Ahmet Davutoğlu’nun vefat eden vefâsı

Söz konusu yazı, şu cümlelerle sonlanıyordu: “Tarih, Sayın Davutoğlu’nun nazik konuşmasını değil, sözlerinin örttüğü mânâları basiretiyle okuyan ve okuduğunu, bildiğini, gördüğünü, şâhit olduğunu sînesine gömüp susan Sayın Cumhurbaşkanımızın asil ve vakur sükûnetini, güçlü dirayetini yazacaktır!”

METİNLE birlikte gördüğünüz fotoğraf, Ahmet Davutoğlu’nun 5 Mayıs 2016 tarihinde istifa metnini kamuoyuna duyurduğu âna aittir. Davutoğlu o tarihte dara düşmüş ve bunalmış bir adam görüntüsü çizmiş yahut ahvali kibrinden mülhem bir hezîmetin dayanılmaz sancısını izhar etmiş ve istifa metnindeki zarif (!) üslûbu ile hâfızalara kazınmıştı.

Yazıktı, zamansızdı. Böyle zarif, böyle duyarlı bir görev insanını görevden alan Cumhurbaşkanımız hakkında ithamlar yapılmış, söylenmedik söz, yapılmadık tespit kalmamıştı.

Reis ne yapıyordu? Neden gençlerin hocası, siyâsî camianın bilgesi Davutoğlu böyle bir sürecin parçası olmuştu? İstifa etmemiş, ettirilmiş miydi? Liyakati verenin Reis olduğu bilinirdi ama verilen liyakatin geri alınması konusunda şaibeler vardı.

Ettiyse haklıydı, Reis zor adamdı(!)…

Değilse, ne haklaydı? Böyle ağır, böyle bilge kaç adam vardı?

Peki, Davutoğlu parti kurar mıydı?

Hâşâ, sümme hâşâ! Taraftarlarınca o vefâlıydı.

Duymamış mıydık, “Ben verdiğim söze sâdığım, Cumhurbaşkanımızla son nefesime kadar vefâ ilişkisini sürdüreceğim. Sayın Cumhurbaşkanı aleyhinde tek bir söz şimdiye kadar duyulmadı, bundan sonra da duyulmayacak. Onun onuru benim onurumdur, onun ailesi benim ailemdir” diyen bunca samîmi bir adam, öyle bir vefâsızlık yapar mıydı?! 

Anti-stratejistler de aynı fikirdelerdi. BBC News, “Yeni bir parti ihtimâli sıfır! Üç nedeni var: Birincisi, Ak Parti'den ayrılanlar Millî Görüş gibi bir gençlik hareketi değil. İkincisi, Tayyip Erdoğan'ın çıtasına yükselecek kadar İslâmcılık yapamazlar. Önlerinde dev gibi bir İslâmcı Erdoğan duruyor. Üç, demokrat bir hareket başlatmaları gerekir. Ama yapamazlar, çünkü demokrat değiller” ifadelerine yer vermişti.

Bu minvâlde eleştirilerin, anlama çabalarının sürdüğü ve “Reisçi” ile “Hocacı” tarafgirliklerin oluştuğu o dönemde tamamen basirete dayalı, “Tarihe nezaket değil, dirayet geçer: Hoca’dan nezaket, Reis’ten vakur sükûnet” adlı bir yazı kaleme almıştım. Yazım, Haber Ajanda dergisinin 115’inci sayısında yayımlanmış, okuryazar, eş dost, akraba ve siyasetçi pek çok kişi tarafından eleştirilere maruz kalmıştım. Yaptığım tespitler afâkî bulunmuş, suizan ve yanılgı içinde bulunduğum iddia edilmişti. 

Aldırmış mıydım? Hayır!

Zaman geçti, vitrinlik ahvâllerin ardında saklı hayâller uyandı, varlığı aptala yazılan halkın unutkanlığından medet umarak Davutoğlu, yeni parti çalışmalarına başladı. Plânları su yüzüne vurup suyu bulandırdı.

Önce Davutoğlu’nun yeni parti kurma girişimleri resmiyet kazandı. Beklemeyenler şaşırdı, basireti açık az sayıdaki kişi, “proje siyasetçi” portresinin hayata geçişini “Bekliyorduk, dinleyenimiz olmadı” tebessümü ile değerlendirdi, konuştu, yazdı, çizdi.

