Ahmet Kabaklı’nın Klasik Türk Edebiyatı’na bakışı

Kabaklı bu eseri, asırlar içinde muhtelif coğrafya ve inanışlar içinde oluşan Türk edebiyat ve kültürünü yeni nesillere ana hatlarıyla öğretmeyi ve onları kendi medeniyet ve kültürüyle bütünleştirmeyi amaçlayan bir müfredata göre yazmıştır.

KABAKLI’nın “Klasik Türk Edebiyatı”na bakışının tam bir değerlendirmesini yapmak, ancak gazete ve dergilerdeki yazıları ile muhtelif kitaplarının bu amaçla taranmasıyla tespit edilecek uzun bir çalışma sürecine bağlıdır. 

Biz bu makalede Kabaklı’nın bu konudaki fikirlerinin ana gövdesini teşkil ettiğine inandığımız “Türk Edebiyatı” isimli beş ciltlik eserinin ikinci cildi içerisinde yer alan düşünceleri üzerinde duracağız. Onun bu bapta ileri sürdüğü fikir ve görüşlerin daha sağlıklı bir değerlendirmesi için, öncelikle yazarın bu külliyatın isim, amaç ve yöntemi hakkında eserin “Ön Söz”ündeki beyanlarına bir göz atmak yerinde olacaktır.

Kabaklı bu “Ön Söz”de, eseri yayınevine teslim ettiğinde henüz bir adının olmadığından bahseder. İlk baskısı üç cilt olan bu külliyat için düşündüğü isim, “Aydınlar İçin Edebiyat” ismidir. Lâkin görüş ve tekliflerine önem verdiği dostu Tahsin Demiray’ın bu isme pek sıcak bakmaması üzerine bu isimden vazgeçer. Bunun üzerine “Edebiyat Ansiklopedisi” adını vermeyi düşünür ama eserdeki tertip ve kullanılan metot bakımından bu adlandırmadan da vazgeçer. Çünkü konu ve ciltler birbirinden bağımsız olmadığı gibi, kimi konularda ansiklopedi sınırı aşılmış, kimi konular da gereksiz görülerek kitaba alınmamıştır. 

“Türk Edebiyatı Tarihi” ismini verecek olmasına da eserin o maksatla yazılmaması manidir. Eser her ne kadar “Türk edebiyatının 1300 yıllık seyrini” göz önüne seriyorsa da asıl amacı “Ölümsüz sanatçılarla onların eserlerini, yeni bir bakışla değerlendirmek ve Türk edebiyatının ölümsüz değerlerini gözler önüne koymaktır”. Kabaklı, eserini ne bilimsel nitelikli bir monografi ne de lise ders kitabı olarak görür. Ona göre bu külliyat, “Sanata susamış bir meraklılar çokluğuna” hitap eden bir el kitabı ihtiyacını karşılayacaktır.

Yazar, kitaptaki her bölümü bağımsız kitapçıklar olarak ele aldığını belirtir. Bu bağlamda Divan Edebiyatı’nı başlı başına bir “ünite” olarak alan müellif, Divan şiirinin Doğu kaynakları olarak nitelediği Arap ve İran edebiyatlarından gelen biçim ve muhteva özelliklerini tetkik edip ardından da Divan şairlerini, kendi asırları içinde incelemiş ve bunlar içindeki zirve şahsiyetleri geniş ölçüde tanıtma yoluna gitmiştir.

Öyle anlaşılıyor ki Kabaklı bu eseri, asırlar içinde muhtelif coğrafya ve inanışlar içinde oluşan Türk edebiyat ve kültürünü yeni nesillere ana hatlarıyla öğretmeyi ve onları kendi medeniyet ve kültürüyle bütünleştirmeyi amaçlayan bir müfredata göre yazmıştır. Eserin didaktik yönünün diğer kaygılara galebe çalmasının ana nedeni, müellifin edebiyat öğretmeni oluşuyla yakından alakalıdır. Yazarın, bu külliyattaki nirengi noktasını, tarihî akış içerisinde Türklerin farklı hanedanlıkların yönetimi altında oluşturdukları edebî ve kültürel birikimlerini, büyük edebî isim ve eserler üzerinden hareketle bir millî kimlik inşâ etme gayreti oluşturmaktadır. 

Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak Kabaklı’nın dil ve üslûbu, eser boyunca okuyucuyu o zirve eser ve isimlerle buluşturmayı asıl görev sayan, sevdirme ve benimsetme işlevi üstlenen bir dil ve üslûptur. Yazarın, her büyük edebî eser ve isim karşısında takındığı sevgi, gurur ve hürmet hissi okuyucuya da sirayet eder. Ancak onun bunu yaparken kullandığı yöntem, kuru bir iftihar duygusundan çok somut veriye dayanan ve o verinin edebî gücünden emin olan bir yöntemdir. Onun bu uğurdaki ikna yöntemi, kendisinin aradan çekilerek okuyucuyu yazar ve eserle baş başa bırakma yöntemidir. Hakkını teslim etmek gerekir ki yazarın çok iyi seçilmiş bol sayıdaki örnek metinleriyle buluşan okuyucu, bir müddet sonra o büyük metinler ırmağında kulaç atmanın zevkine kendiliğinden katılmaya başlar.       

Türk edebiyat ve kültürünün bütün mazisini, “Türk Edebiyatı” adı altında bir el kitabına yüklemeye çalışan bu külliyatın tenkit edilecek yönleri yok mudur? Elbette vardır. Zira eser talip olduğu edebî mazinin icabına bağlı olarak her biri ayrı bir uzmanlık gerektiren konu ve meseleleri tek başına kuşatmaya çalışınca bu kırk ambar içerisinde, dil ve anlatımın yer yer dağılması göze çarpar, ancak gayenin büyüklüğü bu kabil hataları kolaylıkla telafi eden bir sistem işlevi görür. Eser hakkındaki bu umumî tespitlerden sonra sözü, Kabaklı’nın mezkur eserinde Klasik Türk Edebiyatı’nı nasıl ele aldığına getirelim.

Yazarın, bu külliyattaki nirengi noktasını, tarihî akış içerisinde Türklerin farklı hanedanlıkların yönetimi altında oluşturdukları edebî ve kültürel birikimlerini, büyük edebî isim ve eserler üzerinden hareketle bir millî kimlik inşâ etme gayreti oluşturmaktadır. 

Hoca Ahmed Yesevî’yi, yüksek şahsiyeti, teşkilatçılığı ve hikmetleri ile Türk dünyasının her bölgesini etkilemiş nadir büyük şahsiyetlerden biri olarak anar 

Kabaklı’nın “Türk Edebiyatı” külliyatında, “Klasik Türk Edebiyatı” ikinci cilt içerisinde işlenir. Onun müstakil bir ünite ve bağımsız bir kitap olarak nitelediği bu bölüm, külliyatın elimizdeki 2020 tarihli 15. baskısına göre 100 ilâ 772. sayfaları arasında 672 sayfa tutarı bir hacim içerisinde değerlendirilir. Kabaklı’nın on birinci asırdan on dokuzuncu asrın ortalarına kadar süren bu edebiyat anlayışına verdiği başlığın adı İslâm’la Kaynaşmış Türk Edebiyatı’dır. İslâmiyet’in kabulüne bağlı olarak teşekkül eden bu edebiyatı kendi içerisinde “İslâmî Dönemde Doğu Türk Edebiyatları” ve “Anadolu’da Türk Edebiyatı” olarak ikiye ayırır. 

Kabaklı, “Doğu Türk Edebiyatları” başlığı altında; “Karahanlılar Çağı”, “Büyük Selçuklu Çağı” ve “Çağatay Türkçesi Edebiyatı” olmak üzere üç tarihî çağda verilen edebî eserler üzerinde durur. Karahanlılar Çağı’nda (840-1212) seçkinler için yazılmış olarak nitelediği Kutadgu Bilig ve Atabetü’l- Hakâyık’ı söz konusu eder. Kutadgu Bilig’i Yusuf Hâs Hâcib’in bir nasihat, felsefe, din ve siyaset kitabı olarak gören müellif, onda Türk devlet töresini dünyaya yaymak isteyen bir cehdin bulunduğunu ileri sürer ve onu “Eski Türk kültür ve medeniyetinden İslâm-Türk kültür ve medeniyetine geçişin ilk büyük ve şuurlu eseri” olarak tanıtır. Kabaklı bu kısma ilâveten “Halk Verimleri” adlı bir başlık altında İslâmî Türk destanlarının ilki saydığı Satuk Buğra Han Tezkiresi’ni ve bugünkü şekline bakılarak İslâm’ın ilk yayılış yıllarında belirlendiğini ileri sürdüğü Manas Destanı’nı işler.

