Ahmet Ali

Ahmet Ali’nin cenazesinin duvar dibindeki mezarlığa defnedildiği günün gecesinde, yatmak için değil, ihtimâl, evlât acısını unutmak için yatağına uzanan baba, rüyasında bir dört yıl önce kaybettiği annesini görür. Annesi kendisine, “Süleyman, evini barkını yıktın!” diye seslenir…

HAVALAR soğumuş, dalında çatlayan cevizler gazellere karışmış, parlak siyah gileli üzümlerin ise sonu gelmişti. Bu, aynı zamanda yaklaşan kışın da habercisiydi. Ancak Süleyman-Safiye çiftinin beklediği başka bir şey daha vardı. İkinci çocuğuna hamile olan Safiye Gelin’in sivrileşen karın ucuna bakan görümcesi Seher Sultan’ın “Bir oğlun olacak” müjdesiyle erkenden hazırlığa başlamışlardı bile.

1967 yılının Kasım ayının ilk günüydü. Sabah namazına kalkanlar, ezandan başka bir ses daha duydular. İlk çocukları Emine yürümeye başlamıştı ki ona bir erkek kardeş geldi. Kundaklanıp demir beşik içine bırakılan beyaz tenli çocuğa dedesi Mevlüd, “Ahmet” ismini bırakmış, annesi ise “Ali” ismini eklemişti.

Mahmut, Necla, Murat ve Bülent ile hâle tamamlanmıştı. Ablası Emine ile siyah önlüğü sırtına geçirip Emrah İlkokulu’na gidip geldiler ve iki katlı yığma binanın avlusunda iç içe büyüdüler. Büyürken de askerlik borcu hâriç, birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Eli kürek tuttuğu andan itibaren kendini bağ bahçeyle uğraşırken buldu. Babasına yardım etmekten, sebzeyi, ekinleri, meyveye duran ağaçları suyla buluşturmaktan keyif alıyordu. Topraktan ayrıldıkça yavuklusundan ırak kalan sevgiliyi andırıyordu.

Bu meşguliyetler, onun liseye devam etmesine engel oldu ve ortaokuldan sonra eğitimine ara verdi. İlk başlarda üzülse de sonradan buna alıştı ve kendini tamamen işine verdi. İşini bitirmeden eve girmiyordu.

Seneler çarçabuk geçmişti. Bir gece arkadaşlarını ve kuzenlerini, kendisi için altı akşamı yaparken buldu. Gece yarısına kadar oynanan âşık, tura, battı balık yan gider ve kahve falı oyunlarıyla yüzünde tebessüm çiçekleri açmıştı. Sabah erkenden onu Ege’nin incisi İzmir’e, Muhammed ocağına uğurladılar. Acemi birliğinden sonra usta birliğinden hasret tüten mektuplar yazdı, cevaplar bekledi. Babası, gönderdiği harçlığa bir de sigara parası ekledi. Efkârını onunla dindiriyor, şafak sayıyordu.

Sayılı günler gelip geçmiş, kendini nizamiyede bulmuştu. Özlediği ve sevdiği o beyaz gömleğini ütüleyerek giymiş, memleket yolunu tutmuştu.

Yol boyunca yapacağı işleri, bir de nasip olursa evlenmeyi hayâl etti. Ama kafasına uygun bir aday yoktu. Bir iki isim aklından geçirse de “Olmaz!” deyip geçiştirdi. Renklerine gönül verdiği Galatasaray’ın 7’nci kez şampiyon olduğunu, yanında oturan yolcunun okuduğu gazeteden öğrendi ve sevindi…

Annesi, sevdiği yemekleri pişirmişti. Her şeyden ikişer tabak yedi ve avludaki armut ağacının altına geçip çayını ve sigarasını içmeye burada devam etti. Başını kaldırıp iki katlı kerpiç eve baktı. İçinden, “Yeni ev yapmanın zamanı geldi” dedi ve ilk günden işe koyuldu. Üzüm bağına temel attıktan sonra yavaş yavaş ikinci katı çıkmaya başlamıştı. Meşguliyeti sadece bundan ibaret değildi; aynı zamanda çarşıda dükkân yaptırıyor, dağ yolundaki tarlada ekinleri biçiyor, saman topluyordu. Ama yılgınlık ve yorgunluk nedir, bilmiyordu.

Sırtını erik ağacına vermiş hâlde oturuyordu. Ablası usulca yanaşıp, “Kardeşime kimi alayım?” diye sordu. Önce utansa da sonradan bir ismi sadece ikisinin duyabileceği seste fısıldadı. İkisi de birbirine bakıp gülümsedi. Çok geçmeden, uzaktan ümit beslediği komşu kızının nişanlandığını öğrenmiş, içine kapanmıştı. Eskisine oranla daha fazla sigara içiyordu. Teselli, yine abladan gelmişti: “Sana en iyisini alacağız!”

Eylül’dü… Kardeşlerden biri seferde, en küçüğü ise Çorlu'da, askerdeydi. İşler kendisine ve kardeşi Murat’a kalmıştı.  Ekinler kaldırılmıştı, saman ise yerdeydi. Yağmurlar henüz başlamamıştı, bu yüzden acele davranmak zorundaydılar. Sapla samanı birbirinden ayırmak için iki kardeş, Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece, saatler 11:30’u gösterdiğinde, AS 900 marka kamyonete binip dağ yoluna çevirdiler direksiyonu.