Derken, Davutoğlu’nun eylediği illegal girişimler, suyu biraz daha bulandırdı. Öyle az uz bir bulandırma da değil olup bitenler… Halkı aptala saymakla kalmadıklarının kamu birikimlerini zimmetinde bulunduran, emeğin, birikimin emanetçiliğini yapıp koruyan Halk Bankası’nın dolandırıldığının da şâhidi oluyoruz şu günlerde.

Hattâ NATO Liderler zirvesi, Doğu Akdeniz, Türkiye-Libya Anlaşması, Suriye konulu Dörtlü Zirve, CHP’nin Külliye polemiği gibi pek çok esaslı mevzunun önüne geçen “Davutoğlu ve Şehir Üniversitesi arazisi” meselesi, içten pazarlığı, devlet yetkisini kötüye kullanmayı, vakıf işlerini şâibe altına almayı, neresinden bakılsa aklanamayacak kötü niyeti ispatladı. 

Tam burada, Davutoğlu’nun 21 aylık hizmet süresinin ardından istifa ettirilmesinin nedenlerini hatırlayalım ve ardından, bundan yaklaşık üç yıl önce gerçekleşen Davutoğlu’nun istifasının ardında saklı tahayyülü okuma gayretine düştüğüm ve belli tespitlerde bulunduğum yazıdan birkaç pasajı güncelleyelim. Ki 15 Temmuz gibi bir girişimi menfur, netîcesi muazzam bir yaşanmışlık sonrası ciddî biçimde fikrî, fiilî ve zikrî tedbir ve ileriyi görebilir bir basiret açıklığına ihtiyacımız olduğunun altını çizelim…

Parti için bölünmelerden imtina etmek adına yorum yapmaktan sakındığımız istifa sebebi olayların birkaçını hatırlayalım:        

        1)   Davutoğlu’nun 17-25 Aralık soruşturmasında dört bakanın Yüce Divan'a gitmesini talep etmesi ve bunun hangi durumlara sebebiyet vereceğinin hesaplanmaması. (AK Parti’yi masaya yatırmak demek değil midir bu?)

         2) 7 Haziran Seçimleri sonrası başkanlık sistemiyle ilgili bir soruya Davutoğlu'nun ‘Denedik, olmadı’ yanıtını vermesiyle ‘Yükselen Türkiye ve 2023’ hedefini vazgeçilebilir zayıflıkta algısının yaratılması. (Büyük hedefe çelme takmak değil midir bu?)

        3)   Düşünce ve basın özgürlüğü, akademisyenlerin tutuklanması, Can Dündar-Erdem Gül Dâvâsı’nda görüş ayrılıklarıyla tutarsızlık görünümünün parti dışına yansıması. (Hangi düşünce özgürlüğü? Paralel mi?)

        4)   Ülkeler arası görüşmelerde Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrı ve müstakil girişimlerde bulunmakla AB ve vize görüşmelerinin yapılmasıyla ikilik oluşturmak. (Avrupa, Davutoğlu’na hangi sebeplerle bu kadar cömert?)

        5)   ‘O gün geldi’ diyeceğim, o güne bütün hazırlıklarımız tamam olmalı’ gibi ifadelerle Türkiye-Suriye arasında savaşa davetiye çıkarması. (Ülke istikrarına büyük darbe olmaz mıydı bu karar?)

Evet, Sayın Davutoğlu’nun 21 aylık görev süresi içinde Cumhurbaşkanı ve Başbakanlık mâkâmları arasında farklı karar alma yetisine dair bize yansıyan sorunlardan sadece birkaçını saydık. Fazlası bize meçhul. Geçelim bu konuyu ve devam edelim analizlere.

(…) Kendisine liyakat edilmiş, görev teslimi yapılıp ülkenin yönetimi ve geleceği teslim edilmiş birine ‘ben merkezli’, icraat manifestosu niteliğinde bir görev bırakma konuşması değil, vakur bir biçimde, dramatize etmeden, yaptıklarını sayıp dökmeden, ‘Böylesi, partim ve ülkem için daha uygun’ demek çok daha fazla yakışırdı. Bir görev bırakma konuşmasından çok seçim propagandasını andıran, kendisini yaptıklarıyla yücelten ve temize çekerek masumiyet portresi oluşturan, haksızlığa uğramış bir görünüm arz eden bu konuşma, bence milletini temsil eden bir liderin değil, kendini aklayan bir adamın hikâyesi olarak tarihe geçecektir. Zira kendisine, hâlâ kardeşlik hukuku devam eden hem dostu, hem yaşça ve mâkâmca büyüğü tarafından verilmiş liyakat, nazik bir üslûptan fazlasını hak eder ve sadâkat ile mükellef kılar.

