Ahmetler, Mehmetler: Silahsız şehitler

“Hakkını helâl et, devletimin bana ihtiyacı var, gitmem lazım! Şayet olur da dönmezsem, annem ve evlâtlarım sana emanet! Onlara iyi bak, olur mu?”

AKŞAM ezanı okunmuş olmasına rağmen Ahmet eve dönmemişti. Önce mutfağın penceresinden okul bahçesine göz attı; yetinmedi, ön balkona çıktı, “Ahmeeet! diye selendi…

Anlaşılan duymamıştı. Üşenmeden terliklerini giydi ve soluğu okul bahçesinde aldı. Arkadaşları Ahmet’i ikaz ettiler, “Annen geldi!” dediler. Ahmet, “Anne bir golümüz kaldı, hemen geliyorum” dese de annesi yetinmedi, “Hadi eve!” dedi…

Oyunun normal süresi annenin bu müdahalesiyle berabere bitmişti.

Annesi, “Bak, terden sırılsıklam olmuşsun kerata!” diyerek Ahmet’e çıkışırken, diğer gözüyle de Mehmet’i kolaçan etti. Onun da oğlundan geri kalır yanı yoktu. “Hadi bakalım Mehmet, sen de doğruca evine! Anne de selâm söyle! Ha unutmadan, yarın tandırı yakacağım, hamur yoğuracak olursa tandır başına gelsin” diye ekledi. Mehmet, “Tamam, söylerim” dedi ve alacakaranlıkta gözden kayboldu.

O sıcak yazın yerini serin bir güz mevsimi almıştı. Ahmet’in annesi sabah namazı için uyandığında, pencere dibine kadar yaklaşan miğferli askerleri gördü. Emin olmak için gözlerini ovuşturduktan sonra bir kez daha baktı. Yanılmıyordu!

Deneyimli, siyasî birikimi olan bir kadındı. Hemen radyonun kulağını büktü: “Türk Silahlı Kuvvetleri, emir ve komuta zinciri içinde ülke yönetimine bütünüyle el koydu. Parlamento ve hükûmet feshedildi. Saat 05:00’dan itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konuldu. Siyasî parti faaliyetleri yasaklandı…”

“1” numaralı bildiriyi okuyan radyo spikerini sesinden tanımıştı ama bu haber onu mesut etmemişti. Ahmet’i ve kardeşlerini, “Kalkın, darbe olmuş!” diyerek uyandırdı. Sabahın köründe “Darbe olmuş!” sesiyle uyanan çocuklar neye uğradıklarını şaşırmış vaziyette pencereye koştular. Elleri tetikte, belli aralıklarla dizilmiş askerleri görünce kafalarını içeriye doğru çekip olayı anlamaya çalıştılar.

Darbenin ne olduğunu, gündüz kuşağında siyah beyaz ekranlarda boy gösteren omzu kalabalık ve sürekli “Netekim” diyen bir komutanın uzun uzadıya yaptığı konuşmasını izledikten sonra anladılar.

Aradan yıllar geçti…

Mehmet, çok sevdiği asker üniformasına kavuşmuş, Ahmet ise kaderin bir cilvesi olarak polislik mesleğini tercih etmişti. İkisinin de bir hayâli vardı; günün birinde aynı ilde, vatan, millet aşkına bu görevi ifa etmek ve gerekirse al bayrak uğruna çarpışarak şehadet şerbeti içmek…

Aradan geçen otuz sene içerisinde bu hayallerine ulaşamadılar. Ta ki yolları başkent Ankara’da kesişinceye kadar…

İkisi de evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Büyük çocukları üniversiteden mezun olmuş, ikincileri ise o yıl girmiş, heyecanla açıklanacak sonucu bekliyorlardı. Aralarındaki tek fark, Mehmet’in annesinin birkaç yıl önce kalp krizi sonucu hayata veda etmiş olmasıydı…

Kime emanet?

Ahmet, görev dönüşü duşunu almış, üzerini değiştirmiş, akşam yemeğini ailesiyle yedikten sonra salona geçmişti. Eşinin getirdiği meyve tabağını alarak annesinin dizinin dibine oturup tabaktaki meyveleri yedirmeye çalıştığı sırada kulakları sağır eden jetlerin seslerini duydular.

“Hayrolsun! Bu saatte ne uçuşu?!” dedi içinden ama merakını yenemedi ve balkona çıktı. Bir değil, birkaç jet gördü. Tekrar içeriye döndü, sosyal medyadan Ankara semalarında uçan jetlerden tedirgin olan arkadaşlarının paylaşımlarını okudu.

En nihayetinde televizyonu açtı, İstanbul’daki köprülerin askerlerce tutulduğunu belirten altyazıları okudu. Canlı bomba olabileceği ihtimâlini değerlendirmişti ki ikinci bir altyazı dikkatini çekti: “Bu bir kalkışmadır!”