Şoför mahallinde, sağ tarafta oturan Murat, ağabeyinin hata yapmaması için onu göz hapsinde tutuyordu. İlk seferi tamamlamışlardı. İkinci sefere çıkmadan önce semaver çayından doyasıya içtiler. Yorgunlukları bir nebze olsun azalmıştı ama işi sabaha bırakmak istemiyorlardı. Terleri kurumadan gecenin alacakaranlığında tekrar yola çıktılar.

Gömleğinin sol üst cebindeki sigara paketini avuçlarının arasına aldığında kardeşi müdahale etti: “Ağabey, ne yapıyorsun?” Ağabeyinin cevabı, “Sen karışma!” oldu. Çok geçmeden boş kamyonetle cezaevi kavşağına gelmişlerdi ki kamyon yoldan çıkıverdi. Her ikisi de ne olduğunu anlamadı.

Ağabeyi “Eyvah!” dedi mi, demedi mi, bir bağrışma oldu mu, olmadı mı? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Kendine geldiğinde kamyonetin çalışır vaziyette olduğunu, biraz önce yolun üstündeki dört tekerin şimdi göğe doğru yöneldiğini gördü.

Neden sonra, ağabeyi geldi aklına. Eğilip baktığında o korkunç manzarayla karşılaştı. Ağabeyi şoför koltuğunda hareketsizdi ve kafasından yüzüne doğru kan akmaktaydı. Gecenin karanlığını, ağabeyi Ahmet Ali’nin henüz kapanmayan gözlerindeki ışık bölmekteydi. Gücü yettiğince bağırdı, bağırdı… Sonra gücü tükenmiş, sesi kısılmış bir vaziyette oracıkta baygın düştü.

Parmaklıklar arkasındaki tutuklular kazayı fark etmişlerdi. Cezaevi yönetimine iletmeleri için gardiyanlara “Kaza oldu, ne olur bizi bırakın da yardım edelim!” diye yalvardılar. Gardiyanlar, bunun bir oyun olabileceğini düşünerek müdahale etmelerine izin vermediler. Zaten hukuken de böyle bir şey imkânsızdı. Çok geçmeden olay yerine çağrılan polisler, yaralı ve şokta olan kardeşten ön bilgi aldılar. Şoför mahallinden çıkarılan Ahmet Ali, ambulansla Erciş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.

Hastane polisi telefona sarıldı. Ahizeyi kaldıran Necla, “Efendim” dedikten sonra telsiz sesleri arasında kendisine yöneltilen “Ahmet Koç'un evi mi?” sorusuna “Evet!” cevabını verdi. “Babanız evde mi?” şeklindeki ikinci soruyu duymadan telefonu babasına uzattı. Polis, “Trafik kazası oldu, oğlunuz yaralı” der demez, baba, iki elini dizlerine vurdu, “Eyvah, oğullarım öldü!” feryadı koptu…

Karşı taraftaki sesin kim olduğunu ve ne söylediğini ev halkı anlamadı ama bir şeylerin ters gittiğini, babalarının yere yığılışından anlamışlardı. Kızlar ağlayıp sızlamaya başladılar. Anne, heyecandan ölecek gibi oldu. Göğüs kafesi sıkışan babayı koltuğa oturtup derin derin nefes almalarını sağladıktan sonra koşar adımlarla hastaneye gittiler.

Ev halkı, yol boyu dua ediyordu: “Allah'ım, korktuğumuz şey başımıza gelmesin!” Hastaneye vardıklarında dizlerinde takat kalmamıştı, çok geçmeden gerçekle yüzleştiler. Ahmet Ali morga kaldırmıştı. Murat’ın ise şok hâli devam ediyordu. Sürekli, “Ağabeyimi öldürdüler!” diyordu. Kendine gelmesi için atılan tokadın hâddi hesabı yoktu. Herkes ağlıyordu. Kimin kimi teselli edeceği bilinmiyordu. Kızlar, kendi acılarını unutmuş vaziyette, bir yandan kardeşlerine, diğer yandan babalarına koşuyor ve Ahmet Ali’ye sarılmayı bile akıllarına getirmiyorlardı.

Ahmet Ali 15 Eylül 1998 günü en verimli çağında, harman dönüşünde geçirdiği trafik kazasıyla hayata gözlerini yumduğunda, kafatasından damlayan birkaç damla kanla gömleğinin cebinden bir kalem, kimliği ve üç beş lira çıkmıştı. Yüzü, doğduğu gün gibi beyaz ve yine tebessüm içindeydi…

Ahmet Ali’nin cenazesinin duvar dibindeki mezarlığa defnedildiği günün gecesinde, yatmak için değil, ihtimâl, evlât acısını unutmak için yatağına uzanan baba, rüyasında bir dört yıl önce kaybettiği annesini görür. Annesi kendisine, “Süleyman, evini barkını yıktın!” diye seslenir. Torununun ölümü, nur yüzlü nineye ayan olmuştur. Ahmet Ali, yedi yıl sonra babasına, yirmi yıl sonra da annesine kavuşacaktır…