Aile, aile, aile

Aile arasındaki her tartışma, tatlıya bağlanabilecek türdendir. Zaten pek çoğu uzatmaya değmeyecektir, emin olun. Sadece bir adım geriye çekilerek, meseleye biraz uzaktan bakmak yeter. Göze iyi görünüyor mu, görünmüyor mu diye biraz dışarıdan bakmaya çalışmalı. Sağlıklı olan yöntem budur, inadı sürdürmek değil.

KONUMUZ aile… Aynı zeminde konuşulduğunu ortaya koymak için, genellikle önce tanım yapılır. Aile söz konusu olunca, belki de buna gerek yok. Dünyanın her yerinde, “aile” kavramı hemen hemen aynıdır. “Karı, koca ve çocuklardan oluşan, toplumun en küçük birimi”...

Geçmiş asırlarda “aile” daha geniş bir kavramdı. Dedeler, nineler, dayılar, teyzeler, amcalar, yengeler, çocuklar, torunlar mümkün olduğunca bir aradaydı. Hayat şartları o genişliği gerektirmekteydi. Aile içinde herkesin bir görevi vardı.

Zamanla küçüldü, çekirdek aile oluştu. İhtiyaçlar ve mecburiyetler değişmişti.

Toplum hayatına televizyon girince, “Anne, baba, çocuk ve televizyondan oluşan, toplumun en küçük birimi” şeklinde tanım getirenler oldu. Zira başköşeye kurulmuştu.

Dedelerden kalan köşeye yerleşen televizyonlar, neredeyse herkesi yönetmeye talipti ve görevini aksatmadan yerine getirmekteydi.

“Televizyonda gördüm, uzmanlar şöyle söyledi” cümlesi, bir tartışmayı noktalayabilir hâle gelmişti.

Şimdilerde ise bu tanıma internet bağlantısını da eklemek mümkün.

Kabul, lâtifedir. Fakat gerçeklik payı epeyce yüksek değil mi?

Sofra başında sohbet

Evvelce bahsetmiştik; yurt dışı gezilerde Türk dizilerinin yaygın hâlde seyredildiğine şahit olmuştuk. Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya her tarafta bizim diziler revaçta. Etkinliği de gittikçe artıyor.

Yabancıların severek takip ettiği diziler sayesinde Türkçe öğrenmek isteyenlere de rastlıyoruz.

Birkaç ülkede sebebini merak edip sorduğumuzda, ilginç bir tablo ortaya çıkmıştı.

Dediler ki, “Sizin dizilerde aile bir araya geliyor. Aynı masada yemek yeniyor, kahvaltı yapılıyor, sohbet ediliyor ya, işte bu bizim çok hoşumuza giden bir şey”.

Mikrofon uzatmadan sorduğumuz yabancılar şu cümleyi de ekliyordu:

“Aynı zamanda aile bağlarının kuvvetli olması bize cazip geliyor. Gıpta ediyoruz.”

Bunu görünce, birkaç yıl önce bir yazıda, program yapımcılarına bir tavsiyede bulunmuştuk. Yemek masası başında geçen bir “sitkom” hazırlanabilir. Özellikle yabancı seyircilerin çok hoşuna gideceği aşikâr.

Hayat şartlarının aileleri küçülttüğü, bağları zayıflattığı, bazı aileleri ise darmadağın ettiği malûm.

Parçalanmış ailelerin dramı binlerce filme konu olmuştur.

Toplumun en küçük birimi parçalanıp dağılınca, pek çok şey de ona bağlı olarak sağlam kalmakta zorlanır.

Bağları güçlü tutmanın en basit yöntemi de bir sofra başında bir araya gelebilmek. Sonrası bayramlar, düğünler, törenler…

Köklü gelenekler, güzelce yaşatıldığı zaman yarınlara daha güvenle yürüyebiliriz.

Ailemiz kalemizdir

Aile, sığınaktır.

Aile, kaledir.

Aile, güven duyduğumuz sıcak yuvadır.

Aile, bazen rahatça nazlanabildiğimiz, hattâ şımarabildiğimiz, genellikle değer gördüğümüz yerdir.

