Aile büyüklerimizin himâyesi ve yeni nesil inanç-amel pratiği

Onlar hayattayken verdiğim sözü hatırlıyorum. Daha iyi bir adam olmaya çalışıyorum. Çocukluk günlerimin aksine, kaytarmadan ibadet etmeye, her hâl ve şartta doğruyu söylemeye, harama el uzatmamaya imtina ediyorum. Her ne kadar söz versem de, alışkanlık işte, bayram ve teravih namazlarının hızlı kılındığı camileri tercih etmeye devam ediyorum. Yasak değil ya!

ÇOCUKLUĞUM, öğleden sonraları esen ılık rüzgâra, yapraklarının hışırtıları ile eşlik eden ağaçların gölgesinde, hava kararana kadar top peşinde koşturduğum Adapazarı’nın eski sokaklarında geçti.

O günlerde, sanki aralarında sözleşmişler gibi, birer saat aralıklarla, birbirleriyle hiç kesişmeden sokağın başında beliren ve her nedense ne dediklerini kimselerin anlamadığı ama hep aynı sîmâ ve kıyafetlerle geçtikleri için ne satıldığını görür görmez tahmin ettiğim, bağrı yanık seyyar satıcılar etrafımı sarardı. Gövdesindeki kemikler uzaktan seçilebilen, zafiyet sınırındaki atının çektiği arabada iri sarı patateslerini ısrarla “Pattiz!” diye bağırarak satan patatesçinin nâraları ön balkondan yankılanırken, eskimiş pantolon-ceket karşılığı bilumum plâstik kap kacak ve leğeni takas eden nayloncunun içli sesi, bulunduğum ortamda ahenkli bir müzik fonu oluştururdu.

Bazen ıslak çamaşırlarını asarlarken balkondan balkona birbirlerine lâf atan mahalledeki komşu kadınları izlerdim. Asılan yeni çamaşırlardan sokağa şapır şapır su damlarken, o çamaşırların tam altında durup, sırf oyun olsun diye üzerlerine gelen damlacıkları ağızlarını açıp yutmaya çalışan ve benden birkaç yaş küçük olan çocukların saflığını ve mutluluğunu görürdüm. Akşam ezanı okunur okunmaz, memleketin en mühim meselesi benim eve girmemmiş gibi avazı çıktığı kadar pencereden asabi ve sözünü dinleten ebeveyn pozlarında bana fırça atarken babaannemin sesini duyardım.

Güç belâ, bir şekilde fazladan beş on dakika izin alarak ezan sonrası top peşinde koşturmanın daha da tatlı geldiği yarı aydınlık yarı karanlık sokaklarda dolaşırdım. Babaannem, hava kararmadan eve girmem konusunda havada kırk takla atarken, dedem daha çok memleket meseleleri için kafa yorar, radyoda ya da televizyonda akşam haberleri başladığında evde çıt çıkmasına müsaade etmezdi. Dedemin işçi emeklisi maaşı ile çarşının dibinde aldığı evi görenler, dışarıdan bizim sülâleyi fabrikatör zannederlerdi.

Oysa babaannem ve dedem tutumlu insanlardı. Arka odada fazladan yanan lâmbanın ışığını söndürürken boşa sarf edilen elektriğin pişmanlığını ikisinin de yüzünden okuyabilirdiniz. Babaannem, nam-ı diğer Zehra Hanım, yırtık çoraplara topuklarından yama yapar, eskimiş pantolonları tersyüz yapıp yeniden dikerdi. Evdeki kurşun kalemler küçülüp ele avuca sığmadığında, bahçeden birkaç dal bulur, içlerini oyup kalem sapı yapardı.

O zamanlar ezik domateslerden salça, portakal kabuklarından reçel yapılırdı. Bizim buralarda “kuzine” dediğimiz fırınlı sobalarda, kışın paraları olduğunda kestane pişirir, şayet yoksa haşlanmış patatesi sobada biraz yakarlardı. Geceleri bir tencere mısır patlatılırdı babaannemin evinde.

