında sözleşmişler gibi, birer saat aralıklarla,
birbirleriyle hiç kesişmeden sokağın başında beliren ve her nedense ne
dediklerini kimselerin anlamadığı ama hep aynı sîmâ ve kıyafetlerle geçtikleri
için ne satıldığını görür görmez tahmin ettiğim, bağrı yanık seyyar satıcılar etrafımı
sarardı. Gövdesindeki kemikler uzaktan seçilebilen, zafiyet sınırındaki atının
çektiği arabada iri sarı patateslerini ısrarla “Pattiz!” diye bağırarak satan patatesçinin
nâraları ön balkondan yankılanırken, eskimiş pantolon-ceket karşılığı bilumum
plâstik kap kacak ve leğeni takas eden nayloncunun içli sesi, bulunduğum
ortamda ahenkli bir müzik fonu oluştururdu.
Bazen
ıslak çamaşırlarını asarlarken balkondan balkona birbirlerine lâf atan
mahalledeki komşu kadınları izlerdim. Asılan yeni çamaşırlardan sokağa şapır
şapır su damlarken, o çamaşırların tam altında durup, sırf oyun olsun diye
üzerlerine gelen damlacıkları ağızlarını açıp yutmaya çalışan ve benden birkaç
yaş küçük olan çocukların saflığını ve mutluluğunu görürdüm. Akşam ezanı okunur
okunmaz, memleketin en mühim meselesi benim eve girmemmiş gibi avazı çıktığı
kadar pencereden asabi ve sözünü dinleten ebeveyn pozlarında bana fırça atarken
babaannemin sesini duyardım.
Güç
belâ, bir şekilde fazladan beş on dakika izin alarak ezan sonrası top peşinde
koşturmanın daha da tatlı geldiği yarı aydınlık yarı karanlık sokaklarda
dolaşırdım. Babaannem, hava kararmadan eve girmem konusunda havada kırk takla
atarken, dedem daha çok memleket meseleleri için kafa yorar, radyoda ya da
televizyonda akşam haberleri başladığında evde çıt çıkmasına müsaade etmezdi. Dedemin
işçi emeklisi maaşı ile çarşının dibinde aldığı evi görenler, dışarıdan bizim sülâleyi
fabrikatör zannederlerdi.
Oysa
babaannem ve dedem tutumlu insanlardı. Arka odada fazladan yanan lâmbanın
ışığını söndürürken boşa sarf edilen elektriğin pişmanlığını ikisinin de
yüzünden okuyabilirdiniz. Babaannem, nam-ı diğer Zehra Hanım, yırtık çoraplara
topuklarından yama yapar, eskimiş pantolonları tersyüz yapıp yeniden dikerdi. Evdeki
kurşun kalemler küçülüp ele avuca sığmadığında, bahçeden birkaç dal bulur, içlerini
oyup kalem sapı yapardı.
O
zamanlar ezik domateslerden salça, portakal kabuklarından reçel yapılırdı.
Bizim buralarda “kuzine” dediğimiz fırınlı sobalarda, kışın paraları olduğunda
kestane pişirir, şayet yoksa haşlanmış patatesi sobada biraz yakarlardı.
Geceleri bir tencere mısır patlatılırdı babaannemin evinde.
Ramazanlarda,
o dönemde kolay kolay hurma bulunmayan memlekette zeytinle oruç açtırır, mahalle
bakkalından bana aldırdığı teneke Vitaları -artık nasıl beceriyorsa- uzunca bir
müddet kullanırdı. O dönemlerde her eve yavaş yavaş girmeye başlayan çamaşır
makinelerine inat, babaannem uzun bir müddet teknolojiye direnerek kirlileri
elde yıkamaya devam etti. Ona göre kimse kendisi gibi yıkayamazdı çünkü. Bakkaldan
aldığı çivitle beyazlar bembeyaz olurdu. Arap sabunuyla bir güzel köpürtür,
balkonda da kurumaya bırakırdı. Dolapta hangi erzak varsa idareli kullanır, istasyonun
arkasında kurulan Salı pazarına akşam serinliğinden önce çıkmazdı. Soran oldu
mu, “Serin serin gidiyorum” derdi. Hâlbuki malları elde kalan pazarcıların
tenzilat yaptıkları vakitlerdi akşam saatleri. Babaannem o saatlere bayılırdı.