Anaokuluna başlayan bir minik, bir gün babasına şöyle söyler: “Baba, biliyor musun, burada benim ‘prenses’ olduğumu bilmiyorlar.”

Evet, çocuklar kendi aileleri içinde birer prens ve prenses.

Böyle olunca anne ile baba ne oluyor? Kraliçe ve kral.

Yaşasın kralımız, yaşasın kraliçemiz!

Çok yaşasınlar!

Fakat bazen birini kaybediyoruz, bazen ikisini de.

Hayatın cilveleri çok. Bazılarının imtihanı ağır oluyor.

İşte bu yüzden öksüz ve yetimlerin korunması, kollanması şart! Hepimizin boyun borcu!

“Yetim hakkı” üzerinde büyük bir önemle duran anlayışın sahibiyiz. Örfümüz, âdetimiz bize bunu yükler. Hepsinin üstünde dinimiz, yetim hakkı gözetmeyi en önemli vazifelerimiz arasında sayar, bunu hepimizin bilmesini emreder.

Bilip de uyanlara ne mutlu!

“Aile yerimiz vardır”

Bazı mekânlarda “Aile yerimiz vardır” şeklinde tabelaya rastlarız. Başka ülkelerde pek görülmez. Bize has özelliklerden biri. Aileye önem vermekten kaynaklanır.

Ancak bazen şöyle sahneler de görülür:

Baba ile oğul, el ele tutuşmuş, bir çay bahçesine giderler. Anne vefat etmiştir. Deniz kıyısındaki masalardan birine yöneldiklerinde, garson o kısmın ailelere ait olduğunu söyleyip geri taraftaki bir masaya oturmalarını ister.

Az sonra bir adamla bir kadın gelirler. Aralarında aile bağı yoktur. Sadece ticarî bir ilişki söz konusudur. Fakat onlar sahildeki masalara oturabilirler.

Aile olmayanın aile sayıldığı, öte yandaysa gerçek bir aile oldukları hâlde sadece üyelerinden biri vefat ettiği veya o anda yanlarında bulunamadığı için diğerlerinin aile sayılmadığı böyle bir sahneye birkaç defa şahit oldum.

Uzun zaman önce gitmiş ve izini kaybettirmiş olan Şems’i gördüğünü söyleyen birine hediye veren Mevlâna’yı çevredekiler o kişinin yalan söylediğini belirterek uyarırlar. Mevlâna, “Biliyorum” der, “Farkındayım. Gerçek olsa, canımı bile verirdim”.

Tıpkı bunun gibi, aileye verdiğimiz önemden olsa gerek, sahtesine bile itibar etmek vardır bizde.

Her insan biricik. Hem kendimizin, hem başkalarının biricik olduğunu unutursak, yanlış olur.

Kuzular, yaylımdan gelen koyunlardan süt emmeleri için salındığında, her biri kendi annesine yöneliyor. Hepsi birbirinin aynı zannettiğimiz penguenler de öyle. Hiçbir yavru annesini, hiçbir anne de yavrusunu şaşırmıyor.

İnsan sekiz dalda profesör olsa, dokuz dil bilse de, ana dili bir tanedir. Annesinden öğrendiği dil, annesi gibi biricik herkesin.

İlkokuldan da önce eğitimini ailede alır herkes. İlk öğretmeni annesidir, babasıdır. Konuşmayı evinde öğrenir. Birine “terbiyesiz” demek en ağır hakaretlerden biridir.

Barış Abimizi unutamayız

Barış Manço, bütün ömrünü müziğe ayırmıştı. Birbirinden güzel eserlere imza attı. Fakat yalnızca müzisyen değildi. Aynı zamanda şairdi, besteciydi, şarkıcıydı. En iyi şekilde işini yaparken, bize öğütler de verirdi. Şarkılarına dikkatle bakarsak, o öğütlerin bizi biz yapan değerlere vurgu olduğunu görürüz.

Ayrıca seneler boyunca televizyon programları yaptı. “7’den 77’ye” adlı programda “Adam Olacak Çocuk” bölümünde minik yavrularla sohbet eder, onlara şarkı söyletir, sevimlilik içinde tavsiyelerde bulunurdu.