(…)Sayın Davutoğlu’nun malûm konuşmasında yer alan şu satırlar, sözünü ettiğim liyakati ispatlarken, konuşmanın muhtelif yerlerine serpiştirilmiş sitemleri, sadâkatini sorgulamamıza neden oluyor. Şöyle diyor kendileri:

‘Cumhurbaşkanı ile aramızda olan insânî kardeşlik hukuku… Bu bağlamda hiçbir spekülasyonun, yorumun yapılmasını doğru bulmam. Ben birçok vesîlelerle omuz omuza oldum. Bu dostluğu her şeyden daha öne aldım. Daha önce partimizin kuruluş aşamasında birçok görüşmemiz oldu. Ben verdiğim söze sâdığım, Cumhurbaşkanımızla son nefesime kadar vefâ ilişkisini sürdüreceğim. Sayın Cumhurbaşkanı aleyhinde tek bir söz şimdiye kadar duyulmadı, bundan sonra da duyulmayacak. Onun onuru benim onurumdur, onun ailesi benim ailemdir.

Ben akademisyen olarak yaptığım çalışmalar yanında, doğrudan siyasete girme kararını 2007 Seçimleri’nde Sayın Cumhurbaşkanımız lütfedip milletvekili teklifinde bulunmuştu, siyasete girme kararını ben AK Parti’mizin kapatılma dâvâsı açıldığı gün verdim. ‘Sonuna kadar yanınızdayım’ demiştim. Bundan sonra da Türkiye'ye içeriden ve dışarıdan tehditler söz konusuyken AK Parti milletvekili ve neferi olarak yürütmekte olduğum siyaset ve demokrasi mücadelesini son ana kadar sürdüreceğim…’

Madem böyledir, öyleyse bu dramatik vedâ neden?

Peki, ya zihinlerde istifhama yol açabilecek şu ifadelere ne demeli: ‘Bazen bana sorarlar, ‘En güçlü insan kimdir?’. Benim için, kendisiyle barışık olanlardır. Hayatta inanmadığım hiçbir şeyi savunmadım, inandığım hiçbir yerden geri adım atmadım. Kimseyle pazarlık yapmadım, pazarlık esasına dayalı bir mevki ve mâkâm vizyonu içinde de olmadım.’

Cevabını kendilerinden alamayacağım sorular, konuşmasından beş dakika öncesine kadar AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanı iken dâvâsına inanıyor ve savunuyorsa nereye gidiyor? Neden vedâ ediyor? Kendisine sunulan pazarlık ne imiş? Ne paylaşılamamış?

Pazarlık için arz ve talep gereklidir. Hangi arza râzı, hangi talebe râm olunmamış?

En basit fakat en can alıcı soru: Verilen liyakat sadâkat olsa idi, geri alınır mıydı?

Kendi sorduğum sorulara empati yaparak kendim cevap veriyorum: Hiç sanmıyorum.

(…) Sayın Davutoğlu’nun özgeçmişinden hareketle tarihleri gözden geçirdiğimizde şunu görüyoruz: 2007 yılında AK Parti’nin kapatılma dâvâsı esnasında Cumhurbaşkanımız tarafından kendisine davet gittiği vakit, kendileri de Sayın Gül ile kardeşti. Sonrasında, Davutoğlu’nun 2011 yılına kadar akademik yüzü, eğitimci özelliği ve kurumsal sicili donatılmış, Meclis’e milletvekili olarak girmişti.

O güne kadar bu ülkede kaç kişi bu ismi biliyordu? İsminin ötesinde, hakkında ne, ne kadar biliniyordu? Davutoğlu sizce de fazla itinalı, korunmuş, epeyce steril bir portre değil mi?

Yukarıda saydığımız beş farklı karar alma vakasını, özgeçmişinde yer alan tanıdık isimleri ve kendisine verilen fahrî unvan ve yetkileri göz önünde bulundurunca, Sayın Davutoğlu’nun konuşmasını ne bir istifa, ne bir vedâ, ne de bir dâvâ konuşmasına yorabiliyorum. Bu konuşma, olsa olsa kendini temize çeken, geleceğe yatırım yapan, nazik ama hesaplı bir adamın bilançosudur. Yapılan icraatın temel kadrosu ve ekonomik dinamikleri 21 aylık süreçte oluşturulmuş değil, var olan 12 yıllık AK Parti birikimi ile gerçekleştirilmişken, böylesine emin ifadelerle ve ‘biz’ değil ‘ben’ tavrıyla sunulması da ayrı bir optik meseledir.