Kendilerine
aldıkları üç kuruşluk nevâleyi havada kırk takla atıp hesap ederken, konu
komşuya, misafire ise alabildiğince cömerttiler. Elde avuçta ne varsa komşunun,
misafirin ermine amâdeydi. Eve gelen misafirler için meyvenin sebzenin kralı
alınır, etsiz bir yemek yapılmaz, hiçbir masraftan kaçınılmazdı.
Çocukluğumun
hatırı sayılır bir bölümünün babaannemle ibâdet pazarlıkları ile geçtiğini itiraf
etsem kimseler inanmaz bana. Ben çocuk aklımla her türlü ibâdetin en kısa ve
zahmetsiz olanına yönelirken, babaannem, ömr-ü hayatını benim iyi ve örnek bir
Müslüman olmama adamıştı.
Sabah
namazını teşvik amacıyla babaannemin ben uyurken evde kopardığı yaygaraları
saymazsak (ya mutfaktaki bakır tencereler birbirine sürtünür, ya odalardaki
perdeler büyük bir hışımla açılır ya da tuvaletten tazyikli su sesi gelirdi),
sokakta top oynarken su içmek için eve geldiğim kısa bir mola ânında
babaannemin yoğun ısrarları sonucu abdest alıp ikindi namazını kıldığım
zamanlar aklıma geliyor… Üç aylar başlar başlamaz, Pazartesi-Perşembe, haftanın
iki gününü oruç tutarak geçiren babaannemin bana da metazori oruç tutturduğu
günleri bugün mumla arıyorum. Dedemse daha çok yatsı ve Ramazan ayındaki teravih
namazlarında devreye giriyordu.
Babaannem
ile sanki görev dağılımı yapmışlardı; sabahtan akşama kadar olan vakit
namazlarının kılınıp kılınmadığının kontrolü ile babaannem meşgulken, yatsı
namazı için dedem devreye giriyordu. Vakti ne olursa olsun, düzgün bir şekilde,
kaytarmadan yaptığım her bir ibâdet, ertesi gün için bana övgü ve şekerleme
olarak geri dönüyor, o zaman zorla ya da isteyerek yaptığım her bir ibâdetin mânevî
anlamda Allah katında, maddî anlamda ise babaannem ile dedem nezdinde karşılık
bulduğunu biliyordum. Çocukluk işte! Sevabın yanında şeker de makbule geçiyordu…
Dedemin
bayramları
Babaannem
ile dedemin yanında geçen Ramazan geceleri, bir hayâl perdesi gibi gözlerimin
önünde... Sahurda davulcuyu görmek maksadı ile kalktığım için babaannemin
takdirini kazanır, dedemle gittiğim uzun teravih namazlarının çıkışlarında Roman
çocuklarının sattığı renkli kaymaklardan alırdım.
Bir
de ne yapardım, biliyor musunuz? İlkokulun başlarındayken, babaannemin bana cebren
tutturduğu oruçlarda, Allah affetsin, herkesi kandırırdım. Bir taktik
bulmuştum. Sadece su içiyordum. Ama babaanneme içtiğimi söylemezdim. Benim
pamuk ihtiyarım, otuz günün sonunda konu komşuya iftiharla, “Umut, bu seneki
orucun tamamını tuttu teyzesi” diyerek sırtımı sıvazlar, ben de içtiğim
sulardan pişmanlık duyar, bir dahaki sene çaktırmadan su içmeyeceğime dair
kendi kendime söz verirdim.
İftar
sonrası yenilen yemek ve sonrasında içilen çaylar babaannemle beni iyice
rahatlatır, bizi kendimize getirirdi. Dedemse fâni dünyadaki tek kötü
alışkanlığı olan sigarayı yaktıktan sonra bambaşka bir kimliğe bürünürdü. Orucun
asabileştirdiği İsmet Bey gider, yerine melek gibi bir adam gelirdi.
