Ahmed Kuddûsî’nin şiir anlayışı: Erdemi kusurda görmek (2)

Hâl ehlinin şiiri böyle bir külfet ve gösterişten uzaktır. Çünkü onlarda söz, zahmet ve gösterişten uzak olup bîtekellüf söylenmiş sözlerdir. Hüner şairi külfetli şiirde suya taş atarak dalga oluşturmaya çalışırken, marifet şairi dalgalanmış bir denizi tarif eder.

MEVLÂNÂ Mesnevî’de, “Acaba gereğinden fazla mı konuşuyorum, bu söylediklerimden Hakk hoşnut mudur?” diye bir tereddüde düştüğünde, kalbine ilka edilen ilham, “Konuş, senin konuşman gaybî kaderin zuhurudur” hitab-ı manevîsi olmuştur. Buradan anlaşılır ki, hak sözün mecrasından çıkma tehlikesi karşısında İlâhî müdahale harekete geçmektedir.

Mevlânâ’nın tereddüdünde İlâhî ilham “Konuş, Biz razıyız” biçiminde gelmiş, böylelikle o da haktan başka bir şey söylememiş olduğunu teyit etmiştir. Bu sözlerin irşatta kullanılması müritlerin hakikate ve Hakk’a teşviki içindir. Teşvik insanın içerisinde yatan büyük özlemin uyandırılmasıdır. Hak sözlerle irşat gerçekleştikçe gaflet ayıklığa dönüşmeye başlayacak ve gafletin oluşturduğu aymazlık perdeleri parçalanarak orada bir mahpus gibi duran büyük hasret baş gösterecektir.

Hak sözleri, hasret ve özlem hâli oluşturan sözlerdir. Çünkü mürit zindandan çıktığına göre vatanına gitmesi icap edecektir. Vatan uzakta, kendisi de yol bilgisinden mahrumdur. Bu durumda hicran bilinci kavuşma arzusunu tetikleyecek ve hubbü’l-vatan muhatapta temel bir özlem olarak hep var olacaktır. Teşvik, o diyara gitme özleminin bir geçici his değil, bir bilinç hâline gelerek ahlâka dönüşmesidir. Kuddûsî demek ister ki, “hak sözleri muhatapta burasının gurbet olduğuna dair bir bilinç oluşturur, o bilincin harekete geçerek içselleşmesi de asıl vatan özlemi ahlâkını doğurur”. Böylelikle bütün hasret zincirleri, o diyara gidinceye kadar birbirine ulanıp uzar. İşte Kuddûsî, hüner şairinin hak ve hakikatten kopuk bir diyar-ı vatan diye bellediği için fânî özlemler uyandırdığını söyler. Oysa teşvik bâkî özlemdir ve esas olan da budur.          

“Var nice şi’ir-i fasîh mevzûn belâgatlü dakik/ Okuyanlar dinleyenler kesb-i irfân eylemez.”

(Nice ince anlamlı, belagatli, ölçülü ve fasih şiir vardır, ancak bunları okuyanlar irfana dair herhangi bir şey öğrenemezler.)

Kuddûsî bu beyitte, hüner şairlerinin şiirleri üzerinde durarak kendi şiirini kıyasen kavratmak istemektedir. Kuddûsî, hüner şairlerinin şiirin teknik gereklerini, ehl-i hâlden daha dikkatli bir şekilde yerine getirdiklerini, onların şiirlerinin vezin, fesahat, belagat ve hayâl inceliği bakımından dikkat çekici olduğunu, onların sözlerindeki süs ve şekil mükemmelliğinin ehl-i hâlin şiirlerinden daha ileride bulunduğunu söyler. Lâkin bir mutasavvıfa göre bu söylenenler, dışa ait üstünlükler olup içerik açısından bir üstünlük taşımazlar. Bir şiir hayâlde ne kadar ince, vezne uyumda ne kadar âhenkli, belagat bakımından ne kadar yüksek, fesahat bakımından ne kadar titiz olursa olsun, muhtevasında irfan yoksa o şiiri dinleyen ve okuyanlar ondan irfânî bir hisse alamazlarsa bu şiir içerik zafiyetinden dolayı bir cesetten farksızdır. Çünkü irfan, şiirde ruh gibidir. Şiir o ruhtan mahrum olduğu müddetçe mükemmel bir mumya olmaktan öteye gitmez.