Kabaklı, Büyük Selçuklu Çağı (1040-1207) olarak adlandırdığı dönem içinde Kaşgarlı Mahmud’un 1072 yılında yazımı tamamladığı Divanü Lügâti’t-Türk, Zemahşerî’nin Mukaddimetü’l- Edeb ve Fahreddin Mübarekşah’ın Şecere-yi Ensâb’ı üzerinde durur. Yazar, Divanü Lügâti’t-Türk müellifini, “Kültüre, dile, asalete, soya bağlı Türk milliyetçiliğinin bir dâvâcısı” olarak takdim eder. Ona göre bu eser, Arapçanın Türkçeden yüksek bir dil olmadığını ispatlamak için yazılmıştır. Bu kısmı, Halk İçin Dinî Tasavvufî Eserler başlığı izler. Bu başlık altında Ali’nin Kıssa-i Yûsuf’u ve Hoca Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’i söz konusu edilir. Anadolu ve Türkistan evliyalarının piri olan Yesevî’nin şiirlerine, dilber ve şarap övgüsündeki diğer şiirlerden ayrılması için “hikmet” adı verildiğini aktaran yazar onu, yüksek şahsiyeti, teşkilatçılığı ve hikmetleri ile Türk dünyasının her bölgesini etkilemiş nadir büyük şahsiyetlerden biri olarak anar. 

Kabaklı, Çağatay Türkçesi Edebiyatı içerisindeyse Alî Şir Nevaî (1441-1501), Babür Şah (1483-1530) ve Ebülgazi Bahadır Han’dan (1605-1665) bahseder. Yazar Nevaî’yi “Bilge Kağan ve Kâşgarlı Mahmud’dan sonra tarih içinde tanıdığımız en şuurlu Türk milliyetçisi”olarak niteler ve onun milliyetçilik anlayışını “Bir kültür ve edebiyat dili vasıtasıyla bütün Türklüğü birleştirmek, tek bir ruh bayrağı altında toplamak” olarak özetler. Kabaklı’nın bu özet tespitinin bir hamasete değil bizzat Nevaî’nin “Cihanda Türk edebiyatı bayrağını kaldırmak suretiyle Türkleri tek millet haline soktum. Hiç ordum olmadığı hâlde Çin sınırına ve Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini sırf divanımı göndermek suretiyle fethettim. Hatiften gelen bir ses bana: Sen kılıçsız olarak ve yalnız kalemin ile Türk milletinin kalbini fethedeceksin. Onları tek bir millet yapacaksın. Türk ülkesi sana aittir, dedi” şeklindeki düşüncelerine dayandığını belirtmekte yarar vardır. Kabaklı’nın kitap boyunca devam eden bu tip değerlendirmelerinde kendi zamanının ruhundan gelen bazı anakronik yaklaşımlar olsa da o bu yaklaşımları daima bir edebî belgeye dayandırır ve okuyucuyu müdellel olmayan yargılarla pek meşgul etmez. Kabaklı, bir soy destanı hüviyeti taşıyan Ebülgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime’sindeki Oğuznâme’nin, Türkmen boyları arasında rağbetle okunmuş olmasına da bilhassa vurgu yapar.

Kabaklı’nın zihin ve gönül dünyasında klasik edebiyatın sınırı sadece edebî metinlerden ibaret değildir. Kabaklı, sevgi ve mensubiyet duygusuyla bağlı olduğu bu tarihî süreç içerisinde üretilmiş; tarih, biyografi, seyahatnâme ve menâkıp benzeri metinleri de bu anlayış içerisinde klasik metinlere dahil eder. 