“İkinci Kahvaltı” bölümünde yaşı büyükleri konuk eder, onların tecrübelerini aktarırdı. Bir yastıkta kırk yıl geçirmek, çok büyük bir kıymetti onun gözünde. Bizim de öyle bakmamızı isterdi. Hem küçüklere, hem büyüklere değer verirdi. En unutulmaz eserlerinden biri olan “Gülpembe”, ilk zaman sevgiliye yazılmış sanılırken, sonra öğrendik ki babaannesi için yazılıp bestelenmiş bir esermiş.

“Sen gülünce güller açar, Gülpembe

Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik, Gülpembe

Sen gelince bahar gelir, Gülpembe

Dereler seni çağlar, sevinirdik, Gülpembe…”

Barış Abimiz, programın bir bölümünde ülkemizin her köşesini gezer, bir başka bölümündeyse dünya turu yapardı. 120 ülkeyi tanıttı, evimize getirdi.

Bütün çalışmalarında bize değerlerimizi hatırlatırdı. Köklü geleneklerimize dikkat çekerdi. Israrla, yılmadan, yorulmadan…

Aile bağlarında dolanıyoruz

Dede ve nineyle torun arasındaki bağlar sağlamsa, arada anneyle baba da mutlu ve memnun olur; kaçınılmaz olan kuşaklar arası çatışma en az hasarla atlatılabilir.

Şartlar hayatı şekillendirir. Bugün bütün dünyanın problemi olan aile bağlarındaki zayıflamanın öncesinde, akraba bağlarının zayıflaması yatar.

Yüce Kitabımızın bize önemle tavsiye ettiği husus, bağların güçlü tutulmasıdır. Bağlar güçlü olunca, toplum da güç kaybetmez.

Küslüğün üç günden fazlasının haram oluşunu kolaylıkla anlayabiliriz.

Amca, dayı, teyze, hala, yenge kavramları birçok dilde bilinmeyen kelimelerdir.

Bir çocuğun amcasının olması için babasının erkek kardeşi veya ağabeyi, dayısının olması için annesinin erkek kardeşi veya ağabeyi bulunmalıdır.

Aynı şekilde hala için babanın kız kardeşi veya ablası, teyze için de annenin kız kardeşi veya ablası olmalı.

Bu durumda çocuk sayısında ideal olanın “iki kız, iki erkek” olduğu ortaya çıkar.

Biri noksansa, akrabalık zincirinden bir halka yok demektir.

Fakat bugünkü şartlarda her ailenin dört çocuk sahibi olması pek kolay değil. Herkesin maddî gücü ve moral gücü bunu karşılayamaz.

O yüzden genç aileler çoğunlukla bir veya iki çocukla yetinmek zorunda kalıyorlar.

Tek çocuk olunca da, onlarda kardeşlik kavramının gelişmesi zor. Hasreti olabilir kardeşliğin.

Onların çocukları ise ne amca, ne dayı, ne hala, ne de teyze bilir. Olmayınca nereden bilsin?

“Aile yerimiz var” yazısıyla ilgili tespitlerimizden sonra, bir başka tespite geçtik ve “Ailede yerimiz var” konusunu da anlatmış olduk.

Herkesin bir ailesi var. Çocuk doğuran makine yapılmadı, çok şükür. Bir anne, bir baba şart bir çocuğun dünyaya gelmesi için. Kaybetmiş olsa da, ayrı yerde yaşıyor olsa da annesiz babasız kimse yok.

“Ya sen kiminsin?”

Kendini “Necip Fazıl’ın azat kabul etmez kölesi” olarak tanımlayan Hilmi Oflaz vardı. Üstadın çıkardığı Büyük Doğu yaşasın diye kendinden başka eşini, çocuklarını da abone yapmıştı. Ardından bahçedeki tavuklara, horozlara isim vererek onları da abone kaydetmişti. Mesleğini sorarsanız, işportacıydı. Ondaki Necip Fazıl sevgisi, vatan millet aşkından gelmekteydi. Rahmetli Çengelköy’de otururdu. Evin yarıdan çoğu yerden tavana kadar kitaplarla, dergilerle doluydu.

