HAVALAR soğumuş, dalında çatlayan cevizler gazellere karışmış,
parlak siyah gileli üzümlerin ise sonu gelmişti. Bu, aynı zamanda yaklaşan
kışın da habercisiydi. Ancak Süleyman-Safiye çiftinin beklediği başka bir şey daha
vardı. İkinci çocuğuna hamile olan Safiye Gelin’in sivrileşen karın ucuna bakan
görümcesi Seher Sultan’ın “Bir oğlun olacak” müjdesiyle erkenden hazırlığa
başlamışlardı bile.
1967 yılının Kasım ayının ilk günüydü. Sabah namazına
kalkanlar, ezandan başka bir ses daha duydular. İlk çocukları Emine yürümeye
başlamıştı ki ona bir erkek kardeş geldi. Kundaklanıp demir beşik içine
bırakılan beyaz tenli çocuğa dedesi Mevlüd, “Ahmet” ismini bırakmış, annesi ise
“Ali” ismini eklemişti.
Mahmut, Necla, Murat ve Bülent ile hâle tamamlanmıştı.
Ablası Emine ile siyah önlüğü sırtına geçirip Emrah İlkokulu’na gidip geldiler
ve iki katlı yığma binanın avlusunda iç içe büyüdüler. Büyürken de askerlik
borcu hâriç, birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Eli kürek tuttuğu andan itibaren
kendini bağ bahçeyle uğraşırken buldu. Babasına yardım etmekten, sebzeyi,
ekinleri, meyveye duran ağaçları suyla buluşturmaktan keyif alıyordu. Topraktan
ayrıldıkça yavuklusundan ırak kalan sevgiliyi andırıyordu.
Bu meşguliyetler, onun liseye devam etmesine engel oldu
ve ortaokuldan sonra eğitimine ara verdi. İlk başlarda üzülse de sonradan buna
alıştı ve kendini tamamen işine verdi. İşini bitirmeden eve girmiyordu.
Seneler çarçabuk geçmişti. Bir gece arkadaşlarını ve
kuzenlerini, kendisi için altı akşamı yaparken buldu. Gece yarısına kadar
oynanan âşık, tura, battı balık yan gider ve kahve falı oyunlarıyla yüzünde
tebessüm çiçekleri açmıştı. Sabah erkenden onu Ege’nin incisi İzmir’e, Muhammed
ocağına uğurladılar. Acemi birliğinden sonra usta birliğinden hasret tüten mektuplar
yazdı, cevaplar bekledi. Babası, gönderdiği harçlığa bir de sigara parası
ekledi. Efkârını onunla dindiriyor, şafak sayıyordu.
Sayılı günler gelip geçmiş, kendini nizamiyede bulmuştu. Özlediği
ve sevdiği o beyaz gömleğini ütüleyerek giymiş, memleket yolunu tutmuştu.
Yol boyunca yapacağı işleri, bir de nasip olursa
evlenmeyi hayâl etti. Ama kafasına uygun bir aday yoktu. Bir iki isim aklından
geçirse de “Olmaz!” deyip geçiştirdi. Renklerine gönül verdiği Galatasaray’ın
7’nci kez şampiyon olduğunu, yanında oturan yolcunun okuduğu gazeteden öğrendi
ve sevindi…
Annesi, sevdiği yemekleri pişirmişti. Her şeyden ikişer
tabak yedi ve avludaki armut ağacının altına geçip çayını ve sigarasını içmeye
burada devam etti. Başını kaldırıp iki katlı kerpiç eve baktı. İçinden, “Yeni
ev yapmanın zamanı geldi” dedi ve ilk günden işe koyuldu. Üzüm bağına temel
attıktan sonra yavaş yavaş ikinci katı çıkmaya başlamıştı. Meşguliyeti sadece
bundan ibaret değildi; aynı zamanda çarşıda dükkân yaptırıyor, dağ yolundaki
tarlada ekinleri biçiyor, saman topluyordu. Ama yılgınlık ve yorgunluk nedir,
bilmiyordu.
Sırtını erik ağacına vermiş hâlde oturuyordu. Ablası
usulca yanaşıp, “Kardeşime kimi alayım?” diye sordu. Önce utansa da sonradan
bir ismi sadece ikisinin duyabileceği seste fısıldadı. İkisi de birbirine bakıp
gülümsedi. Çok geçmeden, uzaktan ümit beslediği komşu kızının nişanlandığını
öğrenmiş, içine kapanmıştı. Eskisine oranla daha fazla sigara içiyordu. Teselli,
yine abladan gelmişti: “Sana en iyisini alacağız!”
Eylül’dü… Kardeşlerden biri seferde, en küçüğü ise
Çorlu'da, askerdeydi. İşler kendisine ve kardeşi Murat’a kalmıştı. Ekinler kaldırılmıştı, saman ise yerdeydi.
Yağmurlar henüz başlamamıştı, bu yüzden acele davranmak zorundaydılar. Sapla
samanı birbirinden ayırmak için iki kardeş, Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece,
saatler 11:30’u gösterdiğinde, AS 900 marka kamyonete binip dağ yoluna çevirdiler
direksiyonu.