Kabaklı’nın İslâm’la Kaynaşmış Türk Edebiyatı ana başlığının ikinci kolu olarak incelediği Anadolu’daki Türk Edebiyatı alt başlığının ilk kısmı, Anadolu’nun Destanlarla Fethi adını taşır. Yazarın bu kısımda ileri sürdüğü fikirlerin, canlılık ve tazeliğini hâlâ koruyan fikirler olması son derece dikkat çekicidir. Kabaklı bu dönemdeki destanlaşma temayülünü, Doğu Türklerine ait Satuk Buğra Han ve Manas Destanı’nda görülen İslâmî ruhun dört asır sonra Anadolu’da yeniden dirilişi olarak niteler ki bu tespit, üzerinde tez çalışmaları yapılması gereken son derece özgün bir tespittir. Kabaklı bu külliyatı sadece bu dikkat için bile yazsaydı, muhakkak ki bu zahmete değerdi. Bu destanlar için ileri sürdüğü özgün fikrin farkında olan yazarın, Battal Gazi, Dânişmendnâme, Saltuknâme destanlarına ayırdığı yer, edebiyat tarihlerinde bile rastlanmayacak bir hacme sahiptir; tam kırk beş sayfa…

Kabaklı, Din ve Tekke Edebiyatı’nın bütün serüvenini, seçilmiş tasavvufî şahsiyetler ve onların örnek metinleri üzerinden aktarır

Kabaklı, Anadolu’daki İslâmî Türk Edebiyatı’nın ortak nitelikleri üzerinde durduktan sonra bu edebiyatı muhatap kitle açısından Divan Edebiyatı, Din ve Tekke Edebiyatı ve Halk Edebiyatı olarak üçe ayırır. Ancak onun bu tasnifi ortak niteliklere sahip olan bu edebiyatı aynı ağacın dalları olarak gören bütüncül bir yaklaşım içerir ve bu itibarla döneminde pek örneği görülmeyen bir yaklaşımla bu edebiyatın bütün kollarını klasik edebiyatın unsurları olarak ele almış olur ki onun bu yeni yaklaşımı eldeki bütün edebiyat tarihlerindeki argümanları çürüten ve üzerinde yeniden durulması gereken vizyoner bir yaklaşımdır. 

Kabaklı, “Din ve Tekke Edebiyatı” başlığı altında İslâm dinine ilişkin imanî ve İslâmî kavramlar üzerinde durduktan sonra tasavvuf ve tasavvuf teorilerine yer verir. “XII. Yüzyılda Din ve Tekke Şiiri” başlığı altında Mevlâna’yı (1207-1273) “Tasavvuf edebiyatında yetiştirdiğimiz en üst lirizm ve fikir dâhisi” ve Yunus Emre’yi (1239-1320) de “Oğuz şivesiyle Anadolu Türk Edebiyatı’nın kurucusu ve belki de en büyük şairi” olarak takdim eder. Kabaklı’nın ele aldığı başlık altında o konunun bütün tarihî süreç ve seyrini bağımsız bir kitap bölümü veya kitap niteliğinde vermek gibi bir tutumu vardır. Nitekim bu başlık altında da Din ve Tekke Edebiyatı’nın bütün serüvenini, seçilmiş tasavvufî şahsiyetler ve onların örnek metinleri üzerinden aktarma yoluna gider.  

Kabaklı, bu bağlamda on dördüncü asırdan on dokuzuncu asır arasında yetişmiş; Mantıku’t-Tayr mütercimi Gülşehri, Garibnâme müellifi Âşık Paşa, Menâkıbu’l- Ârifîn müellifi Eflakî Dede, şathiye ustası Kaygusuz Abdal, Mevlid şairi Süleyman Çelebi, Müzekki’n- Nüfûs müellifi Eşrefoğlu Rûmî, Alevî- Bektaşî geleneğinin yedi büyük şairinden biri olan Pir Sultan Abdal, ünlü Halvetî Şeyhi Sünbül Sinan, Halvetî büyüklerinden Ümmî Sinan, Gülşeniyye tarikatinin banisi İbrahim Gülşenî, Niyâzî-i Mısrî, Necâtü’l- Garîk şairi Azîz Mahmud Hudâyî, Pir Sultan takipçilerinden Kul Himmet, Rûhü’l- Beyân tefsiriyle tanınan Bursalı İsmail Hakkı ve Marifetnâme müellifi Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi önemli isimler üzerinde durur.     