Kuddûsî, marifet şairlerinin sözü süslemekten çok, onun taşıdığı mânâya odaklandıklarını belirtir. Zaten mutasavvıfların genel anlayışı, kelimelerin sadece kap ve zarf oluşuna ilişkin bir anlayıştır. Su bulunmayan kâse, sadece kâsedir. Eğer bu kâse su ile dolu değilse sadece seyirlik bir nesne olur ve fazla bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla şiirin dışındaki bu göz alıcı gereksiz süs, onda açık bir zaaf olarak görünen -Kuddûsî’nin “kesb-i irfân” dediği- mânâ mahrumiyetini idrakten gizler. Ancak bu gizleyiş yine de onun canını kaybetmiş bir ceset gibi taaffün etmesini engellemez.                                                    

“Kuvvet-i ‘ilm ile söyler şi’ri çok ehl-i kemâl/ ‘Ȃşıkın bağrın yakup ‘ışk ile büryân eylemez.”

(Nice kemâl ehli şiiri ilim kuvvetiyle söylediği için bu şiirler, âşıkların bağırlarını beyhude yakıp kebap etmez.)

Kuddûsî bu beyitte, “ehl-i hâl” olarak nitelediği marifet şairine “ehl-i kemâl” sıfatıyla bir isim daha vermektedir. Ehl-i kemâlin şiiri, ilim kuvvetiyle söylenmiş şiirlerdir. Burada ilim kuvvetiyle kastedilen şeyin Hakk’ın lütuf ve ihsanına dayanan bir ilim kuvveti olduğu aşikârdır. Zira buradaki ilim, tahsile dayalı bir ilim değil, lütfa dayalı ilimdir. Zira “kuvvet” kelimesi burada, bu lütfa ilişkin bir ibare olarak mevcuttur. Hakk’ın bahşettiği her türlü nimetin insandaki tezahürü bir güç ve kudret hissiyle beraber gelir. Çünkü söze dair ihsanın Hakk’ın “Kerîm” Esmasından ziyade “Kâdir” Esmasıyla alâkalı olduğu anlaşılmaktadır. O yüzden burada sözü edilen ilmin kudret ilmi ve buradaki dilin de kudret lisanı olduğunu ileri sürebiliriz. Nitekim Yûnus Emre’nin “Bu söylediğim kudret dilidir” demesi tam da bu durumla alâkalıdır.

Kemâl ehlinin kudret ilmiyle söylediği şiir, hüner şairlerinin mübalağalı bir aşk acısıyla sînelerini dağlayıp kebap etmeleri gösterisinden uzaktır. Zira âşıkların sînelerini aşk acısıyla dağlaması zahirî aşkın bir gösterenidir. Oysa marifet şairlerinde yanış, Ferhad’ın Şirin’i görmesiyle oluşan bir yanış değil, daha suret kesbetmeden önce düşülen bir yanıştır ve bu itibarla ezelîdir. Kuddûsî, hüner şairlerinin dışlarını yaktıklarını ve bununla âlemi feryad u figana boğduklarını söylüyor. Ama ezelden beri yananlarda sadece vakar ve sessizliğin feryadı vardır.

 

Taşın dalgası ile denizdeki dalga arasında

“Bîtekellüf söylenen söz ‘âşıka hâlet verir/ Külfet ile söylenen iskâ-yı ‘atşân eylemez.”

(Tekellüfsüz söylenen sözler âşıklara özel bir hâl verir. Külfet ile söylenen sözlerse susuzluğu teskin etmez.)

Kuddûsî bu beyitte marifet şiirini eda yönünden “bîtekellüf”, hüner şiirini de “külfet” nitelemeleriyle ele alır. Külfet, sözü gösterişli söylemek için katlanılan zahmetle alâkalı bir durumdur. Hüner şairi, ifadedeki mazmun ve hayâli en fasih ve en beliğ şekilde söylemek için kıvranır ve onu ne yapıp edip en özgün ve güzel bir şekilde ifade etmeye çalışır.

Ancak hâl ehlinin şiiri böyle bir külfet ve gösterişten uzaktır. Çünkü onlarda söz, zahmet ve gösterişten uzak olup bîtekellüf söylenmiş sözlerdir. Hüner şairi külfetli şiirde suya taş atarak dalga oluşturmaya çalışırken, marifet şairi dalgalanmış bir denizi tarif eder. Birisinde gayret, diğerinde himmet vardır. İşte bu bîtekellüf söylenen sözler, âşığa başka bir hâl ve başka bir duyarlılık verir.

Külfet ile söylenen söz ise susuzların susuzluğunu gideren bir yön içermez. Külfet şiiri hislere hitab eden bir şiirdir. Ruhla teması zayıf olduğundan mânâdan da uzak düşmüştür. Kuddûsî için şiirin susuzluğu gidermesi temel amaçlardan biridir. Burada sözü edilen susuzluk manevî susuzluktur ki bu hâl, mutasavvıf şairlerin en büyük çilelerinden biridir.