Şoför mahallinde, sağ tarafta oturan Murat, ağabeyinin
hata yapmaması için onu göz hapsinde tutuyordu. İlk seferi tamamlamışlardı. İkinci
sefere çıkmadan önce semaver çayından doyasıya içtiler. Yorgunlukları bir nebze
olsun azalmıştı ama işi sabaha bırakmak istemiyorlardı. Terleri kurumadan gecenin
alacakaranlığında tekrar yola çıktılar.
Gömleğinin sol üst cebindeki sigara paketini
avuçlarının arasına aldığında kardeşi müdahale etti: “Ağabey, ne yapıyorsun?” Ağabeyinin
cevabı, “Sen karışma!” oldu. Çok geçmeden boş kamyonetle cezaevi kavşağına
gelmişlerdi ki kamyon yoldan çıkıverdi. Her ikisi de ne olduğunu anlamadı.
Ağabeyi “Eyvah!” dedi mi, demedi mi, bir bağrışma oldu
mu, olmadı mı? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Kendine geldiğinde kamyonetin çalışır
vaziyette olduğunu, biraz önce yolun üstündeki dört tekerin şimdi göğe doğru
yöneldiğini gördü.
Neden sonra, ağabeyi geldi aklına. Eğilip baktığında o
korkunç manzarayla karşılaştı. Ağabeyi şoför koltuğunda hareketsizdi ve kafasından
yüzüne doğru kan akmaktaydı. Gecenin karanlığını, ağabeyi Ahmet Ali’nin henüz
kapanmayan gözlerindeki ışık bölmekteydi. Gücü yettiğince bağırdı, bağırdı…
Sonra gücü tükenmiş, sesi kısılmış bir vaziyette oracıkta baygın düştü.
Parmaklıklar arkasındaki tutuklular kazayı fark etmişlerdi.
Cezaevi yönetimine iletmeleri için gardiyanlara “Kaza oldu, ne olur bizi
bırakın da yardım edelim!” diye yalvardılar. Gardiyanlar, bunun bir oyun
olabileceğini düşünerek müdahale etmelerine izin vermediler. Zaten hukuken de böyle
bir şey imkânsızdı. Çok geçmeden olay yerine çağrılan polisler, yaralı ve şokta
olan kardeşten ön bilgi aldılar. Şoför mahallinden çıkarılan Ahmet Ali, ambulansla
Erciş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.
Hastane polisi telefona sarıldı. Ahizeyi kaldıran
Necla, “Efendim” dedikten sonra telsiz sesleri arasında kendisine yöneltilen
“Ahmet Koç'un evi mi?” sorusuna “Evet!” cevabını verdi. “Babanız evde mi?” şeklindeki
ikinci soruyu duymadan telefonu babasına uzattı. Polis, “Trafik kazası oldu,
oğlunuz yaralı” der demez, baba, iki elini dizlerine vurdu, “Eyvah, oğullarım
öldü!” feryadı koptu…
Karşı taraftaki sesin kim olduğunu ve ne söylediğini
ev halkı anlamadı ama bir şeylerin ters gittiğini, babalarının yere
yığılışından anlamışlardı. Kızlar ağlayıp sızlamaya başladılar. Anne,
heyecandan ölecek gibi oldu. Göğüs kafesi sıkışan babayı koltuğa oturtup derin
derin nefes almalarını sağladıktan sonra koşar adımlarla hastaneye gittiler.
Ev halkı, yol boyu dua ediyordu: “Allah'ım, korktuğumuz
şey başımıza gelmesin!” Hastaneye vardıklarında dizlerinde takat kalmamıştı,
çok geçmeden gerçekle yüzleştiler. Ahmet Ali morga kaldırmıştı. Murat’ın ise
şok hâli devam ediyordu. Sürekli, “Ağabeyimi öldürdüler!” diyordu. Kendine
gelmesi için atılan tokadın hâddi hesabı yoktu. Herkes ağlıyordu. Kimin kimi
teselli edeceği bilinmiyordu. Kızlar, kendi acılarını unutmuş vaziyette, bir
yandan kardeşlerine, diğer yandan babalarına koşuyor ve Ahmet Ali’ye sarılmayı bile
akıllarına getirmiyorlardı.
Ahmet Ali 15 Eylül 1998 günü en verimli çağında, harman
dönüşünde geçirdiği trafik kazasıyla hayata gözlerini yumduğunda, kafatasından
damlayan birkaç damla kanla gömleğinin cebinden bir kalem, kimliği ve üç beş
lira çıkmıştı. Yüzü, doğduğu gün gibi beyaz ve yine tebessüm içindeydi…
Ahmet Ali’nin cenazesinin duvar dibindeki mezarlığa defnedildiği günün gecesinde, yatmak için değil, ihtimâl, evlât acısını unutmak için yatağına uzanan baba, rüyasında bir dört yıl önce kaybettiği annesini görür. Annesi kendisine, “Süleyman, evini barkını yıktın!” diye seslenir. Torununun ölümü, nur yüzlü nineye ayan olmuştur. Ahmet Ali, yedi yıl sonra babasına, yirmi yıl sonra da annesine kavuşacaktır…