Kabaklı, Anadolu’daki İslâmî Türk Edebiyatı’nın ikinci alt başlığı ve bu yazının asıl konusu olan Divan Edebiyatı’na doğrudan girmek yerine, Arap ve Fars edebiyatlarının geçmişine dair özet bir bilgi ile okuyucuyu bu edebiyatın kaynaklarına götürür. Bu amaçla bu edebiyatın kavram, tema ve atıflar dünyasına dair hazırlayıcı bilgiler verdikten sonra asıl başlığı atar: Yüzyıllar İçinde Divan Şiiri… 

Kabaklı’nın bu kısımda Divan şiirini üç döneme ayırmasını, onun eser içerisinde yer yer görmeye alışık olduğumuz yeni ve özgün bakış açılarından biri olarak görmek gerekir. Divan şiirini yüzyıl yüzyıl ele alan genel anlayış yerine, bu edebiyatı, İbn Haldun nazariyesinden mülhem bir yaklaşımla; kuruluş, yükseliş ve taklit dönemleri olarak üçe ayırması, doğrusu bu edebiyatın tarihî sürecine daha uygun düşmektedir.


Yazarın çok iyi seçilmiş bol sayıdaki örnek metinleriyle buluşan okuyucu, bir müddet sonra o büyük metinler ırmağında kulaç atmanın zevkine kendiliğinden katılmaya başlar.       


Kabaklı’nın sahanın uzmanlarınca çok dikkat edilmeyen tasniflerinin yeni bir gözle değerlendirilmesinde fayda var

Kabaklı’nın Kuruluş Dönemi dediği dönem, 13-15. asırları kapsar. Ona göre bu dönem şairleri “İran edebiyatında gördükleri biçim ve muhteva özelliklerine yönelirler”.Gerçekten de bu asırlardaki İran şiiri, edebî kudretinin zirvesinde olduğu için, kuruluş dönemindeki Türk şairlerinin bu dönemdeki yegâne hedefi, Fars şiirinde model aldığı büyük şairlerin seviyelerine ulaşabilme hedefidir. Kabaklı, Kuruluş Dönemi’nin asırları içinden; Hoca Dehhanî, Nesîmî, Ahmedî, Kadı Burhaneddin, Hoca Mes’ud, Şeyhoğlu Mustafa, Şeyhî, Ahmed Paşa, Necati Bey, Ahmed-i Dâî, gibi isimlere yer verir.

Kabaklı, bu asrın nesrini söz konusu ettiği kısımda klasik edebiyatın nesrini; divan nesri, tarih nesri, halk nesri ve öğretici nesir olarak dörde ayırır ki onun nesirdeki bu tasnifini de kendine özgü bir tasnif sayabiliriz. Yeri gelmişken Kabaklı’nın sahanın uzmanlarınca çok dikkat edilmeyen tasniflerinin yeni bir gözle değerlendirilmesinin çok yararlı olacağını söylemekte fayda vardır

Kabaklı’nın “Yükseliş Dönemi” dediği süreci, İstanbul’un fethinden sonra başlatıp 18. yüzyıl sonuna kadarki tarihî süreç olarak belirtmesi de isabetlidir. Gerçekten de bu asırda Osmanlı Devleti’nin siyasî ve askerî gücüyle orantılı olarak edebiyat ve sanatı da büyümüş ve model aldığı İran şiiri ile at başı yarışacak duruma gelmiş ve hatta onu yer yer geçmeye de başlamıştır. Bu dönemdeki Türk şairleri artık Fars şairleri yanında üstat bildikleri Türk şairlerini de uyulacak örnekler olarak göstermeye başlamışlardır. Nef’î, Kanunî Sultan Süleyman’ın adını mahşere kadar yaşatacak kudretin Bâkî’nin şiiri olduğunu söylemekte bir beis görmez. Bunu söylemekten maksadı ise kendisinin de o söz kudretine malik olduğudur. Kabaklı, yine çok doğru bir tespit ile İran şiirinin 15. asırdan itibaren eski kudretini yitirmeye başladığını, buna mukabil Türk şiirinin de edebî zirvesine yükseldiğini ifade eder. Yazarın XVI. Yüzyıl Divan Şiiri başlığı altında konuya girişi epik bir edadadır. Söz konusu asrı, Türklüğün siyasî kudretinin zirvesi olarak gören yazar, Dede Korkut, Yazıcoğlu ve Âşıkpaşazâde üslûplarından esintiler taşıyan bir dil ile bu haşmet devrini yansıtmaya çalışır.