Ramazanlarda, o dönemde kolay kolay hurma bulunmayan memlekette zeytinle oruç açtırır, mahalle bakkalından bana aldırdığı teneke Vitaları -artık nasıl beceriyorsa- uzunca bir müddet kullanırdı. O dönemlerde her eve yavaş yavaş girmeye başlayan çamaşır makinelerine inat, babaannem uzun bir müddet teknolojiye direnerek kirlileri elde yıkamaya devam etti. Ona göre kimse kendisi gibi yıkayamazdı çünkü. Bakkaldan aldığı çivitle beyazlar bembeyaz olurdu. Arap sabunuyla bir güzel köpürtür, balkonda da kurumaya bırakırdı. Dolapta hangi erzak varsa idareli kullanır, istasyonun arkasında kurulan Salı pazarına akşam serinliğinden önce çıkmazdı. Soran oldu mu, “Serin serin gidiyorum” derdi. Hâlbuki malları elde kalan pazarcıların tenzilat yaptıkları vakitlerdi akşam saatleri. Babaannem o saatlere bayılırdı.

Kendilerine aldıkları üç kuruşluk nevâleyi havada kırk takla atıp hesap ederken, konu komşuya, misafire ise alabildiğince cömerttiler. Elde avuçta ne varsa komşunun, misafirin ermine amâdeydi. Eve gelen misafirler için meyvenin sebzenin kralı alınır, etsiz bir yemek yapılmaz, hiçbir masraftan kaçınılmazdı.

Çocukluğumun hatırı sayılır bir bölümünün babaannemle ibâdet pazarlıkları ile geçtiğini itiraf etsem kimseler inanmaz bana. Ben çocuk aklımla her türlü ibâdetin en kısa ve zahmetsiz olanına yönelirken, babaannem, ömr-ü hayatını benim iyi ve örnek bir Müslüman olmama adamıştı.

Sabah namazını teşvik amacıyla babaannemin ben uyurken evde kopardığı yaygaraları saymazsak (ya mutfaktaki bakır tencereler birbirine sürtünür, ya odalardaki perdeler büyük bir hışımla açılır ya da tuvaletten tazyikli su sesi gelirdi), sokakta top oynarken su içmek için eve geldiğim kısa bir mola ânında babaannemin yoğun ısrarları sonucu abdest alıp ikindi namazını kıldığım zamanlar aklıma geliyor… Üç aylar başlar başlamaz, Pazartesi-Perşembe, haftanın iki gününü oruç tutarak geçiren babaannemin bana da metazori oruç tutturduğu günleri bugün mumla arıyorum. Dedemse daha çok yatsı ve Ramazan ayındaki teravih namazlarında devreye giriyordu.

Babaannem ile sanki görev dağılımı yapmışlardı; sabahtan akşama kadar olan vakit namazlarının kılınıp kılınmadığının kontrolü ile babaannem meşgulken, yatsı namazı için dedem devreye giriyordu. Vakti ne olursa olsun, düzgün bir şekilde, kaytarmadan yaptığım her bir ibâdet, ertesi gün için bana övgü ve şekerleme olarak geri dönüyor, o zaman zorla ya da isteyerek yaptığım her bir ibâdetin mânevî anlamda Allah katında, maddî anlamda ise babaannem ile dedem nezdinde karşılık bulduğunu biliyordum. Çocukluk işte! Sevabın yanında şeker de makbule geçiyordu…

Dedemin bayramları

Babaannem ile dedemin yanında geçen Ramazan geceleri, bir hayâl perdesi gibi gözlerimin önünde... Sahurda davulcuyu görmek maksadı ile kalktığım için babaannemin takdirini kazanır, dedemle gittiğim uzun teravih namazlarının çıkışlarında Roman çocuklarının sattığı renkli kaymaklardan alırdım.

Bir de ne yapardım, biliyor musunuz? İlkokulun başlarındayken, babaannemin bana cebren tutturduğu oruçlarda, Allah affetsin, herkesi kandırırdım. Bir taktik bulmuştum. Sadece su içiyordum. Ama babaanneme içtiğimi söylemezdim. Benim pamuk ihtiyarım, otuz günün sonunda konu komşuya iftiharla, “Umut, bu seneki orucun tamamını tuttu teyzesi” diyerek sırtımı sıvazlar, ben de içtiğim sulardan pişmanlık duyar, bir dahaki sene çaktırmadan su içmeyeceğime dair kendi kendime söz verirdim.