Ramazan
bitince babaannemle dedeme örnek bir evlât ve Müslüman olduğumu bir kez daha
ispat etmenin hazzını ve mutluluğu yaşar, bu mutlulukla birlikte bir dediğimin
iki edilmediği bayram günlerini, deyim yerindeyse krallar gibi geçirirdim. Çocukluğumun
bayramları, babaannem ile dedemin yanında bir başka geçerdi. O zamanlar kredi
kartı icat edilmemişti. Çarşıdaki büyük bonmarşeden bana taksitle elbise,
ayakkabı aldıklarını hatırlıyorum. Ama öyle senetle sepetle değil. Söz senetti
çünkü. İnsanlar verdikleri sözler için yaşarlardı. Arefe gecesi yeni
ayakkabılarımla yatardım. Hiç giyilmemiş kundura kokusunu içime çeker, tatlı
hayâllere dalar, ellerimi semâya açıp küçük yüreğimle, “Her günümüz bayram günü
olsun” diye Allah’a duâlar ederdim.
Rahmetli
babaannemle dedem titiz insanlardı. Babaannemin bayram temizliği bir hafta
öncesinden başlar; mutfak, balkon demeden Arap sabunuyla her yeri ikişer üçer
kez yıkar, evi pırıl pırıl yapardı. Dedemin başında kasket, eller arkada, Kurban
Bayramlarından bir hafta öncesinde hayvan pazarına giderdik. Eliyle
kurbanlıkların ağzını açıp dişlerine bakardı. Benim ısrarlarıma dayanamayarak
bir hafta öncesinden kurbanı alıp bahçede beslerdi. Benim mutluluk katsayımı
siz düşünün artık!
Dedim
ya, eli açık ama tutumlu insanlardı; eve gelen hediyelik şekerlemeler fazla
olduğunda serin ve rutûbetsiz ortamda muhafaza eder, bir sonraki bayramda hiç
bozulmamış bir şekilde o şekerlemeleri ikram ederlerdi. Memleket yoksuldu çünkü…
Gece gözüme uyku girmemesine rağmen bayram sabahları çok dinç bir şekilde uyandığımı hatırlıyorum. Dedemin tüm ısrarlarına rağmen, daha hızlı kıldırdığı için nispeten eve uzakta kalan camide kılınan bayram namazı sonrası fırından alınan sıcak ve gevrek Adapazarı simidinin kokusunu duyar gibiyim. Bayram kahvaltısında ortada duran zeytine aynı anda uzanan çatalların büyük bir huşûyla çıkardıkları metal sesler, sanırım mutluluğun notalara dökülmüş hâliydi.
Dedemle
Uzunçarşı’daki tuhafiyeciden cam şişeye tâze kolonya doldurtmak, evde yarımşar
saat aralıklarla çalan zilin gelen misafiri haber vermesi, tebrik kartlarını
postalamak için postanelere üşüşen kalabalıklar, içimde tarif edemeyeceğim ama
her defasında beni olmak istediğim yere götüren geçmiş zaman görüntüleri sanki…
En
küçük bir fırsatta mutlu olmayı başarabilen saf ve temiz çocuk kalbim, aslında bayram
gelmeden günler öncesinde bayram havasına girerdi. Artık helâl para olmasından
mıdır, yoksa bereketinden midir, bilemiyorum, dedemin verdiği bayram harçlığı,
harca harca bitmezdi. Dedemin bir eliyle saçlarımı okşarken diğer eliyle
cebinden çıkardığı paraları alır almaz mahalle bakkalına koşar, Adapazarı’nın
meşhur Neşe gazozundan bir şişe açtırır, yanına da bakkalın içindeki kırmızı
büyük kutularda satılan bisküvilerden ellişer yüzer gram alırdım. Bakkal, o
bisküvileri huni şekline getirdiği küçük gazete kâğıtlarında verirdi. Bazen
canım çekmediği hâlde, sırf o bakkalın gazete kâğıdına huni şeklini vererek
içine açıktan sattığı bisküvilerden doldurduğunu görmek için fazladan bisküvi
aldığımı hatırlıyorum. Allah’ım, ne büyük mutluluktu!
Bayramların
en kazançlı ismi, kuşkusuz benimle beraber mahallemizin bakkalıydı. Enva-i
çeşit leblebi tozu, kızkaçıran, çatapat, plâstik top ve şekerleme stokunu
tüketen bakkalımız, bir sonraki bayram zamanını ellerini ovuşturarak beklerdi.