Bir gün eşiyle tartışmışlar. Hilmi Amca bahçeye çıkmış. Ağaçlardan birine meyve koparmak için elini uzattığında, hanımı oradan seslenmiş: “Dokunma ona, o ağaç benim.”

Öbür ağaca yönelmiş: “Ona da el sürme. O ağaç da benim.”

Hilmi Amca elini çekmiş, dönüp karısına şöyle söylemiş: “Sen kiminsin? Sen de benim değil misin? Dolayısıyla bu ağaçlar ve meyveleri aynı zamanda benim.”

Gülüşerek tatlıya bağlamışlar.

Aile arasındaki her tartışma, tatlıya bağlanabilecek türdendir. Zaten pek çoğu uzatmaya değmeyecektir, emin olun. Sadece bir adım geriye çekilerek, meseleye biraz uzaktan bakmak yeter. Göze iyi görünüyor mu, görünmüyor mu diye biraz dışarıdan bakmaya çalışmalı. Sağlıklı olan yöntem budur, inadı sürdürmek değil.

Sözün burasında, “Dağılmasın” demek gerekir.

***

Dağılmasın

Ovada gezer, denizde yüzer

Arkadaş oluruz tepe ile, dağ ile

İçimiz ağlasa da yüzümüz güler

Kınalı yapıncakla dolu bağ ile

Biz bize benzeriz

Bizden âlâsı çuvaldız

Balık tutarız olta ile, ağ ile

Bir güzel pişirip yeriz yağ ile

Yarasın, afiyet olsun; eyvallah

Tamam, tamam, tamam da

Pek de anlaşamayız çağ ile

Dere tepe taş dolu

Gözlerimiz yaş dolu

Eş dost gelir, taziye verirler

Ne derler, ah neler derler

Ölenle ölünmez, başın sağ olsun

Allah sabır versin

Dostlar sağ olsun

Tamam, tamam, tamam

Ölenle ölünmez tamam da

Yaşanır mı sanki sağ ile

Aman dostlar dikkat

Burada hız sınırı var, dikkat

İncinmeyin, incitmeyin sakın

Öfkeyle çekip gitmeyin sakın

Yıkılmasın yuvalar kırık bir elveda ile

Gönül alın, gönül verin, dağılmasın aile

Derleyin, toparlayın, dağılmasın aile

Koruyun, kollayın, dağılmasın aile

***

Miras kavgası

Aile içinde ve akraba arasındaki anlaşmazlıkların çoğunlukla inat yüzünden ilerlediği ve zamanla daha büyük tahribata yol açtığı görülmektedir. Nasıl görülmesin? Gözümüzün önünde yaşanıyor hepsi.

Özellikle miras konusunda ciddî tartışmalar çıktığına şahit oluyoruz.

Ölüm hak, miras helâl ama öyle görünüyor ki bazı miras konuları insana hayatı zehir edecek türden hâdiselere yol açıyor.

“Önce ben” yerine “Önce sen” diyebilenler daha mutlu.

Kimi büyük zenginler, çocuklarına miras bırakmamayı tercih ediyor. Meselâ ünlü sinema oyuncusu Ceki Çen (Jackie Chan) ilk akla gelenlerden.

Güler yüzle dövüş tekniklerini birleştiren aktör.

Bize yol gösteren, gayet zengin atasözü ve deyimlerimiz vardır. Onlardan biri, “İyi evlat neylesin malı, kötü evlat neylesin malı” şeklindedir. Bir başka söyleniş biçimi de şöyledir: “Hayırlı evlat neylesin malı, hayırsız evlat neylesin malı.”

Açıklamaya ne hacet? Atalar apaçık söylemiş. Biri olmasa da kendi kazanır, diğeri ise ne kadar çok olsa hepsini tüketir.

Ata malına güvenmek olmaz. Çalışıp kazanmak, kendi kazandığına güvenmektir doğrusu. İnsanın kendi kazandığından daha güzeli yoktur.

Hadis-i şerifte, “Hiç kimse, kendi elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir” diye buyurmuştur İki Cihan Güneşi Efendimiz (aleyhisselâm). 

O’nun sözü üstüne söz söylenmez. Kalın sağlıcakla, vesselâm.