İftar sonrası yenilen yemek ve sonrasında içilen çaylar babaannemle beni iyice rahatlatır, bizi kendimize getirirdi. Dedemse fâni dünyadaki tek kötü alışkanlığı olan sigarayı yaktıktan sonra bambaşka bir kimliğe bürünürdü. Orucun asabileştirdiği İsmet Bey gider, yerine melek gibi bir adam gelirdi.

Ramazan bitince babaannemle dedeme örnek bir evlât ve Müslüman olduğumu bir kez daha ispat etmenin hazzını ve mutluluğu yaşar, bu mutlulukla birlikte bir dediğimin iki edilmediği bayram günlerini, deyim yerindeyse krallar gibi geçirirdim. Çocukluğumun bayramları, babaannem ile dedemin yanında bir başka geçerdi. O zamanlar kredi kartı icat edilmemişti. Çarşıdaki büyük bonmarşeden bana taksitle elbise, ayakkabı aldıklarını hatırlıyorum. Ama öyle senetle sepetle değil. Söz senetti çünkü. İnsanlar verdikleri sözler için yaşarlardı. Arefe gecesi yeni ayakkabılarımla yatardım. Hiç giyilmemiş kundura kokusunu içime çeker, tatlı hayâllere dalar, ellerimi semâya açıp küçük yüreğimle, “Her günümüz bayram günü olsun” diye Allah’a duâlar ederdim.

Rahmetli babaannemle dedem titiz insanlardı. Babaannemin bayram temizliği bir hafta öncesinden başlar; mutfak, balkon demeden Arap sabunuyla her yeri ikişer üçer kez yıkar, evi pırıl pırıl yapardı. Dedemin başında kasket, eller arkada, Kurban Bayramlarından bir hafta öncesinde hayvan pazarına giderdik. Eliyle kurbanlıkların ağzını açıp dişlerine bakardı. Benim ısrarlarıma dayanamayarak bir hafta öncesinden kurbanı alıp bahçede beslerdi. Benim mutluluk katsayımı siz düşünün artık!

Dedim ya, eli açık ama tutumlu insanlardı; eve gelen hediyelik şekerlemeler fazla olduğunda serin ve rutûbetsiz ortamda muhafaza eder, bir sonraki bayramda hiç bozulmamış bir şekilde o şekerlemeleri ikram ederlerdi. Memleket yoksuldu çünkü…

Gece gözüme uyku girmemesine rağmen bayram sabahları çok dinç bir şekilde uyandığımı hatırlıyorum. Dedemin tüm ısrarlarına rağmen, daha hızlı kıldırdığı için nispeten eve uzakta kalan camide kılınan bayram namazı sonrası fırından alınan sıcak ve gevrek Adapazarı simidinin kokusunu duyar gibiyim. Bayram kahvaltısında ortada duran zeytine aynı anda uzanan çatalların büyük bir huşûyla çıkardıkları metal sesler, sanırım mutluluğun notalara dökülmüş hâliydi.


Dedemle Uzunçarşı’daki tuhafiyeciden cam şişeye tâze kolonya doldurtmak, evde yarımşar saat aralıklarla çalan zilin gelen misafiri haber vermesi, tebrik kartlarını postalamak için postanelere üşüşen kalabalıklar, içimde tarif edemeyeceğim ama her defasında beni olmak istediğim yere götüren geçmiş zaman görüntüleri sanki…

En küçük bir fırsatta mutlu olmayı başarabilen saf ve temiz çocuk kalbim, aslında bayram gelmeden günler öncesinde bayram havasına girerdi. Artık helâl para olmasından mıdır, yoksa bereketinden midir, bilemiyorum, dedemin verdiği bayram harçlığı, harca harca bitmezdi. Dedemin bir eliyle saçlarımı okşarken diğer eliyle cebinden çıkardığı paraları alır almaz mahalle bakkalına koşar, Adapazarı’nın meşhur Neşe gazozundan bir şişe açtırır, yanına da bakkalın içindeki kırmızı büyük kutularda satılan bisküvilerden ellişer yüzer gram alırdım. Bakkal, o bisküvileri huni şekline getirdiği küçük gazete kâğıtlarında verirdi. Bazen canım çekmediği hâlde, sırf o bakkalın gazete kâğıdına huni şeklini vererek içine açıktan sattığı bisküvilerden doldurduğunu görmek için fazladan bisküvi aldığımı hatırlıyorum. Allah’ım, ne büyük mutluluktu!