Mevlânâ bir rubai dizesinde, “Yâ Rabbi mânâ açlığı çekenlere acı” der. Şurası bir gerçektir ki, insanların çok ender bir kısmı “mânâ açlığı ve mânâ susuzluğu” çektiğini fark eder. Asıl büyük kitle, açlık ve susuzluğu uzvî bir ihtiyaç olarak algılayıp ömürlerini mânâ açlığından gâfil geçirirler. Oysa hayatın en büyük elemi, mânâ açlığı çekme bilincidir. Mânâ açlığı çekenin bunu kavraması için Yûnus Emre’nin tabiriyle “ayrıksı bir basar”a ihtiyacı vardır. Bu basiret yoksa o açlık da yoktur. Kuddûsî bîtekellüf şiirin âşığa hâlet vermesinden tam da bu durumu kasteder. Çünkü hâlet, mânâya ilişkin bir tavırdır. 

“Ehl-i hâl şi’ri kulûba ok gibi te’sir ider/ Ehl-i zâhir şi’ri kalbde dostı mihmân eylemez.”

(Hâl ehlinin şiiri gönüllere ok gibi tesir eder. Zâhir ehlinin şiiri, dostu gönülde konuk etmekten uzaktır.)

Kuddûsî şiirin doğduğu yerin de, döndüğü yerin de gönül olduğuna kânîdir. Meşhur meseldir; bir söz şairde nereden çıkarsa muhatapta da oraya tesir eder. Gönülden kalkan söz gönle, dilden kalkan söz dile tesir eder. Dolayısıyla hüner şairi, fasih ve belagatli sözü esas aldığı için, onun şiiri fesahat ve belagat arayan muhataplarda yaşar. Marifet şairi ise sözün kabuğuna değil, öz ve usaresine taliptir. Dolayısıyla o, şiiri kalbiyle yazan, kalbiyle okuyan ve kalbiyle anlayan biridir. Bu yüzden hâl ehlinin şiiri, hâl ehline ok değmiş gibi tesir eder. Zira bu okların hepsi buradaki bir dost yayından gelmiş olsa da bu okların sahibi, asıl dosttur.

Dostun oku sînesine dokunan her âşık için bu dokunuş, bir büyük ikaz ve uyanıştır. Zira o okların iletileri kalpte kendilerine bir yer açılmasına dair iletilerdir. Hüner şairi kelâm peşinde olduğu için, onun sözünden gelecek en büyük kazanım fikirdir. Onun hayâlî sözlerinin peşine düşen okurda da doğal olarak hayâlî fikirler peyda olur. Ancak marifet şairinin gönlü aşkla dolu olduğu için, bu sözler suretâ kelâm olsa da siretâ aşktırlar. Demek olur ki, kelâmdan fikir gelirse aşktan da yâr gelir. Her iki şiir de bir şey getiriyor. Ancak birinde yokluk tozu, diğerinde ise varlık özü mündemiçtir. İşte bu sebepten Kuddûsî ehl-i hâl şiirini “gönülde dostu konuk eden söz” olarak niteliyor. Çünkü İlâhî sözün indiği yerde İlâhî öz daima mevcuttur. Buradan anlaşılır ki, birisinin menzili olan gönül evi asıl sahibiyle buluşurken, diğerinin menzili olan zihin evine birtakım hayâl ve vehimler doluşur. Birinde dost kandili yanıp ev şâd olurken, diğerinde vehim ve hayâller, yanmaya hazır mumları da söndürürler. Neticede marifet şiiri parlayan bir güneş, diğeri ise bulut ardında kalmış bir güneş gibidir.

“Gerçi var hüsn-i fesâhat yok velâkin lezzeti/ ‘Âkılı medhûş idüp ‘aklın perîşân eylemez.”

(Hüner şairinin şiirinde her ne kadar fesahat güzelliği olsa da lezzetten mahrumdur. Bu yüzden akıl sahiplerini dehşete düşürüp akıllarını perişan eden bir şiir değildir.)

Kuddûsî’de ehl-i hâl şiirinin ikide bir tadından bahsedilmesi ve bu tat kavramının bir leit motif gibi şiir boyunca tekrar etmesi, bu şiirin tek bir tat duygusuyla izah edilemeyecek bir çeşni taşımasından dolayıdır. Onda halâvet, zevk ve lezzet olarak bu şiirin sıfatı olarak bir araya getirilen kelimeler, mânâyla temas anında aynı anda duyulan çoklu zevk duygusuyla alâkalıdır. Bu çoğulluk “tatlar, lezzetler, zevkler” biçiminde ifade edilecek bir çoğul biçimiyle anlaşılır bir şey değildir. O yüzden ârif şair, bize lezzet, zevk ve halâvet gibi tat bildiren sözcüklerle temas ettiği mânâların ruh dimağında uyandırdığı o özge çoklu tadı kavratmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla burada kategorik bir tattan bahsedildiği aşikârdır ve bu tatlar birbirini tekrarlamayacak şekilde mânânın şiddetine, ilhamın niteliğine ve ilmin kuvvetine göre bir kisveye bürünerek gönül damağıyla temas etmektedir. İşte bu yüzden Kuddûsî, hüner şairlerinin fasih, güzel ve beliğ şiirlerine, sık sık bu lezzeti ihtivâ edip etmedikleri açısından bakmaktadır.