Babaannemin
dinî günlerle ilgili takıntı ve hassasiyetlerinin yanında, şehirde büyük bir
coşkuyla kutlanan millî bayram ve kurtuluş günlerinde de tertemiz kıyafetlerle
Vilâyet binasının önünde düzenlenen resmî törenlerde hazır bulunmam, büyük bir
coşkuyla minik ellerime tutuşturulan ay yıldızlı bayrağı sallamam, dedem için
haklı bir gurur kaynağı olurdu.
Mahallenin
kokusunda İsmet Bey ile Zehra Hanım
Babaannem
ile dedemin komşuları genellikle ortalama gelir düzeyinde ya da onun biraz
altında olan insanlardı. Lâkin her birinin kalbi birer pırlanta, birer
mücevherdi. Evler aynı mahallede olup kaderler bir olunca, herkes birbirine
sonsuz bir güven duyar, geceleri kapı falan kilitlemezlerdi. Mahalle bakkalının
işine gelmese de, kekiktir, nanedir, kırmızıbiberdir, hep komşular arasında
ödünç alınıp verilirdi.
Misâl,
evde kekik kalmadıysa, annem hemen yan komşuya yollar, komşu teyzemiz tarafından
güler yüzle karşılanır, tabağa bir tutam kekik konulup geri gönderilirdim.
Gecenin alâkasız bir saatinde karşı komşu kapıda biter, tuz ister, hâlini hatırını
sorduktan sonra isteği derhâl yerine getirilirdi. Takas ekonomisi midir nedir,
bilemem, ama o dediğimden bizim mahallede mevcûttu.
Muharrem
ayı geldiğinde kapı çalındı mı, bilin ki aşure gelmiştir. Kandillerde irmik,
bayramlarda baklava, evler arasında gelip giderdi. Beylerin veya anne babaların
ölüm yıldönümlerinde lokma dağıtılırdı. Babaannem ile dedemin evlerinin
bulunduğu Adapazarı’nın Kömürpazarı semti, yazılı kuralların olmadığı ama
herkesin belli bir âdâb-ı muaşeret içerisinde birbirini rahatsız etmeden
yaşadığı, herkesin herkesi tanıdığı küçük bir yerdi o zamanlar.
Soğuk
kış gecelerinde soba ile ısınan mütevazı evlerinde dedem, kömürlükten odun-kömür
taşır, saniyeler içerisinde eski bir gazete kâğıdı ile sobayı tutuşturur, bunu
da sessiz sedâsız yapardı. Babaannem ise çok rahat ettiğim yer yatağına mor
saten kaplı yorganını sererdi. O yorganı kendi elceğiziyle yapmıştı. Büyük
beyaz yorgan çarşafını bir gün öncesinde leğende suya bırakır, sonra ütüleyip
yorganı kaplardı. Beyaz çarşafla kaplanan yorganın üzerini parlak bir saten
kumaşla örer, yorgandan daha büyük ebatlarda ayarladığı çarşafı da kenarları
örtecek şekilde saten yorgana dikerdi.
Babaannem
ve dedem eşsiz birer sanatkârdı. Gün ışığından yatsıya kadar elimize aldığımız
ve kullanıp bir kenara bıraktığımız ne varsa onların imzasını taşıyordu.
Babaannemi
ve dedemi kimsenin aleyhine konuşurken görmedim. Dedikodu illetine hiç
bulaşmadılar. Babamın sünnetinde çekildikleri siyah beyaz bir fotoğrafları var.
Ben o resmi çok seviyorum. Fotoğraflar siyah beyazdı ama benim ihtiyarlar rengârenkti.
Yazın mahalledeki bütün kadınlarla birlikte hepsinde ortalama üç çocuk desek, nereden
baksanız otuz kırk kişi, bizim arka bahçeye hücûm eder, babaannem de hiç
üşenmeden tüm mahalleye yetecek kadar çay demleyip servis ederdi. Bir gün bile
şikâyet etmemiştir. Dedem de kimin ihtiyacı olsa alet edevatıyla yardıma koşar,
elinden geldiğince konu komşunun tamir işleri ile uğraşır, bundan da büyük bir
memnuniyet duyardı.