Bayramların en kazançlı ismi, kuşkusuz benimle beraber mahallemizin bakkalıydı. Enva-i çeşit leblebi tozu, kızkaçıran, çatapat, plâstik top ve şekerleme stokunu tüketen bakkalımız, bir sonraki bayram zamanını ellerini ovuşturarak beklerdi.

Babaannemin dinî günlerle ilgili takıntı ve hassasiyetlerinin yanında, şehirde büyük bir coşkuyla kutlanan millî bayram ve kurtuluş günlerinde de tertemiz kıyafetlerle Vilâyet binasının önünde düzenlenen resmî törenlerde hazır bulunmam, büyük bir coşkuyla minik ellerime tutuşturulan ay yıldızlı bayrağı sallamam, dedem için haklı bir gurur kaynağı olurdu.

Mahallenin kokusunda İsmet Bey ile Zehra Hanım

Babaannem ile dedemin komşuları genellikle ortalama gelir düzeyinde ya da onun biraz altında olan insanlardı. Lâkin her birinin kalbi birer pırlanta, birer mücevherdi. Evler aynı mahallede olup kaderler bir olunca, herkes birbirine sonsuz bir güven duyar, geceleri kapı falan kilitlemezlerdi. Mahalle bakkalının işine gelmese de, kekiktir, nanedir, kırmızıbiberdir, hep komşular arasında ödünç alınıp verilirdi.

Misâl, evde kekik kalmadıysa, annem hemen yan komşuya yollar, komşu teyzemiz tarafından güler yüzle karşılanır, tabağa bir tutam kekik konulup geri gönderilirdim. Gecenin alâkasız bir saatinde karşı komşu kapıda biter, tuz ister, hâlini hatırını sorduktan sonra isteği derhâl yerine getirilirdi. Takas ekonomisi midir nedir, bilemem, ama o dediğimden bizim mahallede mevcûttu.

Muharrem ayı geldiğinde kapı çalındı mı, bilin ki aşure gelmiştir. Kandillerde irmik, bayramlarda baklava, evler arasında gelip giderdi. Beylerin veya anne babaların ölüm yıldönümlerinde lokma dağıtılırdı. Babaannem ile dedemin evlerinin bulunduğu Adapazarı’nın Kömürpazarı semti, yazılı kuralların olmadığı ama herkesin belli bir âdâb-ı muaşeret içerisinde birbirini rahatsız etmeden yaşadığı, herkesin herkesi tanıdığı küçük bir yerdi o zamanlar.

Soğuk kış gecelerinde soba ile ısınan mütevazı evlerinde dedem, kömürlükten odun-kömür taşır, saniyeler içerisinde eski bir gazete kâğıdı ile sobayı tutuşturur, bunu da sessiz sedâsız yapardı. Babaannem ise çok rahat ettiğim yer yatağına mor saten kaplı yorganını sererdi. O yorganı kendi elceğiziyle yapmıştı. Büyük beyaz yorgan çarşafını bir gün öncesinde leğende suya bırakır, sonra ütüleyip yorganı kaplardı. Beyaz çarşafla kaplanan yorganın üzerini parlak bir saten kumaşla örer, yorgandan daha büyük ebatlarda ayarladığı çarşafı da kenarları örtecek şekilde saten yorgana dikerdi.

Babaannem ve dedem eşsiz birer sanatkârdı. Gün ışığından yatsıya kadar elimize aldığımız ve kullanıp bir kenara bıraktığımız ne varsa onların imzasını taşıyordu.

Babaannemi ve dedemi kimsenin aleyhine konuşurken görmedim. Dedikodu illetine hiç bulaşmadılar. Babamın sünnetinde çekildikleri siyah beyaz bir fotoğrafları var. Ben o resmi çok seviyorum. Fotoğraflar siyah beyazdı ama benim ihtiyarlar rengârenkti. Yazın mahalledeki bütün kadınlarla birlikte hepsinde ortalama üç çocuk desek, nereden baksanız otuz kırk kişi, bizim arka bahçeye hücûm eder, babaannem de hiç üşenmeden tüm mahalleye yetecek kadar çay demleyip servis ederdi. Bir gün bile şikâyet etmemiştir. Dedem de kimin ihtiyacı olsa alet edevatıyla yardıma koşar, elinden geldiğince konu komşunun tamir işleri ile uğraşır, bundan da büyük bir memnuniyet duyardı.