Hüner şairi çok güzel süslenmiş bir pakette, lezzetten mahrum, tazelik ve taravetini kaybetmiş bir şiir meyvesi sunmaktadır. Oysa Kuddûsî, dost bağında cümle meyveleri kendi dallarından toplamakta ve bize o anın tat ve tazeliğiyle sunmaktadır. Hüner şairinin meyvesinin dışı hoş ama içi kof olduğu için bunları okuyan akıl sahiplerinde onları kendilerinden geçirecek bir etki bırakmazlar. Bu tespit doğru ancak Kuddûsî aynı zamanda örtülü bir şekilde de lezzetten mahrum fasih şiirin aklı başında olanları yani ârif şairleri dehşete düşürdüğünü söylemektedir.

Bu şiirlerin âriflerde uyandırdığı dehşet sahnesi şudur: Çok güzeller ama canları yok, çok hoşlar ama tatları yok, var gibiler ama asılları yok!

“Hâl ile söylenmeyen söz şi’ri Kuddûsî gibi/ Mâsivâ hubbıyla âbâd gönli virân eylemez.”

(Kuddusî’nin şiiri gibi hâl ile söylenmeyen sözler, dünya sevgisiyle mamur olmuş olan gönülleri yıkıp viran edemez.)

Son beyitte Kuddûsî, hikmet üslûbunun bir gereği olarak iğneyi hüner şairine, çuvaldızı kendisine batırır. Demek ister ki, “Kuddûsî’nin şiiri yukarıda nitelikleri verilen marifet şiiri değil, yerilen ve tenkit edilen hüner şiiridir”. Âriflerin başkalarının işlediği hata ve yanlışları kendileri işlemiş gibi anlatmaları bu hikmet üslûbunun bir tezahürüdür. Oku muhataba değil kendi sînesine saplamak, mutasavvıfların ayna telâkkisiyle alâkalıdır. Onlar muhatapta görülen kusuru muhatabın kendi kusurlarına aynalık etmesinden dolayı kendi kusurları olarak algılarlar. Aynanın kendisine tecelli edeni göstermesi gibi muhatap da daima karşısındakini yansıtır. Dolayısıyla Kuddûsî’nin burada kusurlarını saydığı şiirler, kendi şiirindeki zaaflardan başkası değildir.

Ancak burada şöyle bin incelik vardır: Marifet tevazu, hüner ise kibir oluşturur. Kuddûsî, tevazudan dolayı hüner şairlerinde gördüğü kusuru kendi şiirleriyle setretmeye çalışırken, bir hüner şairi kendi şiiriyle her gördüğü kusura ışık tutar ve özellikle o kusuru göstermek ister. Bu durum da ehl-i hâl ile ehl-i zâhirin meşgul oldukları mânâ ve hayâl dünyasının onlarda oluşturdukları ahlâkla alâkalıdır. Kuddûsî kendi şiirinin hüner şairlerinin şiirleri gibi dünya sevgisiyle dolu gönülleri viran eylemediğini söylerken aslında kendi gönül viranındaki abadlığa işaret etmekte ve aynı zamanda gönlü dünya sevgisiyle dolu şairlerin de abâd zannettikleri gönül viraneliklerini göstermektedir.

 

Kaynakça

Cebecioğlu, E. (2004), Tasavvuf Terimleri&Deyimleri Sözlüğü, İstanbul: Anka Yayınları.

Devellioğlu, F. (2016), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Aydın Kitabevi.

Erginli, Z. vd. (2006), Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kalem Yayınevi.

Kaşânî, A. (2004), Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yayıncılık.

Kuyumcu, F. (1982), Kuddûsî Divanı, Ankara: Gaye Matbaacılık.

Pala, İ. (1999), Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Tenik, A. (2014), Ahmed Kuddûsî Hz. Divanı Metin, Çeviri ve Notlar, İstanbul: Doğu Kütüphanesi Yayınları.

Uludağ, S., Köksal, A. (2002), “Kuddûsî Ahmed Efendi”, TDV İslam Asiklopedisi,Ankara:Türkiye Diyanet Vakfı.

Uludağ, S. (1999), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yayınları.