Zehra
Hanım, yani babaannem, bu dünyadan 2008 yılında göçüp gitti. İsmet Bey ise yani
dedem, Zehra Hanım’ın yokluğuna bir türlü alışamasa da, Allah’ın babaannem için
takdir ettiği dünya ömrüne râzı oldu. Babaannemden dokuz sene sonra, bu sefer
dedem, fâni dünyayı terk eyledi. Yan yana duran mezarlarına bakıp ebedî saâdette
huzur bulmaları için onların huzurunda tüm kalbimle duâ ettim.
Dedesi
ve ninesiyle bir gününü geçiren çocuklar nerede?
Zehra
Hanım ile İsmet Bey şu üç günlük dünyadan göçüp giderken, bana bırakabilecekleri
en büyük serveti bıraktılar: Geride tertemiz isimleri kaldı. Onların ölümünden
önce, o mütevazı ama sımsıcak evde çocukluğumu geçirirken de, dünyanın en
muhteşem babaannesinin ve dedesinin onlar olduğunu biliyordum. Zehra Hanım’ın sabahın
köründe kalkıp kıt kanaat kurduğu kahvaltı sofrasında demli çayımı koyarken de,
balkonda kullanılmış yağ tenekelerinde gözü gibi baktığı pembe ortancalara su
verirken de, İsmet Bey soğuktan buz tutmuş elleri ile kış gecelerinde sobayı
tutuştururken de, ben onların, dünyanın en muhteşem insanları olduğunu
biliyordum…
Zehra
Hanım ile İsmet Bey, yaptıkları her şeyin sıradan ve basit gibi görünmesini
arzu ederlerdi ama büyüyüp aklım erdikçe, bir çiçekte, kahvaltıda demlenen
sıcak bir çayda ya da sobaya ilişen bir gazete parçasında onların zarâfetini
gördüm.
Babaannem
öldükten sonra bir kızım oldu. Kızıma onun adını verdim. Allah hayırlı ömürler
versin, yedi yaşına gelen Zehra’yı görenler, bana ve annesine çok benzediğini
söylüyorlar. Oysa ben kızıma her baktığımda, babaannemi görüyorum.
Sadece
kızıma baktığımda değil; otobüste, trende, pazarda, markette yaşlı birilerini
görünce aklıma babaannem ile dedem geliyor. “Belki” diyorum, “Onlar da başka
çocukların kahramanlarıdır. Onlar da torunlarını sabahları erken kaldırıyordur.
Onların evinde de portakal kabukları atılmıyordur belki. Kışın sobanın üzerinde
kestane pişiriyorlardır. Kursağından haram lokma geçmeyen sofralarına fazladan
üç beş meyve-sebze girsin diye pazara akşam saatlerinde çıkıyorlardır ucuz bir
şeyler bulabilmek için”...
O
yüzden, kim olursa olsun, yaşça büyük birilerini görünce ayağa kalkıyorum. Toplu
taşıma araçlarında, denk gelirsem, güler yüzümle yer veriyorum. Hele çarşıda
pazarda ellerinde torba taşıyan ihtiyar kimseleri görürsem muhakkak yardım ediyorum.
Vakt-i zamanında babaannem ile dedem çok yük taşıdılar, iyi bilirim. “Başka
babaannelerin, dedelerin yükleri hafiflesin en azından” diyorum içimden.
Benim
Zehra Hanım ile İsmet Bey’siz bir günüm bile geçmiyor. Geceleri rûhlarına Fâtihalar
gönderirken, bazen hızımı alamayıp onlara “İyi geceler!” diyorum. Rahatları
umarım iyidir. Onlar hayattayken verdiğim sözü hatırlıyorum. Daha iyi bir adam
olmaya çalışıyorum. Çocukluk günlerimin aksine, kaytarmadan ibadet etmeye, her
hâl ve şartta doğruyu söylemeye, harama el uzatmamaya imtina ediyorum. Her ne
kadar söz versem de, alışkanlık işte, bayram ve teravih namazlarının hızlı kılındığı
camileri tercih etmeye devam ediyorum. Yasak değil ya!
Şuan
hayatta olmasalar da bir parçaları benimle beraber yaşayan siyah beyaz günlerin
renkli insanları: Zehra Hanım ile İsmet Bey. Bu yer, bu toprak, bu gökyüzü
şahidim olsun. Ben sizi çok sevdim. Halâ da çok seviyorum.