Zehra Hanım, yani babaannem, bu dünyadan 2008 yılında göçüp gitti. İsmet Bey ise yani dedem, Zehra Hanım’ın yokluğuna bir türlü alışamasa da, Allah’ın babaannem için takdir ettiği dünya ömrüne râzı oldu. Babaannemden dokuz sene sonra, bu sefer dedem, fâni dünyayı terk eyledi. Yan yana duran mezarlarına bakıp ebedî saâdette huzur bulmaları için onların huzurunda tüm kalbimle duâ ettim.

Dedesi ve ninesiyle bir gününü geçiren çocuklar nerede?

Zehra Hanım ile İsmet Bey şu üç günlük dünyadan göçüp giderken, bana bırakabilecekleri en büyük serveti bıraktılar: Geride tertemiz isimleri kaldı. Onların ölümünden önce, o mütevazı ama sımsıcak evde çocukluğumu geçirirken de, dünyanın en muhteşem babaannesinin ve dedesinin onlar olduğunu biliyordum. Zehra Hanım’ın sabahın köründe kalkıp kıt kanaat kurduğu kahvaltı sofrasında demli çayımı koyarken de, balkonda kullanılmış yağ tenekelerinde gözü gibi baktığı pembe ortancalara su verirken de, İsmet Bey soğuktan buz tutmuş elleri ile kış gecelerinde sobayı tutuştururken de, ben onların, dünyanın en muhteşem insanları olduğunu biliyordum…

Zehra Hanım ile İsmet Bey, yaptıkları her şeyin sıradan ve basit gibi görünmesini arzu ederlerdi ama büyüyüp aklım erdikçe, bir çiçekte, kahvaltıda demlenen sıcak bir çayda ya da sobaya ilişen bir gazete parçasında onların zarâfetini gördüm.

Babaannem öldükten sonra bir kızım oldu. Kızıma onun adını verdim. Allah hayırlı ömürler versin, yedi yaşına gelen Zehra’yı görenler, bana ve annesine çok benzediğini söylüyorlar. Oysa ben kızıma her baktığımda, babaannemi görüyorum.

Sadece kızıma baktığımda değil; otobüste, trende, pazarda, markette yaşlı birilerini görünce aklıma babaannem ile dedem geliyor. “Belki” diyorum, “Onlar da başka çocukların kahramanlarıdır. Onlar da torunlarını sabahları erken kaldırıyordur. Onların evinde de portakal kabukları atılmıyordur belki. Kışın sobanın üzerinde kestane pişiriyorlardır. Kursağından haram lokma geçmeyen sofralarına fazladan üç beş meyve-sebze girsin diye pazara akşam saatlerinde çıkıyorlardır ucuz bir şeyler bulabilmek için”...

O yüzden, kim olursa olsun, yaşça büyük birilerini görünce ayağa kalkıyorum. Toplu taşıma araçlarında, denk gelirsem, güler yüzümle yer veriyorum. Hele çarşıda pazarda ellerinde torba taşıyan ihtiyar kimseleri görürsem muhakkak yardım ediyorum. Vakt-i zamanında babaannem ile dedem çok yük taşıdılar, iyi bilirim. “Başka babaannelerin, dedelerin yükleri hafiflesin en azından” diyorum içimden.

Benim Zehra Hanım ile İsmet Bey’siz bir günüm bile geçmiyor. Geceleri rûhlarına Fâtihalar gönderirken, bazen hızımı alamayıp onlara “İyi geceler!” diyorum. Rahatları umarım iyidir. Onlar hayattayken verdiğim sözü hatırlıyorum. Daha iyi bir adam olmaya çalışıyorum. Çocukluk günlerimin aksine, kaytarmadan ibadet etmeye, her hâl ve şartta doğruyu söylemeye, harama el uzatmamaya imtina ediyorum. Her ne kadar söz versem de, alışkanlık işte, bayram ve teravih namazlarının hızlı kılındığı camileri tercih etmeye devam ediyorum. Yasak değil ya!

Şuan hayatta olmasalar da bir parçaları benimle beraber yaşayan siyah beyaz günlerin renkli insanları: Zehra Hanım ile İsmet Bey. Bu yer, bu toprak, bu gökyüzü şahidim olsun. Ben sizi çok sevdim. Halâ da çok seviyorum.