Başbakan’a ait bu açıklama ile işin ciddî boyutlara ulaştığını fark etti. Hemen üzerini giydi, silahını beline geçirdi. Eşinin, “Nereye gidiyorsun Ahmet, daha yeni geldin!” demesine aldırış etmeden, sadece dilinden şu döküldü: “Hakkını helâl et, devletimin bana ihtiyacı var, gitmem lazım! Şayet olur da dönmezsem, annem ve evlâtlarım sana emanet! Onlara iyi bak, olur mu?”

Kapı önüne kadar gelen annesinin elini öperek koşar adımla merdivenlerden indi. Zamana oynuyordu âdeta. Çocuklarıyla vedalaşmaya dahi fırsat bulamamıştı.

Görev yaptığı müdüriyete geldi. Işıkları karartılan binaya zor da olsa girmeyi başarmıştı ki F-16 jetlerinin alçak uçuşuna ve helikopterden açılan atışa şahit oldu. Gördüklerine inanmak istemiyordu. “Hayır, hayır, bu bir rüya olmalı!” diyordu. Arkadaşlarıyla birlikte sığınağa indiler. Çok geçmeden, atılan bombalar sonucu şebeke suyu tesisatı yerle bir oldu ve dakikalar içinde su seviyesi bel hizasına kadar yükseldi. Can havliyle bir çıkış yolu bulmaya çalıştılar. Neden bilinmez, ama aklına çocukluğu ve Mehmet geldi…

“Sırtımdaki tere içerlenen annem bu hâlimi görse kim bilir nasıl üzülürdü! Ya Mehmet? O nerede? Ne yapıyor şimdi?” diye içinden geçirdi.

Allah’ın yardımını da arkalarına alarak bir çıkış yolu bulup kurtulmayı başardılar. İlk şoku atlatır atlatmaz önce savunmaya geçtiler, ardından püskürtme harekâtına başladılar.

Ancak ortada garip bir durum vardı. Gündüz değildi, gecenin bir vaktiydi ve Emniyet Müdürlüğü’nün önü ana baba gününü andırıyordu. Uykudan uyandırıldığı darbe sabahına gitti… O gün caddeleri, sokakları silahlı askerler doldurmuştu, şimdi silahsız halk…

Şehidimin son örtüsü

Evet, bu işte bir gariplik vardı! “Bomba atanlar, halka namlu çevirenler, polise ateş açanlar…” dedi, gerisini getiremedi. Kıyamet provasıydı sanki; siren sesleri, bağırmalar, koşturmacalar, tekbirler, uçaklar, bombalar ve kovanından ayrılan başıboş kurşunlar… Özetle, ölümün sesiydi duyulan.

Yaralıları acil olarak hastanelere sevk ettiler. Cadde üzerinde boylu boyunca hareketsiz yatanları kenara aldılar; ellerindeki al bayraklar onlar için “son örtü” olmuştu. Çok geçmeden merkezden gelen anonsla Özel Kuvvetler Komutanlığı'na sevk edildiler. Nizamiyeden girdiklerinde, elleri arkadan kelepçeli, rütbeleri sökülmüş askerlerin polis eşliğinde getirildiklerini gördüler. “İnşallah Mehmet içlerinde yoktur!” diye dua etmeye başladı, “Yoksa yüreğim kaldırmaz bunu!”…

Yaklaşan ilk grubu dikkatle süzdü; başları öndeydi hepsinin. Ama nerede ve ne şekilde olursa olsun, onu görür görmez tanırdı. Tam “Oh be!” diyecekti ki Mehmet’le göz göze geldi.

Şaşılacak şeydi doğrusu, Mehmet’in üniforması üzerinde, rütbeleri ise yerindeydi. Üstelik tabancası da elindeydi…

“Mehmet’im!” diye seslendi… “Kardeşim!” cevabını alamadı…

Ahmet, diz çöküp Mehmet’i koltuklarının arasından tutarak göğsüne doğru çekti. Hıçkırıklarını yutkunarak Mehmet’e sarıldı. Onları izleyenler arasında melekler de vardı; hıçkırıkları, akan kanı ve teri not etmek üzere oradaydılar. Görenlerin şehadetiyle saydılar; Mehmet’in kanlı bedenine tam “30 kuş” konmuştu ve hepsi birden kanatlanıp onu cennete uçurdular.

Yeryüzü sekîneleri

Aradan iki gün geçmişti. Eve gittiğinde annesini yaşlı gözerle buldu, “Üzülme annem, bak, buradayım!” dedi. Yine ve yeniden eline sarıldı. Giderken vedalaşmaya vakit bulamadığı çocukları ise babalarına sarılmak için sıra bekliyorlardı.

Annesi, “Evlâdım! Sen gittikten sonra televizyonda bildiriyi okuyan spiker kızımız, ‘Devletin yönetimi, teşkil edilen Yurtta Sulh Konseyi tarafından tüm yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. İkinci bir duyuruya kadar sokağa çıkma yasağı uygulanacaktır’ demesinden çok korktum!
36 sene öncesini yeniden yaşadım” dedi ve sustu.

“Anne, Mehmet…” diyecekti ki, annesinin elleri, Ahmet’in sırtında kuruyan terleri silercesine iki yana düştü… Melekler, hıçkırıkları not etmek üzere bir kez daha yeryüzüne inmişlerdi…