Kabaklı, Yükseliş Dönemi’nin zirve şahsiyetlerinden Fuzûlî’yi Divan Edebiyatı’nın “Derinlik, samimilik ve içlilik bakımlarından en büyük şairi”, Bâkî’yi, “Anadolu ve İstanbul’da gelişen Divan şiirinin ilk en baş üstadı”, Hayâlî Bey’i, “Necâtî ile Bâkî arasında yetişen şairlerin en büyüğü”, Taşlıcalı Yahyâ Bey’i asrın “Fuzûlî’den sonraki en büyük mesnevî şairi”, Bağdatlı Ruhî’yi, “Divan Edebiyatı’nda halk için ahlakçı ve hicivci şiir yazanların önde gelenlerinden” biri olarak tavsif eder. 

Kabaklı’nın ele aldığı konuyu sahiplenen bir üslûba malik olduğunu da kaydetmek gerekir. Mesela XVII. yüzyıla yaptığı girişte devletin siyasî kudret açısından zayıflamasını, şahsî bir macera gibi derinden duyarak aktarmasında Koçi Bey’e mevrus bir genetik tavır vardır. Bu asrın zirve şahsiyetlerinden Nef’î’yi, “Yüzyılın en büyük divan şairi”, şiirlerinde göze çarpan ilk özelliği de “ihtişamlı bir âhenk” olarak niteler. Nâbî’yi “Divan Edebiyatı’nın en büyük toplumcu şairi” sayar. Kabaklı’nın Nabî’nin kendi dönemindeki toplumsal çürümeye dikkat çeken bir eser olan Hayriyye’sini, Akif’in Safahât’ının ilk örneklerinden biri olarak görmesi de takdire şayan bir tespittir. Şeyhülislam Yahyâ’yı kendi asrının en üstün gazel şairi olarak niteleyen Kabaklı’nın, aralarında çok az fark olduğunu gözeterek Nâilî ve Neşatî’yi tek başlık altında sunması da ilginçtir. Sebk-i Hindi akımının öncülerinden gördüğü bu iki şairi, “Tek beyitlik söyleyişler içine yoğun anlamlar ve görülmemiş hayaller sığdırmakta eşsiz” bulur. 

Kabaklı’nın XVIII ve XIX. yüzyıları aynı başlık altında ele alması, Klasik şiire ilişkin yukarıda değindiğimiz tasnifinin mantığı ile örtüşmez. Zira müellif, XVIII. asrı klasik şiirin yükselme devri içerisinde mütalaa etmiş, XIX. asrı ise “Taklit Dönemi” olarak nitelemişti. Kabaklı, Yükseliş Dönemi içerisinde saydığı Nedim’i “Divan edebiyatının taze dilli ve hoş söyleyişli büyük şairi”, Şeyh Galib’i de “Bu edebiyatın son büyük şairi” olarak değerlendirmiş. Bu asırlara ilişkin olarak üzerinde durduğu diğer şairlerden bazıları, Mesnevi’nin ilk manzum mütercimi Nahifî, Nabî takipçisi Koca Ragıp Paşa, Enderunlu Fazıl, Nazîm, Râsih, Neylî ve Esrar Dede gibi isimlerdir. Eserde XIX. yüzyıldan ağırlıklı olarak Enderunlu Vâsıf ve Mihnetkeşân müellifi Keçecizâde İzzet Molla üzerinde durulur. Örnek metinler olarak da Yenişehirli Avni, Lekofçalı Gâlib, Leyla Hanım ve Harputlu Hayrî’nin gazelleri verilir.