(…) Peki ya, şu cümleleri duyduğumuzda aklımıza gelen soruları nasıl öteleyelim: ‘Yaptığım muhasebe, istişareler, Cumhurbaşkanımız dâhil siyâsî tecrübesine güvendiğim dostlarımla yaptığım istişâre netîcesinde refik değişmesindense genel başkanlığın değişimi kanaati bende hâsıl oldu. Bu bağlamda önümüzdeki olağanüstü kongrede bu şartlar altında aday olmayı düşünmüyorum. AK Parti'nin kaderi, Türkiye'nin kaderidir, gönül coğrafyamızın kaderidir.’

Bütün bu dilemmalardan sonra Cumhurbaşkanımıza olan vefâsının son nefesine kadar devam edeceğini belirtiyor Davutoğlu. Ben de ‘Vefâ vefat eder mi?’ sorusunu sormadan edemiyorum.

Ve bu geleceğe yatırım niteliğindeki konuşmayı harbiden nazik, nezahetten uzak, hesaplı buluyorum. Çünkü sıradan bir siyâsî oluşum mensubu değildi, olmamalıydı Sayın Ahmet Davutoğlu. Zira AK Parti kendilerinin de, ‘AK Parti artık Türkiye'nin kaderiyle ilgili bir parti değildir. Gönül coğrafyamızın kaderiyle ilgili bir partidir’ beyanlarında yer aldığı gibi, sadece Müslüman bir coğrafyanın akaidî özgürlüklerinin savunucusu olmakla kalmayıp, tüm İslâm coğrafyalarının derdi ile dertlenen bir ülkenin inançlı siyâsî oluşumu değil miydi? Öyleyse bu kırılgan, bu sitemkâr, bu etrafa teşekkürler sunan, icraat bilançosu yapan, terleyen, ellerini kollarını bağlayan, tutuk beden dili ile yapılmış konuşma neden?

Çünkü Hoca, Reis’in sabrını taşırmış olabilir. Çünkü henüz Devlet kadrolarından temizle temizle bitmeyen paralel bakterilerinden arınmamışken, yeni kadrolaşmalar ve yeni paralel idarî güç, ihtiyacımız olan en son şey…

Çünkü Reis, artık yoğurdu da üflüyor olabilir! Çünkü Reis, dışarıdan tahsis edilmiş, fahrî büyükelçilik, gölge Dışişleri Bakanlığı gibi unvanlarla değil, dişi ve tırnağıyla, kalbi ve aklıyla partisini iktidara, ülkesini büyük hedeflere taşıyan bir lider.

Onun AK Parti oluşumu ile hedeflediği başarı, Davutoğlu’nun kendisine mâl ederek saydığı başarılardan çok başka! O, kendisinin ne yaptığını değil, ülkesi için neler yaptığını ifade eden bir lider.”

***

Söz konusu yazı, şu cümlelerle sonlanıyordu: “Tarih, Sayın Davutoğlu’nun nazik konuşmasını değil, sözlerinin örttüğü mânâları basiretiyle okuyan ve okuduğunu, bildiğini, gördüğünü, şâhit olduğunu sînesine gömüp susan Sayın Cumhurbaşkanımızın asil ve vakur sükûnetini, güçlü dirayetini yazacaktır!”

Nitekim öyle oldu… Şapka düştü, kel göründü!

Diyorlar ki, “Şehir Üniversitesi’nin 410 dönümlük arazisi konusu nasıl olur da Cumhurbaşkanı’nın haberi olmadan gerçekleşir?”. Diyorum ki, Davutoğlu’nu istifaya sürükleyen maddelere yeniden bir bakın! Başına buyruk AB görüşmeleri ve olası Suriye-Türkiye Savaşı’na ramak kala girişimler bulacaksınız!

Bu uluslararası cüretin yanında, ülke içinde toprak parselleme cüreti hem mümkün, hem de ne küçük bir mesele değil mi?

 

Yazımın tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

http://cdn.haberajanda.com.tr/contents/files/dergiler/sayi115/files/assets/basic-html/page-44.html#