Kabaklı’nın klasik edebiyatı değerlendirme biçimine çoklu bir üslûbun hâkim olduğunu belirtmek gerekir. Sözgelimi büyük divan şiirlerini ele aldığı kısımlarda, o şairlerle ilgili ilk cümleler, ansiklopedik bakış açısıyla yazılmış cümlelerdir.


Kabaklı’nın Divan şiirleri içerisinde en fazla yer verdiği şahsiyet, bu edebiyatın en büyüğü saydığı Fuzûlî’dir

Kabaklı, Klasik Türk Edebiyatı’na dair görüşlerini, yaptığı tasnife göre şekillenen başlıklar altında işlemez ancak bu bağlamda teşekkül eden metin, konunun ruhu ile uyumlu bir anlatım süreci izler. Onun zihin ve gönül dünyasında klasik edebiyatın sınırı sadece edebî metinlerden ibaret değildir. Kabaklı, sevgi ve mensubiyet duygusuyla bağlı olduğu bu tarihî süreç içerisinde üretilmiş; tarih, biyografi, seyahatnâme ve menâkıp benzeri metinleri de bu anlayış içerisinde klasik metinlere dahil eder. Böylelikle Şeyhî ile Âşıkpaşazâde, Nef’î ile Nâimâ, Evliya Çelebi ile Nâbî, Şeyh Bedreddin ile Ahmed-i Dâî aynı edebiyatın mensupları olarak arzı endam ederler.

Kabaklı’nın Divan şiirleri içerisinde en fazla yer verdiği şahsiyet, bu edebiyatın en büyüğü saydığı Fuzûlî’dir. Fuzûlî’ye yirmi iki sayfa içerisinde yer verilirken, bu edebiyatın son büyük şairi saydığı Şeyh Galib on dört sayfa içerisinde değerlendirilir.  Kabaklı’nın döneme yaklaşım tarzında hiçbir edebî ürünü dışarda bırakmamak gibi bir tavrı vardır. Bazen edebî ve estetik zevkine uygun düşen Azmi ve Kemâl gibi tek şiiriyle bilinen şairleri bile örnek metinlere dâhil ettiği görülür. 

Kabaklı’nın klasik edebiyatı değerlendirme biçimine çoklu bir üslûbun hâkim olduğunu belirtmek gerekir. Sözgelimi büyük divan şiirlerini ele aldığı kısımlarda, o şairlerle ilgili ilk cümleler, ansiklopedik bakış açısıyla yazılmış cümlelerdir. Bu kısımlardaki ilk cümleler, o metinlerden çekilip o şairler ile ilgili bir ansiklopedi maddesi yazılacak olsa çekilen bu cümlelerin o maddelerin ilk cümleleri olmasına şaşılmazdı. Yazarın göze çarpan bir başka üslûbu da bazı şairlerin övgüye veya yergiye değer bulunmasında bu övgü ve yargıların tezkire yazarlarının hükümlerini andıran cümlelere benzemesidir. Yazarın üzerinde olduğu konuyla ilgili temel kaynaklarla iletişiminin derecesini gösteren bu üslûbun kendi içinde bir kıymet taşıdığını da ayrıca belirtmek isteriz. Bir başka üslûp ise eski tabaka usulüne benzeyen üslûptur. Kabaklı her asrın sonunda o asrın hükümdar şairlerinin şiirlerine yer vererek eskilerin hükümdarlar, bilginler ve şairler biçimindeki tabaka usullerinden izler taşıyan bir tertip ve üslûp daha kullanır.  

Kabaklı, klasik edebiyat ile ilgili görüşlerini bir neticeye bağlarken her satırına sahip çıktığı Köprülü’nün şu yerinde tespitini referans gösterir: 

“Uzun asırlar büyük sanatkârların elinde kemal mertebesine yükselen klasik şiiri, kıymetsiz ve milliyetimize aykırı görmek büyük bir hatadır. Acem edebiyatıyla aynı seviyede olan bu sanat, menşelerini nereden alırsa alsın tamamıyla Türk’tür ve Türklerin İslâm medeniyeti dairesinde yarattıkları orijinal bir mahsuldür. Çünkü o, millî dehamızın yarattığı bin bir sanat şeklinden biridir ve yalnız bizimdir.”